Wes Anderson filminden ne beklemek gerekir? Filme uygun renk paletleri, kendine özgü geçişler ve anlatımlar ile bizi görsel şölenden mahrum bırakmayan simetrik kareler… Yönetmen kendine özgü motiflere her yeni filminde bir şey daha ekliyor. Bunun son iki filminde genel izleyici kitlesini tatmin etmediğini düşünmek bir yana, yönetmenin neden yeni bir şey deneme ihtiyacı hissettiğini düşünmek başka bir yana. Peki biz hangi Wes Anderson’u görmek istiyoruz? Başı sonu belli, genel izleyici kitlesine de hitap eden filmler mi yoksa yeniliğe açık ve gelişimi destekleyen filmler mi? Bu soru hem bu yazı hem de Wes Anderson özelinde büyük bir anlam teşkil ediyor.

Film bir yazarın hiç sahnelenmemiş Asteroid City adlı ünlü ve kurgusal bir tiyatro oyununun sahnelenme hikâyesini belgesel biçiminde anlatan bir TV şovu olarak izleyiciyi karşılar ve birkaç katmandan oluşur. Bu katmanlar televizyon yapımı olan bir hikâyenin çekiminin hem iç yüzünü hem de arka planını bizlere yansıtırken oyun içinde oyun formatıyla da bunu meta haline getiriyor. Oyun içinde oyun demekle kast ettiğim şey, filme konu olan tiyatro oyunu yine bir tiyatro oyununun yapılması hakkında bir tiyatro oyunudur. Filmin iç yüzünde karısını kaybetmiş, yas içinde olan bir adamın çocuklarıyla birlikte tasarlanmış bir şehirde kalmalarını ve buradaki festivalde bulundukları süreci anlatır. Bunu yaparken sade ve duru bir anlatım kullanırken kamera açılarını da aynı durulukta kullanır.
Filmdeki hikâyeye baktığımızda bu filmin konusu tam olarak nedir sorusu sorulabilir. Filmlerde anlam, genellikle anlattığı hikâyede aranır. Asteroid City ise birçok sinema yazarının dar çerçevede ele aldığı bir film.[1] Filmin ana fikri aslında diyaloglarda açığa çıkıyor. Filmde de denildiği gibi “Bunun anlamı nedir?” sorusuna oyun yazarının, “anlamı boşver, sen oyuna bak” diyerek bir ket vurmasını görüyoruz. Bu ket vurma şurada anlamlı olacaktır ki kişinin anlamını sorduğu şeye cevap beklemeden önce bu soruyu içselleştirip kendisine yansıtması gerekir. Alacağı cevabın onu daha iyi bir insan yapıp yapmayacağını kestirmek güçtür. Kestirmenin güç olmadığı şey ise şudur: Hikâyenin kendisi, hikâyenin anlamından üstündür. Hikâyenin, anlamın yitirilmesi durumunda dahi sürmesi gerektiği, bu filmin temel ana fikridir.
Filmde üç tane asteroid şehir var; ilki film olan asteroid şehir, ikincisi takibini yaptığımız tiyatro oyunu, üçüncüsü ise tiyatro oyununun merkeze aldığı kasaba. Tiyatro oyununu düşündüğümüzde, oyunun yazarı Conrad Earp, yönetmeni Schubert Green ve tiyatro oyuncusu eğitmeni Saltzburg Keitel bize, Televizyon belgeseli sunucusu tarafından katmanlar halinde anlatılmaktadır. Baktığımızda bu katmanlar, oyunun yazılışı ve oyunun yönetilişini beraber düşünmeye çağırıyor. Filmdeki “uyumazsan uyanamazsın” repliğini de düşününce Wes Anderson’ın bizi rüya metaforu aracılığıyla uyuma ile uyanma arasındaki o sekansa kendimizi bırakmamız ve ona güvenmemiz gerektiğini ifade eder. Bu sekans, rüyada kalmamızı değil rüyadan çıkabilmemiz gerektiğini vurgular. Rüyanın bitişi, yani uyanma için bir başlangıç icap eder. Bu yüzden filmde oyuncular bir aydınlanmayla beraber hep bir ağızdan “uyumazsan uyanamazsın” derler.
Asteroid City kasabasının bir meteora ev sahipliği yaptığı, adını da buradan aldığını söylemek gerekiyor. Film, aynı zamanda bir karantina parodisi içeriyor. Uzaylıların gelip kasabadaki taşı almasını bahane ederek yapılan karantinayı düşünürsek, kasabadaki atom bombası denemelerinin önemsenmeyip bunun önemsenmesinin absürtlüğü çok rahat ortaya çıkıyor. Bu karantina sürecinde bilgi akışının kesilmesine yönelik direnci filmdeki dâhi çocuklar gösterir. Bunun doğurduğu şey ise sadece kasabaya akın eden turist kafilesidir. Bu kafilenin getirdiği ya da götürdüğü pek önem teşkil etmez çünkü film biter.
