1955 yılında Kıbrıs’ta Türklerle Rumların birlikte yaşadığı köylerden Dereliköy’de (Potamia) doğup büyüyen Aysel Başçı, 1964 olaylarından sonra ailesiyle birlikte Lefkoşe’ye sığınmak zorunda kalmış ve 1974’e kadar geçen on yılda otuz dakika uzaklıktaki denizi sadece üç kez görebildiği, can güvenliği endişesinin belirlediği dar bir coğrafyada göçmen hayatı yaşamış. 1974 darbesini izleyen kısa süreli savaşın ardından Kıbrıs’tan ayrılıp bir yıl Boğaziçi Üniversitesi’nde okuduktan sonra Amerikalı diplomat bir ailenin yardımıyla başkent Washington’da üniversiteye devam etmiş. Bu şehirde yüksek lisansını da tamamlandıktan sonra temelli yerleşip onu sık sık yerkürenin en yoksul ülkelerine gönderen Dünya Bankası kariyerine başlamış. 2010’lu yılların sonuna doğru emekli olduktan sonra söyleşimize konu olan kimliğine geçiş yapmış Sayın Başçı: Türk yazarların öykülerinin, denemelerinin, roman bölümlerinin, şiirlerinin İngilizce çevirmeni ve bu uğraşla birlikte götürdüğü İngilizce otobiyografi ve deneme yazarı. Adının uluslararası literatürde Aysel Basci veya Aysel K. Basci olarak geçtiğini burada –arama motorları ilişkilendirmekte güçlük çekmesin diye– belirterek sorularıma geçiyorum.
Aziz Gökdemir

Hayatınızın çalkantılı ilk yirmi yılına da mutlaka temas edeceğiz ama isterseniz önce daha yakın geçmişten başlayalım. Birkaç yıl önce uzun süredir çalıştığınız uluslararası kurumdan emekli oldunuz ve Türkçeden İngilizceye edebiyat çevirisi yapmaya ve bunları ABD’de çeşitli dergilerde yayımlamaya başladınız. Sanırım önce anı ve denemeleriniz yayımlandı, çok kısa bir süre sonra da bunlara Sabahattin Ali, Tanpınar, Halikarnas Balıkçısı, Halide Edip çevirileri eklendi ve hızı kesilmeden devam ediyor. Birçok biyografik notta yazmaya ve çeviri yapmaya emekli olduktan sonra başladığınız belirtilmiş ama emekli olmanın öncesinde en azından meraklı ve dikkatli bir okur olduğunuzu varsayıyorum. Öyle ya da böyle, yazmaya başladıktan ilk yazılarınızı yayımlatana kadar geçen süreci kısaca anlatabilir misiniz? Editörlere kendinizi kabul ettirmekte zorlandığınız anlar, bu yola baş koymakla doğru adım atıp atmadığınız konusunda endişeleriniz, çekinceleriniz oldu mu?
Yazmaya başlamadan önce elbette dikkatli bir okurdum. Fakat yazmaya başladığım 2017 senesine kadar herhangi bir yazma tecrübem olmadı. İlk iki yıl, 2017-18, hayli zor geçti. Birinci projem Kıbrıs’taki anılarımı yazmaktı. Anı yazmanın ne kadar zor bir şey olduğunu yazmaya başladıktan sonra öğrendim. Sanırım, yazmakta en zorlandığımız konular kendi hatıralarımızdır. Hem yazıyor hem de “En azından yazdıklarım kızıma hatıra kalır” diye kendimi avutuyordum. 2018 sonunda Kıbrıs anılarım tamamlandı. Tam o sırada annemi kaybettim. Bu beni hem derinden sarstı hem de yazmak konusundaki planlarımı değiştirdi. Hayatın kısa olduğunu, kitap yayımlamak için uzun süre yayınevi aramaktansa, alternatif olarak, o kitaptan alıntılar yayımlayabileceğimi düşündüm ve öyle yaptım. İlk yazım İstanbul’da, 2019 başında, The Bosphorus Review of Books dergisinde yayımlandı. Ardından ikinci bir yazım New York’ta Adelaide dergisinde yer aldı ve devamı geldi. Artık yılda 10-12 yazım veya çevirim değişik edebiyat dergilerde yayımlanıyor. Bu benim için büyük bir mutluluk kaynağı. Yazmaya başlarken çeviri yapmayı hiç düşünmemiştim. Fakat ilk yazılarımın yayımlanmasından sonra kendime olan güvenim arttı. Anılarım dışında yazılar yazmayı ve hatta çeviri yapmayı denedim. İyi sonuçlar alınca devam ettim. Artık çeviri yapmak benim için yazı yazmak kadar önemli.
