12.Ağustos.23
Sami Karaören, Güzel Günlerimiz Oldu’da (İş Bankası Kültür Yayınları, 2019) anlatıyor. Sami Bey, TDK’ya da epey emek vermiş bir gazeteci. Cumhuriyet gazetesinde otuz yıl çalışmış, yazı işleri müdürü olarak. Melih Cevdet’le de iyi dostlar, ailecek görüşüyorlar. Fakat bir gün geliyor, ikilinin dostlukları bitiveriyor.
Neden mi?
“Kaldırım” sözcüğü yüzünden.
Cumhuriyet’te Sami Bey’in odasında oturuluyor. Bir süre sonra Nadir Nadi de geliyor odaya. Laf nasıl oraya gelmiş bilinmez, Melih Cevdet “Nadir Bey, biliyor musunuz, kaldırım sözcüğünün Yunanca olduğunu ben ortaya çıkardım” deyiveriyor. Sami Karaören, “kaldırım” Türkçedir diyerek itiraz ediyor. Birkaç saat sonra grup dağılıyor. Dağılıyor dağılmasına ya, ertesi sabah “alı al moru mor” şekilde Sami Bey’in odasına geliyor Melih Cevdet, “Nadir Bey’in yanında beni bozum ettin” diyor, çekip gidiyor.

Sami Bey, anıyı şöyle noktalıyor:
Sonra anladık ki Melih Bey’in dediği doğru. Anadolu’da ortasından su akan yollar vardır, Yunanlılar buna “kaldıramos” derlermiş. Eh be adam, açıklasana! Açıklasa ben de öğrenmiş olacağım. (Güzel Günlerimiz Oldu, s. 82-83)
Melih Cevdet’in kavga gürültülü olayları meşhur. Fakat kırılması, küsmesi de bol galiba. Bir tanesi Hıfzı Topuz’da okumuştum, tam aklımda kalmadı ama bir borç verme teklifi yüzündendi galiba, Hıfzı Topuz’a da bozuluyordu Melih Cevdet.
14.Ağustos.23
Sessizlik Tarihinden Günler’i (İletişim Yayınları, 2022) okuyunca hatırladım.
Yıllar evvel bir arkadaşım (arkadaş dediysem, okul ve iş yeri gibi mekânları paylaşmak zorunda olduğum insanlardan biriydi işte, zaten ömrümüzün çoğu böyle “arkadaşlarla” geçer) durup dururken Aleviler hakkında ipe sapa gelmez bir şeyler söylemeye başladı.
O kadar beklenmedikti ki ilk anda şaşırdığımdan, sonra da öfkemi nasıl zapt edebileceğimi bilemediğimden sonuna kadar dinledim. Söyledikleri şeyler ipe sapa gelmez, ayrımcı, ırkçı bir takım ıvır zıvırdı. Elbette bunlara fikir denemezdi. Fakat fikir bile olsa, kendi fikri değildi söyledikleri, kendi deneyimlerinden süzülen izlenimler de değildi. Bazı ezberlenmiş zırvaları tekrar ediyordu sadece bu “arkadaşım.”
Suratına sağlı sollu iki tokat aşk etmeyi düşünmedim değil ama öyle bir şey yapsaydım haksızken haklı çıkacaktı. Söylediği şeyleri “çürütmeye” çabalamak da onun dümen suyuna girmek olacaktı. Ona aykırı şeyler söyleyecek olsam bile kendi zehirli diline hapsedecekti beni de.
İçimdeki öfke topu, tıpkı çizgi film karakterlerinde olduğu gibi kafamı büyütmüştü sanki. Kafam zonkladı, güp güp atan bir kalp gibi. O siktiri boktan tiradını bitirince, dümdüz bir sesle, “Ben Aleviyim” dedim ve yüzüne, gözlerinin ta içine baktım.
Sıra ondaydı, o da gerçekten çizgi film tiplerinde olduğu gibi kıpkırmızı oldu bir anda. Benim istediğim de buydu zaten. Utanmasını istemiştim.
