Yıllar var geride kalan; gençliğimi, görüp sezdiklerimi yazarak ve anlatarak geçirdim. Pişman değilim. Bedellerini üstlenerek, tarihsel aydın kuşağımızın direncini kanımda hissederek yürüyorum. Çeşitli gazeteler, internet mecraları; ardından da Eylül 2018’de başlayıp Haziran 2022’de son verdiğim Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığı macerası… Soluğum kesilince, bir ağacın gölgesine sığınıyor, düşünüyorum. Düşünürken yeni sorular doğuyor; yeni sorular yeni okumalara, yeni okumaların zihnimde canlandırdığı fikirler de dolup taşan not defterlerine dönüşüyor, tazeleniyorum. Hayatın diyalektik akışı bu; servet, mal mülk, makam mevki peşinde koşanlar için, bir ağacın gölgesinin taşıdığı anlamı ya da bir ağaç yanarken içimizde büyüyen eşzamanlı yangını anlamak kolay değil. Olsun, biz anlatalım.

Anlatmak için yollar belli. Yazmak bunlardan biri. Haziran 2022’de düzenli yazılara son verdiğime göre, epey zaman geçmiş. Yazmayı özledim. Söyledim az önce, arada defterler doldurdum, notlar tuttum elbette; fakat yazma eyleminin bireysel olarak yazarın defterine hapsedilecek bir tutum ya da sır olmadığını, kamusal bir anlam taşıdığını belirtmeme gerek yok kanımca. Okura, okur yazar kamusuna açılmadığı sürece yazmak, bireyin, sığınağında kendi gölgeleriyle, hayaletlerden oluşan bir toplulukla konuşma biçimi. Oysa benim için yazmak, kamuyla konuşma, kamuya seslenme biçimi bir yandan da. Bu ayak olmayınca eksik kalıyor. Yan yana getirdiğim harflerin başka bir göz tarafından okunması, o başka bir çift gözün düşüncelerini tetiklediği zihinde, onun öznel deneyimiyle, birikimiyle, duygu durumuyla etkileşime girerek kendisini yeniden anlamlandırması gerekiyor. Hayaletlerim bana yetmiyor. Dag Solstad’ın Mahcubiyet ve Haysiyet adlı romanına ileride döneceğiz ama, Elias Rukla gibi, kişinin başkalarına seslenmeye çalıştığında kendi kamusunun kalmadığını fark etme olasılığı ve ona dayalı hayal kırıklığı da, her başlangıçta beni ürkütüyor. Göreceğiz. Öyle olursa, hayaletlerimize döneceğiz.

Fakat yazma eyleminin kendisini de mutlak bir değer haline getirmemek gerekiyor. Yazmayı özledim dedim; iyi ama ne yazmayı? Yazma eyleminin kendisi, başlı başına yüceltilecek bir şey mi? Geçenlerde, bizim ütopyacı geleneğimizin birçok izini bir arada barındırdığını düşündüğüm Nesin Vakfı’nın Matematik Köyü’nü ziyaret ettim, etkilendim kuşkusuz ki. Sonra çıkışta, Sabahattin Ali’nin Çirkince adlı öyküsünde anlattığı Şirince Köyü’nün içine bıraktım kendimi. Sıra sıra tezgahlar, dükkanlar arasında bir yazı dikkatimi çekti: Alın yazısı dışında her türlü yazının yazıldığını söylüyordu özetle. Hoşuma gitti. Eylemli düşünmenin en önemli yanı, toplamadan çok çıkarma işlemi gibi gelmiştir bana. Bilgi, akış bombardımanı altında zihinleri tarumar edilmiş kuşaklar için, yazma eylemi bir eksiltme ve seyreltme, bu sayede yerin altına iyiden iyiye gömülen bir cevheri görünürleştirme amacı gütmeli. Düşündüm. Demek ki bu esnaf, Katip Bartleby gibi, yapmamayı tercih edeceği şeyi öncelikle belirterek işini tarif ediyor. İçerik size kaderci gelebilir; fakat mesele ölçü koymak değil midir? Yürümeye devam ettim, kendime sordum: “Senin yazmamayı tercih edeceğin şeyler neler?” Sonra bir liste oluştu zihnimde, kendi istisna listemi serinleyen havada bayrak gibi salladım, yüzümde beliren tebessüm eşliğinde. Dedim ki; ben sahte ihbar ya da iftira mektupları yazamam, başkasının fikrini çalamam, haksız soruşturmaları kağıda dökemem; gazeteciyi, siyasetçiyi, aydını fikirleri nedeniyle zulme, baskıya uğratmayı sürdürecek kararlar alamam ya da zulmü, haksızlığı aklamak için, haysiyeti beş paralık edecek bir hayat yaşamak için köşesiz yazılar yazamam. Öyleyse yazmayı özlemek, yazarın sesleneceği kamuyu özlemesiyse bir yandan; içerikte de etik bir çizgi çekmek, neleri yazmayacağını bilen bir okur kitlesinin yalnızlığına son verecek bir arkadaşlık istemi bir başka açıdan da. Dostluğunuza bu noktadan ve çizgiden itibaren talibim bu mecradaki yazılarla.

