Leyla Bektaş Ata, Defne Karaosmanoğlu ve Bahar Emgin tarafından hazırlanan “Bu Ev İşlerini Kim Yapıyor Kuzum?” adlı çalışma, geçtiğimiz günlerde İdealkent Yayınları tarafından yayımlandı. 1930’lu yıllardan 2020’li yıllara kadar gelişen teknoloji çağında eril düzen egemenliğindeki kadınlık tezahürlerinin incelendiği geniş bir dönemi konu alan çalışma birçok alana kaynaklık edebilecek nitelikli ve dikkat çekici bir çalışma.
Yazarlar, çalışmanın şekillenme sürecinin ve yola çıkış noktasının Leonore Davidoff’un haklı bir sitemi olduğunu belirtmişler. Bu haklı sitem, bilim ve teknolojideki gelişmelerde cinsiyetçi güç ilişkileri eleştirilirken bu durumun teknoloji ve erkeklik arasındaki apaçık ilişkinin altını oyduğunu içermekte. Nitekim zamanla kadınlara, evdeki işlerinde büyük kolaylık sağladığı düşünülen elektrikli mutfak aletlerinin az emekle çok iş, ev işlerinin zevkli hâle gelmesi gibi bir etkisinin olmadığı çeşitli araştırmalarla belirtilmiş. Bu araştırmalarla ortaya konan sonuçlara göre kadınların iş hayatında daha aktif rol almaları, ev işlerine ayrılan zamanı azaltan asıl faktör. Hatta kadınlara bunca kolaylık ve zaman vadeden ev teknolojilerinin “kadının emeğinin görünmezliğini” artırdığı söylenmekte.
Kitabın giriş bölümünde teknoloji ve toplumsal cinsiyet üzerine notlar verilmiş. Kitabın içerisinde kullanılan görselleri, çözünürlüğü yüksek bir ortamda görmek isteyenler için karekod uygulaması da mevcut. Diğer bölümlerde, dönemler (1930-1950, 1950-1970, 1970-1990, 1990-2000, 2000-2020) halinde, asrileşen sistemdeki cinsiyet faktörü; dönemin haberleri, gazeteleri, dergileri, filmleri, reklamları ve karikatürleri üzerinden detaylı bir medya arşiviyle verilmiş. Yazarlar hakkındaki samimi notlar da cabası.

Kurgu dışı olmasına rağmen çalışmadaki akıcılık had safhada. Kollektif bilincimizle bunları bilip hissetmek bir yana, böyle derli toplu bir biçimde okumanın psikolojik olarak ne kadar hırpalayıcı olduğunu da belirtmek isterim. Varlığının bütün ereğinin iyi bir ev kadını olmaya bağlandığı bir süreç bu. Öyle göreceli falan da değil üstelik; bakımlı olacaksın, zayıf olacaksın, yemeğinden çamaşırına, ütünden ev temizliğine her şeyin jilet gibi olacak. Çocuk doğuracaksın muhakkak. Öyle istiyorum ama olmuyor gibi bir sağlık sorunu… Sanmıyorum ki kabul göresin. Ya da ben çocuk istemiyorum; kendimi çocuk yetiştirecek bir kalıpta, hazır bulunuşlukta hissetmiyorum ya da –haşa– çocuk sevmiyorum, bunlar asla kabul edilebilir şeyler değil! Çok iyi bir anne olmalısın, oğlun varsa asla evde iş görmemesi gerektiğini bilecek, herhangi bir ev işini yapmaktan imtina edecek, kızın varsa daha önemli zira “anasına bak kızını al” (Değil mi ama şekerim?). Mesela sokağa çıkma meselesi, Faruk Nafiz Çamlıbel demiş ki:
“Sokağa kadın yalnız sokak olduğu için değil aynı zamanda sokağın evle alakası bulunduğu için çıkmalı” (s. 41).
Yani deterjan bitmiştir, un alacaksındır, kocanın sevdiği tatlıdan yapman için fındık lazımdır gibi sebeplerle sokakta da salt kendin olarak var olamamanın normalleştirilmesi, inanılmaz bir sistem. Ev kadınlığı her ortam ve şartta muhafaza edilmeli. Hemcinslerime de kırılmadım değil. Darülbedayi’de oyuncu olan Bedia Hanım demiş ki:
“Kadın her şeyden evvel kadındır; avukat, doktor, san’atkar, ne olursa olsun. Evinin tanzimini, çocuğunun yaşayışını, mutfağının nezafetini hizmetçilerin zevkine bırakan kadını anlamam. Arkasına bir gecelik dikemeyen, masasına bir örtü işleyemeyen, diktireceği elbisenin şeklini terziye tarif edemeyen kadın mesleğinde çok yüksek de olsa bence sıfırdır.” (s.43)
Açık kalp ameliyatından çıkmışsın misal dolaşım sisteminin ve kalp damar sisteminin karmaşık ilişkisinde dolambaçlı zorlu yollardan geçmişsin ve bir hayat kurtarmışsın; eve gelip arkana gecelik dikemiyorsun ve hoop kadınlıktan atıldın. Geçmiş olsun. Boş ver bilimi falan sen kendine, kocana bak. Kremler kullan, kullan ki kocan evden çıkmasın. Hem en iyi jimnastik ev işi; bir taşla iki kuş. Bakmayın, çok kırıcı şeyler bunlar.