Özüre benzer bir şeyler geveledi. Ve çok şükür ki kısa bir süre sonra hayatımdan tamamen çıktı.
16.Ağustos.23
Okan Çil, Üvey adlı romanında (Oğlak Yayınları, 2022) İzmir’in Karabağlar ilçesini bir roman kahramanı haline getirmiş. Semtin değişimiyle birlikte arka planda bütün bir memleket tarihi akıyor: Göçler, mübadele, 31 Mart ayaklanması, darbeler, dindar nesil yetiştirme seferberliği, kentleşme (betonlaşma mı demeli?), aşklar, acılar…

Romanın ana hattı bir ailenin dört kuşağı üzerinden ilerlese de baş karakter Karabağlar. Bir roman kahramanı olarak Karabağlar da denebilir Üvey için.
18.Ağustos.23
Ecinniler dergisinin yeni sayısında (sayı 22-23, Temmuz-Ekim 2023), çevirmen Banu Karakaş’ın Alejandro Zambra ile yaptığı bir söyleşi var. İkili, Banu Hanım’ın yaşadığı Arjantin’de buluşup yüz yüze sohbet etmişler. Yaklaşık 30 dergi sayfası uzunluğunda bir söyleşi çıkmış ortaya.
Baştan söylemeli: Zambra’nın suçu yok. Ortada bir suç varsa bile bu Zambra’nın suçu değil.
Söyleşinin bir yerinde, Zambra “…ben Türkiye’deki edebiyatı tanımıyorum elbette…” diyor.

Abarttığımı düşünebilirsiniz, belki de kendime dert aradığım bir gündür bugün kimbilir, ama gerçekten üzüldüm. Türkiye’de yaşayan bizler dünyanın pek çok yerinden, farklı ülkesinden, pek çok farklı dilden sürüyle yazarın kitaplarının çevirilerini okuyoruz. Zambra’nın hemen her kitabı Türkçeye çevriliyor, okuyoruz. Fakat bizim edebiyatımızı Edirne’den öteye geçtiğimizde çok az kişi tanıyor. Çok üzücü bir durum değil mi bu?
Türk edebiyatı diyenlerin de Türkçe edebiyat demeyi tercih edenlerin de dert etmesi gereken bir sorun var ortada. Üstelik, diğer dilleri bilmem ama (muhtemelen pek çok dilde de böyle olacaktır), İngilizceye çevrildiğinde Turkish Literature olarak çevrilecek bir edebiyatımız var. Yani Türk-Türkçe ayrımı, çevrilince puf diye kaybolacak ortadan. Böylece yeni meselelerimiz olabilecek. Olabilirdi, daha doğrusu.
Sonra aklıma devletin bir kültür politikası olarak Türk edebiyatının başka dillerde tanıtılması konusunda bir şey yapabileceği geldi. Hemen sonra da dün akşam Trt-2’de izlediğim filmde, bir müze sahnesinde bir heykelin, çok afedersiniz, götünün mozaiklendiğini hatırladım. (Sinirden filmi izlemeyi bıraktım, oysa iyi bir filmdi.)
19.Ağustos.23
Dünkü meseleye ilave: “Türk kültür, sanat ve edebiyatının klasik ve çağdaş eserlerinin yayınevlerince Türkçe dışındaki dillere çevrilmesi, yayımlanması ve tanıtılması esasına dayalı bir çeviri ve yayım destek programı” olan Türk Edebiyatının Dışa Açılması (TEDA) projesi kapsamında 2005-2021 yıllarında 87 farklı ülkede, 60 farklı dilde tam 3.050 kitap yabancı okurla buluşturulmuş. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın istatistikleri böyle diyor.
Kültür Bakanlığı’nın sitesinde, yayımlanan bu 3.050 kitabın 3.000’i yayın kataloğu başlığıyla listelenmiş. Üşenmedim, siteye üç ayrı dosya olarak yüklenmiş bu kataloğa, üç ayrı listeye tek tek baktım. Hangi kitapların hangi ülkede yayımlandığı, yazarın ve çevirmenin isimleri ve kitapların kapakları paylaşılmıştı bu listelerde.
