26.Temmuz.23
İnsanın kendisine ben iyi bir okurum demesi çok zor. Ben diyemem. Duyduğumda en çok mahcup olduğum övgü de budur: Bana iyi bir okur denilmesi.
Giriş şunun için gerekliydi: Zweig’ın Türkçeye İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar, İnsanlığın Yıldızının Yükseldiği Anlar, Yıldızın Parladığı Tarihsel Anlar gibi başlıklarla çevrilen “Sternstunden der Menschheit” adlı kitabına ancak el attım. Ve birkaç aydır, ruhsal durumumdan olsa gerek, bir kitabı oturup baştan sona okuduğum vaki değil.
Yine de Zweig’ın “tarihsel minyatür” olarak adlandırdığı bu metinlerin birkaçını okudum. Hangi çevirisinden okuduğumu söylemeyeyim ama çeviride akmayan bir şeyler hissediyorum. Bu tamamen bir his, pürüzlü bir yüzeye elinizle dokunmak gibi. (Çeviri kötü demek değil bu, bir şüphe sadece. Çevirinin iyi ya da kötü olduğuna karar vermek için orijinal metinle karşılaştırarak okumak gerekir.)

Şimdi gelin, Zweig’ın yazdığı bir paragrafı Türkçedeki birkaç farklı çeviriden (iyi bilinen yayınevlerinin bastıkları çevirilerden) okuyalım:
“Koloninin bahtsız yatırımcısı “Okumuş” Enciso çok kısa süre sonra Nuñez de Balboa’nın içinde bulunduğu sandığı vaktiyle güverteden atmadığı için büyük pişmanlık duyar, zira bu cüretkâr adam birkaç haftada bütün kontrolü ele alır. Enciso, disiplin ve düzen fikriyle yetişmiş bir hukuk âlimi olarak, İspanya kraliyeti adına o sırada koloniye bir vali atamak mümkün olmadığından Alcalde’lik görevini kendisi üstlenmeyi dener ve berbat durumdaki bir yerli kulübesinin içinden sanki Sevilla’daki adli makamında oturuyormuşçasına intizamlı ve ciddi talimatlar yayımlar.” (Çeviri 1, italik yazılan kısım dipnotta verilmiş)
“Sömürgenin tüm parasal kaynaklarını sağlayan talihsiz Ensico, o sandıktan içindeki Nuñez de Balboa’yla birlikte zamanında kurtulmadığı için çok geçmeden fazlasıyla pişman olacaktır, çünkü bu gözü pek adam birkaç hafta içinde iktidarı tümüyle ele geçirmiştir. Bir hukukçu olarak disiplin ve düzen anlayışıyla yetişmiş olan Ensico, henüz bir vali atanmamış olan sömürgede emniyet müdürü olarak İspanya Kralı adına düzeni sağlamaya çalışmaktadır ve yerleştiği sefil bir yerli kulübesinde de aynı Sevilla’daki hukuk bürosundaki düzen ve ciddiyetle emirlerini yağdırmaktadır.” (Çeviri 2)
“Çok geçmeden koloninin talihsiz finansörü “bachiller” Enciso, içinde Nuñez de Balboa’nın bulunduğu kutuyu zamanında denize atmadığına çok pişman olacaktır, çünkü birkaç hafta sonra bu cüretkâr adam tüm gücü eline geçirir. Disiplin ve düzen fikriyle bir hukuk bilgini olarak yetiştirilen Enciso, şu anda izi sürülemeyen valinin belediye başkanı sıfatıyla, koloniyi İspanyol kraliyetinin yararına yönetmeye çalışır ve fermanlarını bu sefil Kızılderili kulübesinde, Sevilla’daki hukuk bürosunda oturuyormuş gibi temiz ve katı bir şekilde yayınlar.” (Çeviri 3)
“Sömürgenin tüm parasal gereksinimlerini karşılayan bahtsız Ensico, içerisinde Nunez de Balboa’nın gizlendiği o sandığı onunla birlikte hemen denize atmadığından dolayı büyük bir pişmanlık içerisindedir, çünkü bu gözü pek adam, birkaç hafta içerisinde yönetimi bütünüyle eline geçirmiştir. Bir hukuk adamı olarak yasalara ve düzene saygılı yetişmiş olan Ensico, o sıralarda daha henüz bir vali bulunup atanmadığı için İspanya Kıralı adına polis müdürlüğü görevini üstlenmiş ve sömürgeyi yönetmeye çalışıyor, temizlettirip yerleştiği sefil bir yerli kulübesinde, Sevilla’daki adliye sarayındaki odasında oturuyormuş gibi sert buyruklar veriyordu.” (Çeviri 4)
“Sömürgenin bahtsız maliyecisi Bachiller Enciso, içinde Nunez de Balboa’nın olduğu sandığı zamanında güverteden denize fırlatıp atmadığına çok geçmeden pişman olacaktı, çünkü bu gözü pek adam birkaç hafta sonra bütün yönetimi ele geçiriyor. Bir hukukçu olarak disiplin ve düzen fikriyle yetişen Enciso, o sıralar henüz bulunmayan bir valinin yerine Alcade mayor sıfatıyla İspanyol tahtı adına sömürgeyi yönetmeyi deniyor ve yoksul bir yerli kulübesinde sanki Sevil’deki adli makamında oturuyormuş gibi hiç yüksünmeden emirler veriyor.” (Çeviri 5, italik yazılan kısım dipnotta verilmiş)

Çok dar kapsamlı ve küçük bir deneme yapmış olduk. Çevirilerden biri, halk arasında “makine çevirisi” de denilen, yapay zeka tabanlı bir çeviri programına (Almancadan Türkçeye) yaptırıldı. Ve çeviriye hiç dokunulmadı, düzeltilmedi. Hangisi olduğu biraz dikkatli bakınca anlaşılır.