Bu yola baş koymakla ilgili herhangi bir pişmanlığım yok. Fakat birtakım zorluklardan söz etmem gerekir. Önce kendi yazılarımdan bahsedeyim. Amerika’daki edebiyat dergilerinin arzuladığı yazma standardı –hem tarz hem konu olarak– oldukça yüksektir ve rekabet o denli yoğundur; bu ürkütücü olabilir. Amerika’da edebiyat çevrelerinde tekrarlanan bir şaka var: “Hollywood’da aktör veya aktris olmak iyi bir edebiyat dergisinde yayımlanmaktan daha kolaydır.” Bu sözler şaka maksatlı söylense de gerçek payı taşır. Çevirilere gelince, burada da aşılması gereken zorluklar var. Alışılagelmiş bir düşünceye göre çevirmenler ancak ana dillerine çeviri yapmalıdır. Bence bu düşünce yanlıştır. Nitekim birden fazla dile hâkim olup, ana dili dışındaki lisanlara başarılı çeviriler yapan pek çok çevirmen var. Bu eskimiş düşünceyi artık rafa kaldırmanın zamanı geldi. Fakat günümüzün düşünüş tarzı budur ve bununla mücadele etmek gerekir. Son olarak, başarı şansımızı artırmak için, yazarken ve tercüme ederken en sevdiğimiz konulara odaklanmalıyız. Bu önemli.
İngilizceye çevirdiğiniz yazarlar arasında deyim yerindeyse aslan payı Sabahattin Ali’ye ait. Bu çevirileri bu yılın başında kitaplaştırdınız da. Sabahattin Ali’ye yakınlığınızdan, ona odaklanmayı seçmenizin nedenlerinden bahsetmek ister misiniz?
Bu sorunun birden fazla cevabı var. Her şeyden önce, Sabahattin Ali üstün yetenekli bir yazar. Hikâyelerini okumak zevklidir; kolay okunur ve başka dillere çevirisi de nispeten kolaydır. Ali’nin hikâye kahramanları da kolay anlayabileceğimiz, sevebileceğimiz, en azından empati duyabileceğimiz kişilerdir. Mesela Tanpınar için aynı şeyler söylenemez. Tanpınar’ın eserlerini okumak zevkli fakat yorucudur, çevirisi ise oldukça sıkıntılıdır. Karakterlerine gelince, onları anlamak her zaman kolay değildir. İkinci bir faktör, Ali’nin trajik hayat hikâyesi ve kendi parlak şahsiyeti. Ali’nin anlattığı hikâyelerin çoğu kendi hayatından seçilmiş gerçek ve realist kesintilerdir. Bu yüzden Ali’yi hikâyelerinden ayıramayız; yazar ve yazdıkları birdir, bütündür ve çekicidir. Son olarak, Ali’nin eserlerinin telif süresinin dolmuş olması çevirmenler için bir avantaj. Tahminimce, önümüzdeki 5-10 senede Ali’nin hiç eksiksiz bütün eserleri yabancı dillere çevrilecek.