Ferit Edgü, Buket Uzuner, Gülten Akın, Ertuğ Uçar, Defne Suman, Oğuz Atay, Mehmed Uzun, Tahsin Yücel, Seray Şahiner, Orhan Veli, Sevgi Soysal, Haydar Ergülen, Ahmet Hamdi Tanpınar, Gülseren Budayıcıoğlu, Refik Halid Karay, Necati Cumalı, Hande Altaylı, Tuna Kiremitçi, Cemal Şakar, Metin Kaçan, Murat Menteş, İskender Pala, Ahmet Ümit, Vedat Türkali, Perihan Mağden, Orhan Pamuk, Orhan Kemal, Reşat Ekrem Koçu, Hatice Meryem, Nazan Bekiroğlu, Cemil Kavukçu, Yusuf Atılgan, Alper Canıgüz, Yekta Kopan, Elif Şafak, Aziz Nesin, Enis Batur, Nazlı Eray, Zülfü Livaneli, Sevim Burak, Cahit Külebi, Haldun Taner, Behiç Ak, Rıfat Ilgaz, Özdemir İnce, Mustafa Kutlu, Gülten Dayıoğlu, Hakan Günday, Aslı Perker, Nazım Hikmet, Mavisel Yener, Hüseyin Safa Ak, Nermin Yıldırım, Burhan Sönmez, Burcu Aktaş, Namık Kemal, Ayfer Tunç, Şeyhmus Diken, Oktay Rıfat, Fatma Aliye Hanım, Mario Levi, Adalet Ağaoğlu, Murat Gülsoy, Gülseli İnal, Ayşegül Çelik, İnci Aral, Selim İleri, Reşat Nuri Güntekin, Murat Uyurkulak, Oya Baydar, İhsan Oktay Anar, Halid Ziya Uşaklıgil, Şebnem İşigüzel, Fatma Barbarosoğlu, Necip Fazıl, Latife Tekin gibi pek çok yazarın kitapları çevrilip yayımlanmış.
Farkındayım, çok fazla isim saydım, ama çok yazar var çevrilen. Hepsini anmak mümkün değil burada. Yukarıda andıklarım arasında yok fakat çevrilen bazı yazarları ben hiç duymadım, olabilir tabii. Çevrilenler içinde çok iyi kitaplar, doğru tercihler de var.
Peki o zaman sorun ne? Zambra’nın suçu yok, onu söylemiştik, evet ama Zambra neden tanımıyor Türk edebiyatını? Çevrilen kitap sayısı mı az? Dağıtımda mı sorun var, okura mı ulaşmadı bu çeviriler? Yoksa Türk edebiyatı “zayıf” bir edebiyat mı? Nedir?
Zambra’nın Türk edebiyatını tanımasını nasıl sağlayabiliriz?
22.Ağustos.23
Aziz Gökdemir’in İmparatora Veda’sındaki İfe karakteri aklıma düşürdü. Ne zamandır okuyayım dediğim kitaba el attım. Başka kitaplarını da okumuştum Ümit Bayazoğlu’nun. Yazarın, bu toprakların “enteresan” karakterlerinin sivil portrelerine yer verdiği diğer kitaplarını zevkle okumuştum.
Ha, şimdi el attığım kitabı mı?
Alt başlığı Türkiye’nin “siyah”ları olan Arap Kızı Camdan Bakıyor kitabından (Aras Yayıncılık, 2022) bahsediyorum.

Bayazoğlu bu topraklardaki köle ticaretinden açıyor, Osmanlı’daki haremağalarından bahsediyor, oradan halk masallarındaki ve edebiyatımızdaki siyahi temsiline el atıyor, İzmir zencilerine ve Dana bayramlarına uzanıyor, bazı edebiyatçılarımızın ırkçılıklarını faş ediyor… Velhasıl meraklısı için çok güzel derlenmiş bir demet sunuyor.