Bu küçük denemeyle herhangi bir imada bulunmaya çalışıyor değilim. Aklı başında her edebiyat okuru, konu hakkında bilgi sahibi olduktan sonra kendi fikrini edinebilir. Şu kadarını söylemek isterim yine de: Bu yeni teknolojiye külliyen karşı çıkmaktan ziyade bundan en verimli şekilde nasıl faydalanabileceğimiz üzerine kafa yormalı. Ve elbette, makine çevirisi kullanılarak basılan bir metinde bu durum belirtilmeli. Muhakkak belirtilmeli. Etik olarak ve hukuki olarak aksi düşünülemez çünkü.
27.Temmuz.23
“Ben kimim bilemiyorum
Açlığıyla olmadık sevgilerin
Bir küçücük bakışta oyalanan
Ben kimim olur olmaz zamanlarda
Kendine ve her şeye ağlayan”
Afşar Timuçin, “Ben Kimim”
28.Temmuz.23
Dünyadaki ilk soruyu kim sordu acaba?
Eski Ahit’e bakacak olursak ilk soruyu yılan sormuş, the Yılan. Hani şu Adem babamızla Havva annemizi ketenpereye getirip cennetten kovulmalarına sebep olan iblis.
Malumunuz, Rab Tanrı’nın Pazar günü işe koyulmasıyla başlar hikâye. Yazarlar sanatçılar az çok bilir, yaratmak güç iştir… Yeri göğü, ışığı karanlığı, karaları denizleri, bitkileri meyveleri, mevsimleri iklimleri, hayvanları insanları yaratayım derken altı gün çalışır Tanrı, yedinci gün dinlenmeye çekilir.
Tanrı, Aden bahçesindeki ağaçların birini de, biliyorsunuz işte, yasaklar Adem’e. (Evet Adem’e, çünkü Havva henüz yaratılmamıştır.) Daha sonra Adem, “bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara” ad koyar. Ad koyma merasimi de bittikten sonra Havva yaratılır, ama adı henüz Havva değil Kadın’dır. Çırılçıplak olmalarına rağmen ne Adem ne de karısı utanç nedir bilmezler. Henüz.
Sayfayı çevirince de dünyanın ilk sorusuyla karşılaşırız:
Rab Tanrı’nın yarattığı yabanıl hayvanların en kurnazı yılandı. Yılan kadına, “Tanrı gerçekten, ‘Bahçedeki ağaçların hiçbirinin meyvesini yemeyin’ dedi mi?” diye sordu.
Dünyanın ilk sorusu, bir değil pek çok soru işareti barındırır. Yılan’ın konuşması ayrı bir konudur, Kadın’ın yasaktan bihaberken (çünkü yasak konulduğunda Kadın henüz yaratılmamıştı) Yılan’a yanıt vermesi ayrı bir konu. Yılan’ın, soru sorarken Tanrı’nın ağaçların hepsini yasakladığını ima etmesi ayrı bir yılanlık…
Bütün bunlar teologların işi elbette. Biz şimdi miti masalı bırakıp dünyanın ilk sorusunu, gerçekten ilk sorusunu kimin sorduğunun peşine düşelim…

Dünyadaki ilk soruyu kimin sorduğunu düşündüm taşındım ama işin çıkamadım. Arkadaşlara sordum, tatmin edici bir yanıt alamadım.
Dünyada sorulan ilk soru muhtemelen “Ben kimim, burada ne işim var?” olabilir. Fakat bu soru başka birine değil de kendi kendine, sessizce sorulmuş olmalı. Benim peşinde olduğum, başka birine, sözlü şekilde, seslendirilerek sorulmuş olan ilk soruydu.
