4.Ağustos.23

2018 yılının son ayının yarısını Ruanda’da geçirmiştim. Aynı gün içinde güneşten kıpkırmızı olup sonra sanki Tanrı bizi serinletmek istermiş gibi yağmur altında ıslanarak. Ve her akşam bira içerek. Başka türlüsü zordu. Bakmayın siz şişelerin üstünde yazana, alkol insanın yakın dostlarından biridir.

Başkent Kigali’deki Soykırım Müzesini de gördüm. Orada insanlığın, tarihi boyunca üretmekte en mahir olduğu şeyler var tabii. Kan, kafatasları, kemikler, katliamın başka izleri, katliamdan kurtulabilenlerin hikâyeleri.

Okullarda, tarih derslerinde sadece katliamlar anlatılmalı. İnsanlığın en şanlı tarihi bu çünkü.

Ama bunlardan ibaret değildi tabii Ruanda. Bisikletler de vardı. Terk edilmiş benzin istasyonları. Gülümseyen, çalışan insanlar…

Ruanda’da bisikletlere bakmıştım en çok. Bisikletli insanlara. (Bisiklet-taksiydi bunların çoğu.) Temiz göğüne ve yeşiline. Evet yeşiline. Ve sarısına.

Müzeyi tamamen unuttum artık.

5.Ağustos.23

Aziz Gökdemir’in İmparatora Veda adlı romanı alternatif bir tarih yazıyor, bir bakıma. Murad’ların soyundan devam eden bir imparatorluk var karşımızda. Otoriter, astığı astık kestiği kestik bir padişah beliriyor satırlar arasından: IX. Murad. Ve onun peşine düştüğü “gizemli” bir metin. Hikâyenin büyüsüne kapılan bir padişah Murad. Onca kudretine rağmen metnin sırrını çözmek konusunda aciz kalıyor.

Ve İfe. Cam işçisi, “Arap” bir kadın. Güçlü bir karakter.

Arka planda, “gerçek” bazı olayların kerteriz alındığı alternatif bir kurgu-tarih.

Kolayca karikatürleşebilecek bir atmosferi, arka planı ve karakterleri var İmparatora Veda’nın. Aziz Gökdemir, romanını bu risklerden koruyabilmiş.

Spoiler vermeden söylemek gerekirse, okuyanlar anlayacaktır: İfe’nin Murad’ı ağırladığı, baş başa kaldıkları bölümde bitsin isterdim roman. (Okur bu, ipe sapa gelmez şeyler isteme hakkına sahiptir.)

7.Ağustos.23

Twitter çok eski bir icat olsaydı, eski yazarlar da twitter kullanırdı elbette. 1917 yılında şöyle bir şeyle karşılaşabilirdik:

Franz Kafka yeni bir tweet attı: “Böcüğüm yayınlanalı 1 yıl olmuş : ) Okuyan, yorum yapan, paylaşan herkese tşk.”

8.Ağustos.23

22 Eylül 1939’da Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece, Dikili’de büyük bir “zelzele” olur. Yakın ilçelerde ve dahi Midilli’de bile hissedilen depremde bine yakın bina yıkılır, 41 kişi hayatını kaybeder.

Deniz, karaya çıkar. Eskiden karada olan pek çok yapının kalıntısı bugün denizin içindedir. Bilen bilir, Antur’un oradan başlayarak ilerlerseniz, sahilden biraz açıldığınızda “kayalıklara” varırsınız. Denizin içinde bir sığlıktır orası, depremden önceki yolun kalıntılarıdır.

Biz bu depremle ilgili pek çok ayrıntıya ulaşabiliriz tabii ama istersek Vüs’at O. Bener ve Erhan Bener’e de kulak verebiliriz.

Vüs’at O. Bener’in bazı öykülerinde o yılların ve Edremit, Dikili, Bergama üçgeninde geçen yaşantılarının izleri bulunabilir. Nedir, daha doğrudan anlatıma 1995 yılında Erhan Bener’le yaptıkları söyleşide, bu söyleşinin kitaplaşmış halinde (Kurmacasız Bir Yaşam, YKY) rastlayabilirsiniz.

1941 yılında Kara Harp Okulu’ndan birincilikle mezun olan Vüs’at Orhan Bener, İaşe Subayı olarak Edremit’te bulunan 205. Dağ Alayı’na tayin edilir. Ne ki Edremit’e vardığında acı gerçekle karşılaşır: 205. Dağ Alayı birkaç ay önce Dikili’ye nakledilmiştir. Edremit’e geldiğinde, oteldekilerden öğrenir bunu Vüs’at Bey.

