
Saç, kıl, makas hikâyeleri kabak tadı verdi, dedi arkadaşım, değişik bir şey anlatacaksan eyvallah, ama harbiden sıkıldım artık. Bugün keyfi yok anlaşılan, dökülüyor. Gözaltı torbalarından belli, uykusunu alamamış. Akşam fazla kaçırdı herhalde. Başı ağrıyor, suratından belli. Sarhoşluğu değil de uykusuzluğu çekilmiyor. Çay bahçesinde oturma isteği de ondan geldi. Böyle durumlarda onu lıkırdatmak pek kolay olmuyor. Sen de haklısın, dedim, ama bu Makasçı Kâmil’in berberlik ya da terzilikle ilgisi yok; makas da o bildiğin makas değil. Çok da umurumdaydı der gibi dudağını büzdü. Yine de o kadar kayıtsız değil, devam etmemi ister gibi baktı. Eskiden otobüs ve kamyonlarda amortisör yerine kullanılan çelik şeritlere öyle deniyordu ya, dedim. Omuz silkti, ilgisini çekmemişti. Konumuz makaslar değil, Kâmil bu işi yaptığından makasçı olarak tanınıyor, sanayi sitesinde ün yapmış biri. Delikanlılık raconunu da iyi biliyor, ünü biraz da buradan, çevresinde sevgi ve saygı görüyor. Bununla ilgili küçük bir örnek vereyim, dinle; Kâmil oğlunu ilkokuldan sonra okutmamış, mesleğini öğretmek için yanına almış. Evde sert, çatık kaşlı, gözleriyle komut veren, eli ağır kodumu oturtan, çocuk terbiyesi konusunda örnek gösterilen bir baba. Hiç beklemediği bir anda babası ustası olunca çocuğun korkusu ikiye katlanmış. Öyle ya, bir yere çırak verirlerken ‘eti senin kemiği benim’ denir ya, burada et de kemik de onun. Kim bilir ne sopalar yiyeceğim diye düşünmüştür. Ama dükkânda evdekine benzemeyen bambaşka bir adam görünce -hatta şaşırmış bile, bu benim babam mı diye- biraz rahatlamış. Konuşkan, şakacı, onun yaşlarındaki kahveci çırağının bile korkmadığı biri. İlk günden itibaren baba-oğul değil, usta-çırak olmuşlar artık. Dükkânı süpür, fazlalıkları kaldır, çekici ver, bana bir çay söyle -ona bir gazoz, yok- buyurgan ama sert değil. Eve gelince usta dışarıda kalıyor, yine gözleriyle komut veren sert baba geri geliyor. Evde değişen bir şey yok.
Buraya kadar yüzündeki sarkmış çizgilerde bir hareket olmadı; gözleri hâlâ kısık ve yüzü limon yalamış gibi. Muhabbetin sarıp sarmadığını anlamak için, Çay içmiyor muyuz? dedim ve cevabını beklemeden elimle kahveciye iki çay işareti yaptım. Eee? dedi arkadaşım, gözleri biraz aralanmış, muhabbete ısınmaya başlamıştı. Çırak olup sokaklara, oyunlara veda edince kendini büyümüş olarak görmüş ya, sanayideki çırak akranları gibi sigaraya başlaması şart olmuş. Ama bu, askere gidene kadar babadan gizlenecek, o tahmin etse bile (Makasçı Kâmil’in gözünden kaçmaz bunlar, oğlunun ilk sigarayı içtiği gün ne bok yemeye başladığını o dakika anlamıştır) asla yakalanmayacağı gibi paketi de iyi saklayacak. Yoksa -sigara içtiğinden değil ha, babaya saygısızlıktan- bir araba sopa yemesi işten değil. Arada canı çekince -yeni edindiği arkadaşlarının yaptığı gibi- çişim geldi deyip izin istiyor, dükkândan çıkınca doğru umumi helaya gidiyor ve kabine girip içeride içiyor sigarasını. Açık alanlar çok tehlikeli, bir gören olsa anında yetiştirir babasına, adı gibi biliyor. Sanayi sitesinde bunun kadar büyüklere keyif veren bir şey yok. Zamanında hepsi aynı tezgâhtan geçmiş, yakalanmak ve okkalı bir tokat yemek ‘milli’ olmak gibi bir şey; hem sigaraya çıkan izin yerine geçiyor hem de kural hatırlatılıyor: Askerlik çağına gelinse bile babanın yanında sigara içilmeyecek! Bütün babalar babalarından böyle görmüş. Çoluk çocuğa karıştıktan sonra bile babasının yanında sigara içemeyenleri bilirim; bu her ne kadar saygıdan olsa bile hâlâ korku vardır – bu arada çaylarımız geldi. Bilmez miyim, dedi, lisedeyken sigara paketini eve sokmaz arkadaşıma verirdim, onun babası yoktu, annesini de iplemiyordu. İşte, dedim içimden, ilk adım atıldı. O gün babası bisikletine binip dükkândan ayrılıyor. Nereye gittiğini söylemese de çocuk bu gidişleri biliyor, bir-iki saatten önce dönmez babası. Canı sigara çekiyor ama dükkânı bırakıp helâya gidemez. Nasıl olsa gelmez deyip bir tane yakıyor. Olacağına bak, daha bir-iki fırt çekiyor çekmiyor ki babası giriyor