24.Ağustos.23
Bu tür sorularla çok sık karşılaşırız, “bu mu o mu?” sorularından bahsediyorum. Daha ömrümüzün ilk yıllarında başlar: “Anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı?”
Şıklar ikiyle sınırlandığı için dünyanın en sevimsiz sorularıdır bunlar. Çünkü her zaman üçüncü bir seçenek vardır, başka bir alternatif muhakkak bulunur. Yanıt vermek zorunda olanın aklı ve gönlü şıkların ikisinden yana da olabilir. Ki bu da üçüncü bir şıktır.
“Messi mi Ronaldo mu?”
“Fener mi Cimbom mu?”
“Tolstoy mu Dosto mu?”
Üçü de karakolda bitecek tartışmalara zemin hazırlayan bu soruların ilkinde şıklardan birini seçmek çok kolay benim için: Elbette Messi.
İkinci ve üçüncü sorularda da işim çok kolay.
“Fener mi Cimbom mu?” sorusuna nasıl yekten “Elbette Beşiktaş” diyorsam, Savaş ve Barış’ı okumakta direttiğim bugünlerde “Tolstoy mu Dosto mu?” sorusuna da “Elbette Anton Pavloviç Çehov” diyorum.
Bir fani tarafından değil de her şeyi bilen, her şeyi gören, kadiri mutlak bir tanrı tarafından yazılmışa benzeyen bu geveze metni bitirebilirsem, kusura bakma hacı Tolstoy, sevgili doktorun kollarına atacağım kendimi.

Tereddütsüz yanıtlayacağım başka bir soru da şu olurdu, eğer soran olsaydı: En sevdiğin polisiye yazarı kim?
Gerine gerine şöyle derdim: Elbette Petros Markaris!
221B dergisinin yeni sayısında (sayı 39, Temmuz-Eylül 2023) Markaris’le yapılmış çok güzel bir söyleşi var. Markaris’in söyleşilerinden her zaman bir şeyler öğreniyorum ve şu hayatta tanışmak istediğim tek yazar olabilir kendisi.
Özlem Özdemir güzel sorular sormuş Markaris’e. Bir de sürpriz var ki söyleşide, günümü şenlendirdi: Komiser Haritos romanları diziye çekiliyormuş ve Netflix’te gösterilecekmiş!
25.Ağustos.23
Edebiyat günlükleri, yazarların günlük yaşamlarını, düşüncelerini, duygularını, deneyimlerini ve yaratıcı süreçlerini kaydetmek için kullandıkları türdeki günlüklerdir. Bu günlükler, yazarın kişisel deneyimlerini ve iç dünyasını yansıtan önemli belgeler olabilir. Edebiyat günlükleri, yazarların yaratıcı ilhamlarını yakalamak, yazma pratiği üzerine düşüncelerini kaydetmek, karakter ve hikayeler oluşturmak için fikirler geliştirmek ve genel olarak yazma becerilerini geliştirmek amacıyla kullanılır.
Edebiyat günlükleri, yazarların kendilerine özel bir alanda düşüncelerini serbestçe ifade etmelerine ve yaratıcılıklarını beslemelerine yardımcı olabilir. Bu günlükler, zaman içindeki değişimleri, yazarın eserlerini nasıl geliştirdiğini ve yazma sürecindeki zorlukları gözlemleme imkanı sunabilir.
Edebiyat günlükleri, sadece yazarlar için değil, edebiyat ve yazarlıkla ilgilenen okuyucular için de ilginç ve değerli kaynaklar olabilir. Bu günlükler, yazarların düşünsel evrimini ve yaratıcılık süreçlerini anlamak için bir pencere açabilir.
Özetle, edebiyat günlükleri yazarların kişisel deneyimlerini, düşüncelerini ve yaratıcı süreçlerini kaydettikleri önemli yazılı belgelerdir.
***
Yukarıda okuduğunuz kısa metin, “edebiyat günlüğü nedir?” soruma ChatGPT arkadaşın verdiği yanıt. Doğrusu fena değil ve ekleyecek pek bir şey yok.