“Yer yerinden oynamış, taş taş üstünde kalmamış Dikili’de.” (Kurmacasız Bir Yaşam, s. 69)

Kardeşi Erhan Bener de, henüz 11-12 yaşlarındadır, Vüs’at Bey’in yanındadır.

Edremit’ten Dikili’ye geçerler ertesi gün ama Dikili’de sağlam bina bulmak zor. Çadırlarda kalınıyor. Subaylar, aileleri Bergama’da ikamet ediyor o sıra. Dikili’deki durum vahimdir:

EB: Bütün evler yıkılmış, her şey.

VOB: Hiçbir şey kalmamış: Devlet daireleri, kaymakamlık filan bunların hepsi barakalarda.

EB: Hep böyle duvarların bir kısmı kalmış, iç kısımlar tamamen göçmüş.

VOB: Depo bile kalmamış. Böyle bir durum… (Kurmacasız Bir Yaşam, s. 72)

İki kardeşin yukarıda bahsettiğim üçgende, bu üç kasabadaki yaşantıları ikisi üzerinde derin etkiler bırakır fakat hep olumsuzlukla geçmez Dikili günleri. (Askeri mahfelde diğer subaylarla maç yaparlar, bilardo oynarlar. Akşamları deniz kenarında demlenirler.) Söz gelimi, Vüs’at O. Bener rakıya Dikili’de alışır:

“VOB: Sonra akşamları rakılar makılar da içilmeye başlandı. Ben içmezdim o zamanlar pek, biraz şarap deneyimim vardı Harp Okulu’ndan kalma ve burada biz de başladık.” (Kurmacasız Bir Yaşam, s. 73)

(O günlerde Almanların işgali altındaki Midilli adasında, Almanların kurşuna dizdikleri insanları seyrederler Dikili’den, dürbünle. Erhan Bener bunu da hatırlar söyleşide.)

VOB, Eymir Gölü kıyısında (Ankara, Mayıs 2001)

Vüs’at O. Bener şöyle der Erhan Bener’e:

“Sanıyorum senin de benim de gerek sanat yaşamımız gerekse düşün yaşamımız açısından Edremit’in üzerimizde büyük rolü oldu. Oraya gidinceye kadar edebiyata, okumaya hevesimiz filan vardı ama hani öyle ciddi ölçüde değil.” (Kurmacasız Bir Yaşam, s. 83)

Vüs’at O. Bener ilk evliliğini yine bu yıllarda (1944) Bergamalı Gazele Harputlu ile yapar ve ilk büyük acısını da burada yaşar. Gazele Hanım 1946’da, gebeyken vefat eder. 8 aylık oğlu sezaryenle alınır ama kurtarılamaz, yaşatılamaz. Oğluyla birlikte eşini, eşiyle birlikte oğlunu yitirir yazar.

Bütün bu hikâyede dikkatimi çeken şey şu: 1939’daki depremin üstünden birkaç yıl geçmiş olduğu halde Dikili’yi harap halde bulmuştu Bener kardeşler. Savaş yılları, yokluk, yoksulluk gibi gerekçeler bulunabilir.

Peki bugün?

6 Şubat depremlerinin üzerinden 6 ay geçti.

Bugün de mi savaş var? Bahanemiz ne?

Yıkılan binaları yeniden yapmak değil mesele: Yitirilen canların geri dönüşü yok. Kahretsin ki yok. Peki, sorumlular hesap verdi mi? Asıl mesele bu.

10.Ağustos.23

Vüs’at O. Bener’in bazı öykülerinde Kuzey Ege’nin izlerini not etmişim bir kenara. Sizinle de paylaşayım:

Postaneye gittim. Elim titreye titreye, sonucunu bilerek, çektim telgrafı.

“Bekliyorum. Gel, görüşelim.”

Yanıt kısaydı: “Senin gelmen zorunlu. Lütfen kırma beni.”

İzin aldım. Altı ay kadar önce ayrıldığım ilçeye ulaştım, iki araç değiştirerek, önce Ayvalık, sonra Dikili-Bergama. Arnavut kaldırımı döşeli ara sokaklara dala çıka evlerinin ana kapısına vardım. Koyun çanına asıldım, zil görevi yapan, içerde yankılandı. Ufak tefek, boncuk mavisi gözlü annesi karşıladı iç avluda, bahçe katlı evin kapısına gelinceye dek yüzüme bakmadı. (Kara Tren’den)