dükkâna. Aha! dedi arkadaşım, keyifle yerinde kıpırdandı. Çocuğun başına gelecekleri tahmin ediyor ama duymak istiyor. Ben de merakını biraz daha arttırmak için çayımdan bir yudum aldım. Bir yandan da muhabbet sardı mı diye çaktırmadan ona bakıyorum. Eee? deyip sandalyesine kaykılınca devam ettim: Gece otomobil farına yakalanmış tavşan gibi kala kalıyor bizimki tabii. Makasçı Kâmil bir oğluna bir de ne yapacağını bilemediği elindeki sigaraya bakmış. Gel buraya, demiş. Çocuk sigarayı yere atıp ayakkabısının ucuyla ezmiş. Başı önünde babasına doğru yollanmış. Bil bakalım ne olmuş? Ne olacak, dedi arkadaşım, Osmanlı tokadını yiyince gözleri dışarı uğramıştır. Öyle olmamış işte, dedim, hemen sonuca gidiyorsun. Çocuk başı önde babasının yanına gitmiş. Yere değil, yüzüme bak, demiş Kâmil oğluna. Çocuk korkuyla başını kaldırmış, ama gözlerinde öfke şimşekleri çakan bir yüz görmemiş. Bundan sonra dükkânda bana ‘baba’ demek yok, Kâmil Abi diyeceksin, demiş. Dükkân dışında yine ‘baba’. Arkadaşım lıkırdamaya başladı bile. Bunu, Kâmil’in delikanlılık raconuna örnek olsun diye anlattım, asıl hikâye başka. Giriş taksimi yaptın yani, dedi arkadaşım. Keyiflenmişti. Aynen, dedim. Bizim oralarda tütünün arasına ot karıştırıp içmek yaygındır. Toplum nazarında hoş karşılanmadığı için -üstelik kanunen de yasak- bu işler gizli kapaklı yapılır ama müdavimler birbirini tanır. Arkadaşımın arkadaşının başına gelmiş, şehirlerarası bir otobüs yolculuğunda -o zamanlar otobüslerde sigara içiliyor- şoför sigara yakmış. Dumanın kokusundan hemen manzarayı çakmış, sigara harmanlı. Muavini çağırmış, kulağına eğilip, Kaptana söyle, camı biraz aralasın, demiş. Muavin gidip şoförün kulağına fısıldamış. Döndüğünde, Kaptan seni çağırıyor, demiş. Kalkıp yanına gidince, hostes koltuğunu işaret etmiş, Otur, demiş. Sonra da sigarasını uzatıp, Çek bir fırt, demiş. Vay be! dedi arkadaşım. Kâmil Abi de arada tütününe ot karıştırır ama onun berduş ve serseri takımıyla işi olmaz. Kendi gibi esnaflarla takılır, aralarında memurların olduğu da bilinir. Arada toplanıp ‘süslenirler’ ki, içki masalarındakinden çok farklı ve akla ziyan muhabbetler döner bu ortamlarda. Bir gün Hamamcı Oran -adı Orhan ama kimse ortadaki ‘h’ harfini kullanmaz- Kâmil Abi’nin dükkânına gelip, yüzünde mahcup bir gülümseme, sağ elinin baş ve işaret parmak uçlarını birleştirip kulağına iyice yaklaşarak bir ricada bulunuyor. Dükkâna girişinden, yürüyüşünden, yüzündeki ifadeden derdini hemen anlıyor Kâmil Abi; makyaj malzemesi yani. İstanbul’dan birkaç arkadaşı gelecekmiş, sende malın iyisi vardır diye önceden ayak yapmışlar. Oran da, olmaz mı, en âlâsı var demiş. Yani demiş bulunmuş, ama kendine kadar bile yokmuş. Kâmil Abi’yi ziyaretinin ve utana sıkıla -öyle ya, ‘ben torbacı mıyım lan’ diye çıkışsa ne yapacak- bir ricada bulunmasının nedeni de bu; üstelik abisinin kaliteye takıldığını da biliyor. Tabii, bunun altında kalmayacağını da defalarca tekrarlıyor. Delikanlı adamdır, racon bilir dedim ya, elini Oran’ın omuzuna koyup, Lâfı mı olur, diyor, kaç kişi gelecek? Üç, Oran’la birlikte dört olacaklarmış. Zulasından süslenecekleri malzemeyi veriyor, Mahcup olmazsın, diyor, iyi keyifler. Teşekkür teşekkür üstüne Oran’da, bir eline sarılıp öpmediği kalmış. O gece Kâmil Abi takım pijamaları çekmiş yatmaya hazırlanıyormuş ki, kapı çalınmış. Hayırdır, demiş, bu saatte gelen kim? Kapıyı açmış, karşısında alı al, moru mor Hamamcı Oran. Arkadaşlara madara oldum Kâmil Abi, demiş, bize küspe içirdin diye dalga geçtiler benimle. Öfkelenecek, bağırıp çağıracak sandın değil mi? Tam tersine, Kâmil Abi’nin yüzüne geniş bir gülüş yayılmış, A be, demiş, madem mal küspeydi neden buraya kadar peştemalle geldin?
Arkadaşımda jeton hemen düşmedi. Hikâyenin devamını bekliyor gibi boş boş baktı yüzüme. Sonra, Hamamdan oraya kadar peştemalle mi gelmiş? dedi ve lıkırdamaya başladı.
Cemil Kavukçu
Cemil Hocamız ne yazsa okunur. Çok keyifliydi. Teşekkür ederim.
Parşömenin ana akım olmasına doğru bir adım diye de okumladım 🙂
🤌