Bu, benim yazdığım 200. Dünlük. İlk Dünlüğü 2015 Temmuz’unda yazmıştım, demek ki tam 8 yıl geçmiş. İşe bakın ki bugün doğum günüm!
Devlet Bahçeli gibi cambazlık edip yukarıdaki sayılarla 40’a ulaşabilirdim. Sevimsiz olurdu elbette.
Sözün özü şu: 200. Dünlüğü yayımladığım bugün, 40. yaşımın ilk günü aynı zamanda. İnsanlık için hiçbir önemi yok, benim için biraz da olsa var.
Klişeyse klişe: Zamanın geçişi gerçekten tuhaf. Geride bıraktığım 39 yıl nerede? Bunu anlamak mümkün değil. O 39 yılda ağladığım, güldüğüm, beni mutlu eden ya da kahreden şeyler, olaylar, insanlar nereye gittiler? Hiçbir iz yok neredeyse. Çok tuhaf çok.
“Hiç yaşamamışız gibi olacak sonunda” deniyor ya bir Ezgi’nin Günlüğü şarkısında. Öyle olacak galiba.
Öte yandan, yirmili yaşların zihinsel kasveti de dağılıyor yaş ilerledikçe. O yaşlarda her şey ne kadar da büyüktür. Büyük büyük duygular, heyecanlar… Şimdi bana sis biraz olsun dağılmış gibi geliyor, sanki görüş alanım genişlemiş, hatta bir şeyleri gerçekten anlamaya başlamışım gibi hissediyorum. Fakat nedir anladığın diye sorsanız tam olarak söyleyemem.
Haraptarlı Nafi’nin dediği gibi, “Hayat nedir diye sorarsan, bilmiyorum evlat; sormazsan biliyorum…”
Neyse…
Madem ölmedik, işimize bakalım.

Geçenlerde bir arkadaşım, yazdığı yazıda, yaşadığı ilden “şehrim” diye bahsetmiş. İmrendim doğrusu. Daha önce de söylemiştim, yaşadığı yeri sevenleri, sahiplenenleri ben de severim. Bu bir yeri memleket edinmektir, orada doğup doğmamış olmanın da bir önemi yoktur.
Fakat arkadaşımın “şehrim” sözünü okuyunca içim cız etti. Çünkü benim şehrim neresiydi? Doğduğum, ömrümün ilk 18 yılını geçirdiğim Kınık ve Bergama mı? Yoksa son birkaç senesi, bırakın sevmeyi, ona katlanmakla geçen ve 21 yıldır yaşadığım Ankara mı?
Cemal Süreya’nın dediği gibi, bir üvey anadan fazlası oldu mu bana Ankara? Sanmıyorum. Ankara için şehrim diyemem. Sokaklarını bilmiyorum, caddelerini bilmiyorum, ilk kez burada aşık olmadım, ilk biramı burada içmedim, ilk kavgamı burada etmedim. Süreya’nın aynı şiirde dediği gibi, “Bir kent değil burası, bir acenta dizisi, / Bir işhanı, bir umumi mümessillik belki.”
Kavafis’in meşhur şiirinden mülhem, benim arkamdan gelecek şehir hangisi?
Galiba en çok Kınık. Orası benim vatanım. En güzel uykularımı uyuduğum, kendimi en huzurlu, en rahat hissettiğim yer.
Kendimi tanıtmak için “Bahçıvan Alüş aganın torunuyum” ya da “Ahmet Çalı’nın torunuyum” dememin, yeryüzünde yeterli ve geçerli olduğu tek yer.
Ayrıca, siz şimdi benim tarafsız olamadığımı, hatta vıcık vıcık bir memleket romantizmi yaptığımı düşüneceksiniz ama bilen bilir: Türkiye’nin en güzel gazozu ve dünyanın en güzel meyhanesi Kınık’tadır.
…198, 199, Dalya!
Onur Çalı
Tolstoy mu Dostoyevski mi sorusuna cevabım: Tolstoyevski
nicelerine diyelim.
nicelerine diyelim