Film kısa kısa da olsa yas süreciyle ilgili doneler sunar bize. Augie Steenbeck, yasını yaşarken biraz ayrıksı durur. O burukluğu hissederiz. Çocuklarıyla hemen paylaşmaması da bu burukluktandır. Ancak bu işine pek yansımaz. Augie işini iyi yapan bir fotoğrafçıdır. Filmde ilk defa izin alarak fotoğraf çeker. Bunu yeniliğe yormak gerekir. Aynı filmde yeni bir şey deneyen Wes Anderson gibi Augie de yeni bir şey dener. Filmin bir sekansında Midge’in fotoğrafını çekmek için izin ister ve izni alır. Burada yönetmen ile Augie bir açıdan özdeşleşmiş olur.
Filmle ilgili olarak yapılan eleştirilere baktığımızda hikâyenin zayıf olduğu ve bir anlamının olmadığı fikrinin ağır bastığını görürüz. Oysa Arda Denkel’in de ifade ettiği gibi: “Düşünen varlıkların bulunmadığı bir dünyada anlamlar da var olmayacak, en azından böyle bir dünyadaki şeyler ne ‘anlamlı’ ne de ‘anlam’ olarak yorumlanabilecektir.”[2] Bu ifadeden Asteroid City ile ilgili şunu çıkarabiliriz: Kasaba olan Asteroid City düşünen varlıkların bulunmadığı bir mekânı tasvir eder. Bu mekân içerisinde anlamı aramanın kendisi anlamsızdır. Düşünmeyi temsil eden kesim ise kasabaya sonradan gelip çıkamayan öğrenci grupları ve ailelerdir. Onlar da bu anlam belirsizliğinin içinde sıkışıp kalan bir komünal grubun temsiliyetini sağlar. Wes Anderson’ın bu filmini elekten geçirirken bu ayrımı göz ardı etmemek icap eder. Filmin temel olay örgüsünde bir anlam aramamak bu film özelinde bu yüzden gereklidir. Ayrıca filmdeki anlam meselesiyle ilgili olarak, bunun bir öneminin olmadığı filmde şu diyalogda belirtilir: “Bu oyun ne hakkında bilmiyorum. Bu önemli değil, sen hikâyeni anlatmaya devam et.”

“Hangi Wes Anderson?” sorusuna tekrar gelecek olursa, başlangıcının bitişiyle başladığı bir önceki filmi The French Dispatch’de çatı hikâye etrafında şekillenen üç hikâyeyi bir “antoloji” formatında anlatmayı denemesi ve bir derginin son sayısını hazırlarken derginin içeriğinden kaynaklı olarak hikâyeler arasında anlam bütünlüğünün olmak zorunda olmaması gibi detayları da düşününce yenilikten yana olan Wes Anderson, son iki filmiyle bunu bize gösteriyor. Genel izleyici kitlesinin son iki filmini beğenmemesi ise şundan kaynaklıdır: Yeniye bir nevi kapalı olmak ya da başka bir ifadeyle başı sonu belli bir film anlayışından vazgeçmemek de denebilir. Anlam peşinde koşarken tutarlı anlamsızlıkları elinin tersiyle itmek de buna dahildir. Asteroid City’ye baktığımızda çok açık bir şekilde şunu görürüz: Bu film yönetmenin kendi filmografisi içerisinde en yeni ve en ayrıksı filmlerinden biri. Sinema her zaman anlatarak göstermek zorunda değildir bazen göstererek anlatır. Asteroid City de daha çok göstererek anlatan bir filmdir.
Anıl Yağcı
[1] Pek çok sinema yazarının dar çerçeveden yaklaştığı mesele şudur ki filmin diyaloglarıyla net bir şekilde karşı çıktığı anlamlandırma gayretinin okunamayıp film bir şey anlatmıyor diyerek eleştirilmesi. Bu yapılırken yönetmen ne yapmak istemiş neyi denemiş pek önemsenmez. Filmin bir şey anlatmadığı söz konusu değildir. Bu filmin de bir ana fikri vardır. Eleştirilerde bulunan bu anlayış belki bu film özelinde farkında olmadan yeniye kapıyı kapatmış olur. Haliyle anlam meselesine de hâkim olmaz. Çünkü ironik biçimde “anlam”ın anlamlandırma gayretinden azat edildiği an ortaya çıktığını görürüz. Hikâyelerimiz anlamını yitirmesi halinde dahi sürmeye devam eder. Ana fikir de budur.
[2] Arda Denkel, Anlam ve Nedensellik, Doğu Batı Yayınları, s.30.