İlk “sesli” soru muhtemelen “Bu ne?” ya da “Bununla mı vuruyoruz?” ya da “Bak sana güvenip yiyorum, bi’şey olmaz dimi?” gibi bir şey olsa gerek.
***
En güzel soruları çocuklar sorar. Çünkü zihinleri henüz lekelenmemiştir. Retorik soru sormazlar; soru sorarken manipüle etmeye, aldatmaya, şaşırtmaya, alay etmeye, kızdırmaya, laf sokmaya, ima etmeye çalışmazlar. Gerçekten merak ettikleri şeyleri öğrenmek için sorarlar.
Çocuklar müstesna, en güzel soruları şairler sorar.
Pablo Neruda, “Sorular Kitabı” adlı eserini tamamen sorularla örmüştür. Orada hiç unutmadığım şu soruyu sorar büyük şair:
“Doğru mu yasın geniş ve
karasevdanınsa dar kalçalı olduğu?”
***
Sorulan ilk sorunun ardından cennet bahçesinden kovulmamız tesadüf mü? Olmasa gerek. Soru sormak her daim tehlikeli olmuştur.
Öte yandan, soru sormadan geçen bir yaşam boşa geçmiş sayılmaz mı?
31.Temmuz.23
Eski Ahit gibi kadim kutsal metinlerde ve insanlığın diğer mitlerinde bile hikâyenin başında ya da bir yerlerinde muhakkak göç vardır. İşte birkaç gün önce yazdık, daha ilk sorudan sonra bile bir “göç” vardır ortada: Cennet bahçesinden sürgün. İnsanlık tarihi bir göç tarihidir.
İnsanlık tarihi boyunca “göçmen” olmayan insan sayısı azdır. Ve fakat devlet denen icat ortaya çıktığından beri, özellikle o zamandan beri göç bir sorun olarak anılıyor. Hele ki küresel kapitalizmin egemen olduğu, şirketlerin çıkarının bireylerin ve toplumların sağlığından daha önemli olduğu çağımızda, vahşi kapitalizmin azgınlaştığı günümüzde göçmenlerden, yanında “sorun” sözcüğü olmadan bahsedilemiyor. (Kimin sorunu bu, göç neden bir sorun?)
Bugün göçmenlerden bir “şey”den bahseder gibi bahsetmeyen insan bulmak zor. Abarttığımı düşünün siz. Öyle olmadığını anlamak için çevrenizden başlayarak günlük konuşmalara kulak kabartmanız, haberlere bakmanız yeterli olacaktır.
İşte yakın zamanlı (22.07.2023) bir haber: İngiltere İçişleri Bakanlığı, sığınmacıların otellerde barındırılmasının vergi mükelleflerine yük ettiği maliyeti azaltmak amacıyla ülkeye gelen sığınmacıları 222 odalı bir gemide “misafir ediyor.” (Merak eden, yüzen bir hapishaneye benzeyen Bibby Stockholm adlı geminin görsellerine, en hızlısından bir internet aramasıyla ulaşabilir.)
Kendi topraklarını “şeylerden” korumanın bir yolunu bulmuş İngiltere.
Başka bir yolunu daha bulmuş İngilizler, bu da birkaç ay önceki bir haber: Ruanda ile bir anlaşma yapmışlar, İngiltere’deki göçmenleri Ruanda’ya postalıyorlar (insanlar seyahat eder ama şeyler postalanabilir). Elbette “parası neyse” veriyorlar Ruanda’ya. Yeter ki bu “şeyler” orada kalsın, kendi topraklarını kirletmesin.
Bütün bunları “edebiyat yaparak” anlatmanın bir yolu var mı peki? Var elbette. Bir yaraya merhem olacağından değil tabii. Edebiyat bir yaraya merhem olmaktan vazgeçeli epey oluyor.

İtalyan yazar Giulio Cavalli, “Dalga” adlı romanında göçmenlerin “şeyleşmesini” mükemmelen anlatmış. Romanla ilgili sürpriz bozan bir ayrıntı vermek istemem ama küçük bir adaya dalgalar halinde gelen binlerce cesedin “depolandığı” hangarlara “şu şeyler mezarlığı” diyor ada halkı. Şu şeyler.
Cavalli’nin romanı bununla bitmiyor. Kıyılarına vuran binlerce cesetle baş etmeye uğraşırken ana karadan kopup bağımsızlığını ilan ada halkı, bir süre sonra dış dünyaya kapatıyor kendini ve asıl şenlik o zaman başlıyor: Hoş geldin faşizm.
İnsan olmanın bu kadar zor olduğu çağlar olmuştur dünya tarihinde, bundan daha zor olduğu zamanlar da olmuştur.
Olmuştur demek teselli vermiyor.
Onur Çalı