Kitabı okurken hep anneannemi düşündüm. 11 yaşında ilkokulu bitirip “ev kızı” olmayı seçen ve bunu hayatının en büyük övünç kaynağı hâline getiren anneannemi. İlkokuldan sonra iyi bir ev kadını olmak için kendi seçimiyle “ev kızı” olan, nakış dersleri alan anneannem. Biçki-dikiş, yemek, temizlik ve adabı muaşeret hususunda kendini epeyce geliştirmiş olan bu kadın, bütün hayatını da bu uğurda şekillendirdi. Küçüklüğümde anneannemin düşmeleri ve hastaneye götürülüşleri çok canlıdır belleğimde ve hepsi temizlik uğrunadır. Çamaşır suyu zehirlenmesi, mutfak dolaplarını silerken tezgâhtan düşüp kolunu kırma, çamaşır ağartırken ellerde açılan yaralar… Elbette Singer dikiş makinesi evin neşesi ve kırık döküldüyse hemen Gırgırla. Dedemin yanında bacak bacak üstüne atmışlığım yoktur mesela. Öyle ayakları uzatmak falan… Köşede delici bakışlarıyla anneannem belirir, delirdin sen herhâlde! Yemek yerken iki elin de masada olacak, ağzında bir şey varken asla konuşamazsın, ayakta yemek yiyemezsin, eline sağlık dediğini duyamadım? Bir de sloganı vardı: Yaptığın banaysa öğrendiğin kendine. Bunlar güzel şeyler elbette, bir zararını görmedim. Ama tüm bu yükü ve aktarımı kadınlara yüklemek büyük haksızlık doğrusu. Nitekim şimdilerde 87 yaşında olan anneannem rüyayla gerçeği ayırt edemediği bazı sabahlarda; babanızın gömlekleri hazır mı, arka balkon yıkandı mı, sen suyu koy ben sileceğim gibi şeyler söyleyerek uyanıyor. Belleğindeki en canlı anılar, temizlik, temizlik markaları, tencere markaları, ev aletleri, gittiği kabul günleri, kumaşlar, pazenler… Bir ömür böyle geçmiş diyebilirim. Bunun böyle olmasını tasarlayan derin bir geçmiş var nihayetinde.
Kitapta reklamların yer aldığı bölümler de oldukça dikkate değer. Buzdolabının ülkeye gelişi ve pazarlanışında hedef kitlenin kadın, ürün alıcısının erkek olduğu saptanmış. Reklamlarda kadınların çocuklarına daha sağlıklı bir beslenme, eşlerine daha taze yemekler sunmak için buzdolabına ihtiyaçları olduğu verilmeye çalışılmış. Buzdolabı almak için gerekli olan finansal desteğin erkekten, duygusal desteğin ise kadından sağlanması için gerekli olanlar ziyadesiyle yapılmış; erkekler ve çocuklar bireyselliğinde kendilerine en iyi koşullarda hizmeti hak ederlerken kadınlar bu hizmet sisteminin en temel toplumsal araçları olarak yerlerini almışlar. Krem reklamlarında dahi ürünün direkt muhatabı olan kadınlar değil “kocaları evde tutmak için” bir bakım aracı olarak erkekler konu alınmış. Bütün bunların ötesinde ev aletlerinin vadettikleri özellikle kadın dünyasını büyük ölçüde etkilemiş.
Kitabın en vurucu noktalarından biri de evin/mutfağın anlam üreten yönünün ıskalandığının vurgulanması olmuş. Kadınlar yıllarca eş-çocuk-ev halesinin merkezinde, kendi var oluşlarını gerçekleştirmeyi düşünmeden, asla dahil olamadıkları bir teknolojik gelişim sürecinin tüketicisi konumuna yerleştirilmişler. Bu bağlamda medyanın gücü “romantik anlatılarla pazarlanan” bu ev aletlerinin anlamını ve önemini artırmış. Sınıfsal farklar, çalışan/çalışmayan kadınlar, evlenmiş/evlenmemiş kadınlar, sanatçı kadınlar farklı koşullarda aynı amaçla edinilen/ edinilmek istenen bu aletlerin yıllar içerisindeki gelişmeleri, kadınların bu alandaki rolleri ve son yıllarda medya gücüyle erkeklerin –eğlence amaçlı bir görünümde olsa da– dahil edildiği bir dünya olarak ortaya konmuş.
“Bu Ev İşlerini Kim Yapıyor Kuzum?” yakın tarihe tanıklık olanağı sağlarken edebiyat, sosyoloji, psikoloji gibi birçok alana da kaynaklık edebilecek bir kitap. Günümüze bakıp bir değerlendirme yapmaya çalıştığımda “değişen ne çok şey var” ve “değişmeyen ne çok şey var” ikilemi arasında sıkışıp kaldım. Zamanın Bosch bulaşık makinesi ve çamaşır makinesi TV reklamlarında, “maaile salonda sosyalleşirken bulaşıkla uğraştığı için bebeğinin ilk adımlarını kaçıran, ziyaretine gelen arkadaşının yanında ev ahalisinin oradan buradan attığı çamaşırları makineye yerleştiren ve bu esnada da ev işlerinden konuşan” (s. 412) kadınlardan söz edilir.
Bugün de bu kadınlar içimizde ve her yerde.
Güzel Zeynep Tunçok