Susma Biçimleri

Düşünmeye devam ettim. Yazma eyleminin kendisi kadar, susma ve konuşma eylemi de içinde gerçekleştiği koşullara ve duyular aracılığıyla aktarılma biçimine göre bir anlam kazanıyor.

Mesela 12 Eylül darbesinin ağır baskı ve zulüm koşullarında, işkence tezgahlarında susanların, ser verip sır vermeyenlerin hikayeleri önce kulaktan kulağa, sonra kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Duymuşuzdur ya da okumuşuzdur. Demek ki darbe ve işkence koşullarında ağır zulme ve baskıya rağmen susmak bir direnme biçimidir, öyle görülmüştür. Oysa bir de günümüzdeki baskılar, haksızlıklar; memleketin kaderinin keyfekeder atılan zarlara göre belirlenmesi karşısında susma eylemi vardır ki, kısmen anlaşılır ve insani olmakla birlikte, alkışlanabilecek bir yanı yoktur. Susmak var, susmak var. Susmak da yazmak gibi, yerine göre direnmenin ve yerine göre teslimiyetin dışavurumudur. Ve kimi durumlarda ise, taarruzdaki bir kalemin, ileriye hamle ve atılım yapmış bir zihnin, yenilginin ve dağınıklığın boyutlarına göre sessizliğe sığınması, çıktığı ilk noktanın gerisine düşmeyecek şekilde ricat hattında gerilemesi, çekildiği sığınakta yenilenerek güç toplaması söz konusu olabilir. İşte susma eyleminin kendisi bile, bu satırların yazarının geçmiş yazılarında, akış karşısında sergilediğimiz tutumlara “kaçış, direniş, teslimiyet” adını verdiğini, hayatın bu üç tepki biçimi etrafında dönenip durduğunu söylediğini anımsayanlar için bu üçlü çeşitliliği barındırabilecektir. İlerleyen haftalarda bu köşede bunun örneklerini eylem biçimleri yerine yine edebiyat ve sinema eserleri aracılığıyla tartışacağız, endişeniz olmasın.

Yazmak dedik, susmak dedik; eylemlerin kendisine değil de içeriğine ve işlevine odaklanan bir etik çizgi çektik. Ya konuşmak, bu söylenenlerden muaf mıdır? Hayır. Duyar gibi oluyorum sizi, ki haklısınız, yazmak da susmak da bir konuşma biçimidir. İtirazım yok; asıl meselem başka. Popüler sinema aracılığıyla örneklendireyim. Denzel Washington ismini duymuşsunuzdur. 1999 yapımı, çok sevdiğim bir filmde (Onaltıncı Raund) Kasırga lakaplı boksör Rubin Carter’ı canlandırır. Carter ırk ayrımcılığına maruz kalmış, haksız yere üzerine yıkılan cinayet sonucunda hapsedilmiştir. Cezaevinin kendi akışı vardır, rutini dayatılmıştır. Direnir bu akışa. Tek tip üniformayı reddeder, hücre cezası alır. Çıktığında ilk işi, kravatını bağlamak olur. Kazanır. Gündüz değil gece yaşar hücresinde. Yalnızlaşır; akışa direniş ile akıştan kaçış diyalektik bir dans biçiminde Kasırga’nın tutunmasına eşlik eder. Fakat bir nokta vardır ki, Sisifos aşamasıdır. Kişi, kayayı yukarı taşır, aşağı yuvarlanan kayayı yeniden, yılmadan yukarıya ulaştırır bu akışta; fakat güç giderek azalır, inanç yitirilir. O nokta tehlikelidir. Kopuş momentidir. Albert Camus ve absürt felsefesini okuyanlar bilir. Bir akşam Kanada’daki aydın/diğerkam dostlarını arar Carter, telefonu Lisa açar. Tek cümledir söylediği, Lisa sarsılır. Telefonu kapatır ve Carter’ın cümlesini aktarır: “Artık hapis yatamayacağını söyledi.”

Kasırga

Bu cümle bir konuşma eylemine dayanır. Fakat anlamı, sesteki titremeye, seslendirildiği koşullara, geriye dönük biriken tarihsel olay örgüsüne göre değişir. Konuşma yüz yüze olsaydı, belki sesteki titremeye değil, bakışların kırılganlaşıp kaçırılmasına, ardından yavaşça aşağıya süzülen birkaç damlaya da odaklanabilir, eylemin anlamının sadece konuşmaya dayanmadığını, tüm duyuların birlikte, duygu ve anlam için iş birliği içinde hareket ettiğini söyleyebilirdik. Ancak konuşma telefondadır, yine de yeterlidir.