***

Bedelli askerlik o zaman da vardı, uygulaması değişik. Cins atıyla gelenler kısa süreli askerlik yapıyorlardı. Alayın üç beş soylu atından biri bana bırakılmıştı. Yüksek, İngiliz-Arap kan bir at. Dikili-Bergama arasını hemen hemen dörtnal aşarak ulaştım menzile. Hayvanın boynu, sağrısı terden köpüklemiş, beyaza kesmişti. Gezdirilmezse sancılanır. İlk rastladığım ere emanet ettim. Götürsün alay ahırına. Ben doğru askeri mahfele. Tabldot yemeğinden hazır olanlarla doyurdum karnımı iyice. Alay, uzakça bir tepede, kışlada konuşlanmış. Çıkmadım yukarı. Acele ev aramaya koyuldum. Kışlaya oldukça yakın, dik, parke taş döşeli yolun kenarında bir eski ahşap evi kiraladım. Unutmuyorum dört liraydı kirası. Aylığımsa sanırım altmış dokuz lira altmış dokuz kuruş. Alay komutanının evine telefon etmeyi de unutmadım mahfelden. Akşamı dar etmiş Sinan.

Sanki Yemen askerliğinden dönmüşüm. Bir sarılmamız var birbirimize, görmelere sezâ. (Mızıkalı Yürüyüş’ten)

***

– Seninki bitti, buyur.

– Eyvallah. Mansa’nın mı bu tütün?

Ben de ondan alıştım. Manisa diyemiyorum. Mansa dilime daha yatkın geliyor.

– Yok, Bergama’nın bu perçemli. Tad bir, geberirsin zevkten. (Istakoz adlı öyküsünden)

***

Kendinden zaman zaman üçüncü kişi olarak bahsettiği Kendi Öyküsü adlı (1994 yılında yazdığı) metninden:

Ege bölgesinde çeşitli görevler üstlenir, (1941-1948) zor koşulların kıskacında. “Ayrıntılara girersem altından kalkamam” diyor, yine de pek tutamıyor dilini…

(1948) öncesi yaşamında ikinci yıkım; eşi Gazale (Harputlu) Bener’i karnında taşıdığı sekiz aylık oğluyla birlikte –gömüldüğü servi ağacının dibindeki tümseğin izi bile kalmamıştır şimdiye– 48 saat içinde bir hastalık sonucu yitirmesi oldu. (1946) Sezaryenle aldıkları oğlunu yaşatabilseydi doktorlar, şimdi kırk yedi yaşını süren koskoca bir adam, ola ki arada bir kapısını çalar, şakalaşırdı onunla, “hâlâ mı yaşıyorsun sen babalık, e pes vallahi!”

11.Ağustos.23

Geçen sabah, simit çay peynir sigara için mahalledeki kahveye oturdum. Daha ilk anda anladım yan masadaki ablanın delimsek olduğunu ama kaçamadım.

Kendi kendine epey sesli gülerek kahvesini içiyor, fincanı döndürüp masanın üstüne bastırıp duruyordu. Bir süre sonra, “şerefinize” diye bağırdı. Kapsama alanı dışına çıkarım umuduyla sağımda kalan masaya döndüm, sabahın köründe taş döşeyen abilere bakar gibi yaptım. Onlar alışkın herhalde, ablanın nidasına “afiyet olsun” dediler hep bir ağızdan. Fakat kaçamadım. “Hişt gözlüklü, sana diyorum” diye bağırdı bu sefer. Çaresiz soluma döndüm, başımla da selam vererek bir “afiyet olsun” da ben çektim. Şarap kadehi gibi tuttuğu kahve fincanını masaya bırakıp oynaya oynaya gitti.

Okeycilerden biri, “yazık kadına, hiç böyle değildi eskiden” dedi.

Demem o ki havalar çok sıcak, dikkat edin kendinize.

Sinoplu Diyojen’i bilirsiniz. Hani şu koskoca Büyük İskender’e posta koyan. Fıçıda yaşamasına rağmen insanlar rahat bırakmıyormuş onu, gelip gelip soru soranlar oluyormuş. E feylozof adam, ona soracaklar tabi, İskender’e mi soracaklar?

Günlerden bir gün, safça biri gelip sormuş: “İnsan ne vakit evlenmeli?”

Diyojen hiç acele etmemiş tabii bu aklı evvelin sorusunu yanıtlarken. Biraz kaşınmış, itini sevmiş azıcık. Bekletmek de eğitime dahil, diye düşünmüştür herhalde. Sonra demiş ki: “Gençse henüz evlenme zamanı gelmemiştir, ihtiyarsa vakti geçmiştir.”

Özellikle bayram ziyaretlerinde, teyzeler amcalar üstünüze gelirlerse Diyojen’in yanıtını tekrar edebilirsiniz onlara.

İşe yarayacağını sanmam, ama olsun.

Onur Çalı