Birisi telefonda artık hapis yatamayacağını söylerse, “akış” dediğim rutine karşı gösterdiğimiz üç tepkiden birinin gündemde olduğunu, yani söyleyene göre üç farklı anlam taşıyabileceğini düşünebiliriz: Kişi bu cümleyi kurarak ya Esaretin Bedeli’nde Shawshank Hapishanesi’nden kaçmayı başaran Andy Dufresne gibi akıştan, bu örnekte haksız hapis cezasından kaçmayı deneyeceğini, ya yaşamına son vereceğini ya da uğradığı haksızlık karşısında, haksızlık giderilene kadar direneceğini, oradan çıkacağını ima etmektedir. Sanırım sınır noktada olduğunu Kanada’daki dostlarına söyleme ihtiyacı duyması, ikinci seçeneğe yaklaşmasındandır. Ama bunu telefonla aktarması, üçüncü seçenek için yardım çağrısı, harekete geçilmesi için imdat frenidir; tükeniş ile son umut arasındaki bocalamada tutunma arzusunun dışavurumudur. Öyleyse konuşma, yardım çağrısıdır. “Tek başıma yapamıyorum”dur; direngen Carter, kalem ve akılla hayata tutunan aydın dostlarıyla yolları birleştirme arzusundadır. Carter, ezilen halktır; Kanada’daki dostları, ezilen halk için çalışanlardır bu temsilde. İkisinin birliğinden, birbirine eylemli yaklaşmasından çok sonuç çıkacaktır.

Bugün böyle başladık.

“Öyleyse yazmak, susmak ya da konuşmak bir direnme biçimi de olabilir, bir teslimiyet içeriğinin biçimsel kılıfına ya da kaçışın eylem tarzına da dönüşebilir,” diyerek. Her eylem, taşıdığı içerik ya da seslenip etki ettiği nitelik aracılığıyla sınanır. Bunu akılda tutmak, yazmayı ya da konuşmayı fetiş eylem biçimlerine de dönüştürmemek gerekir. Okuma yazma oranının insanlık tarihinin, hiç değilse kendi gerçekliğimiz özelinde Türkiye tarihinin en yüksek seviyesine ulaştığı bir dönemdeyiz. Fakat başka bir gerçekliğimiz daha var: Yazar sayısının hiç olmadığı kadar arttığı, okur sayısının ise giderek düştüğü koşullarda yazıcının görevi, bu uçurumu kapatacak yollar aramak da olmalıdır. Bu yolları arayan her yazar, kendisinin daha iyi yazmasının önünde engele dönüşen maddi ya da psikolojik koşulları sorgulamaktan tutalım da, yayıncılıktaki tekelleşmeye, ideolojik alandaki tahribata, okuyucuların kitap almasını iyiden iyiye engelleyen olumsuz maddi koşullara, kültür endüstrisini kemiren ahbap-çavuş ilişki ağlarına kadar uzanan bir alanda politik ve sosyal gerçeklik duvarıyla yüzleşecektir.

Haklısınız: Yazmak, yalnızlığı çağırır; zihnimizdeki kalabalık, verili gerçeklikten soyutlanma saati gelince, harflerin anlamlıca dizilişi için kendi alanını açar, ite kaka sıranın önüne doğru geçer. Ancak yazma eyleminin yalnızlığı, okuma eyleminin tükenişi ya da içeriğin nitelikçe daha eski akıl yürütme biçimlerine doğru geri çekilişi karşısında kolayca sürdürülebilir değildir. Yazar, toplumsal koşullardan kendisini ne kadar soyutlayabilir? Kendi bireysel buhranları ve yabancılaşma saptamalarıyla, nereye kadar bu toplumsal koşullara etki edebilir?

Evet zor zamanlar; evet, karamsarlık ve ümitsizlik bir kara kalem eliyle çiziliyor hayat sahnemize. Yine de yazar, yazma eylemindeki yalnızlığını, toplumun kaleme, kitaba yatkın kesimlerinin içine düştüğü umutsuzluk ve dağınıklık anlarında beliren yalnızlıkla bütünleştiremez. Görevimiz köprü kurmaktır. Telefonun bir ucunda Kasırga Rubin Carter, diğer ucunda Lisa vardır. Köprü kurulacaksa eğer yazar ile okur arasında, yeniden bir okur yazar kamusu oluşturmanın kanallarını aramak, geçmişe bakmak, yüz yüze gelmenin, konuşmanın, dayanışmanın koşullarını oluşturmak gerekir.

Umarım bu köşede yazacaklarım sayesinde birlikte düşünür ve birlikte umutlanırız.

Not: Başlık nedeniyle John Berger’e, Görme Biçimleri’ne de selam verelim bugün.

Bana ulaşabilirsiniz:
yildirimdeniz1979@gmail.com