Konuyla ilgili pozitif bir gelişmeden bahsedeyim. Özellikle çeviri dalında iyi tanınan Amerikan yayınevlerinden Deep Vellum, The Best Literary Translations 2024 isimli antolojisine Sabahattin Ali’nin “Kanal” öyküsünü finalist olarak seçti. “Kanal”ın çevirisini ilk kez, 2021’de, The Los Angeles Review’da yayımlamıştım. Bu benim için güzel bir sürpriz oldu; antolojinin yayımlanmasını sabırsızlıkla bekliyorum.
İngilizce otobiyografik yazılarınız da bu arada epey yol almış; İnternetten kaydettiğim kadarıyla çeşitli parçaların toplamı kısa bir kitap hacmine erişti bile ve belli ki gerisi var. Yayına hazır bir otobiyografiden mi parçalar yayımlıyorsunuz yoksa yazma süreci devam ediyor mu?
Evet, tahmininiz doğru. Yukarıda da bahsettiğim gibi, elimde tamamlanmış bir anı kitabım var – Once A Cypriot. Uygun bir yayınevi bulunca yayımlamak istiyorum. Bu kitaptan bazı alıntılar birkaç edebiyat dergisinde yayımlandı ve olumlu karşılandı. Kıbrıs’ta, 1964 yılında ilk kez ailece göç edişimizi anlatan bir alıntı, “Childhood Interrupted” New York’taki Adelaide dergisinin düzenlediği bir yarışmada 6’ıncı olup “kısa kazananlar” listesine girmişti. Kıbrıs’taki 1974 savaşıyla ilgili anılarımı içeren ikinci bir alıntı, “Chaos Behind the Greenline” Amerika’da iyi bir edebiyat dergisinde 2024’de yeniden yayımlanmak üzere seçildi (ilk kez 2021’de Türkiye’de yayımlanmıştı). Yakında birkaç yeni alıntı daha yayımlanacak sanırım.
ABD’nin en kozmopolit kentlerinden birinde uzun yıllar yaşadınız, orada da en kozmopolit kurumlardan birinde çalıştınız, dünyanın yüzü aşkın ülkesinden gelen meslektaşlarla birlikte. Çalışma hayatınız bunun ötesinde size birçok ülkeye gidip insanları yaşadıkları ortamlarda gözlemleme ve onlarla tanışma olanağını da sağladı. On yıllar süren bu yaşam diliminin okuma ve yazma deneyiminize, kültürlere bakış açınıza etkilerini sanırım otobiyografinizde sezebileceğiz. Bütün bunların çevirmen olarak yaklaşımınızla örtüştüğü noktalar var mı?
Otobiyografi demişken kendimi kısaca tanıtayım. 1955’te Kıbrıs’ta, Dereliköy (Potamia) isimli küçük bir köyde doğdum. Hayatımın ilk 8 senesi orada geçti. 1964’te Türklerle Rumlar arasında çıkan gerginlikler ve silahlı çatışmalardan dolayı ailece Lefkoşa’ya göç etmek zorunda kaldık. 10 yıl sonra Kıbrıs’tan ayrılıncaya kadar orada yaşadım. Amerika’ya gelişim kaderin bir cilvesiydi. Liseden mezun olduktan hemen sonra, üniversite eğitimi için Türkiye’ye gitme hazırlıkları yaparken, Kıbrıs’ta diplomatik görev yapan Amerikalı bir aile bana yüksek eğitimimi Amerika’da yapmam için sponsor olmayı teklif etti; kabul ettim. Her şey böyle başladı.
1975’te Amerika’ya gelirken düşüncem üniversite eğitimimi tamamlayıp geri dönmekti. Fakat Washington’a geldikten dört yıl sonra hayatımda önemli bir gelişme oldu: Dünya Bankası’nda göreve başladım. Yüksek lisans eğitimimi hem çalışıp hem part-time ders alarak tamamladım. Çalışma hayatım oldukça yoğun fakat bir o kadar da zevkli ve tatmin ediciydi. Çok değişik geçmişi, kültürü ve değerleri olan birçok meslektaşla çalıştım. Bu oldukça güzel bir tecrübe oldu, bir o kadar da aydınlatıcı ve öğretici… Çok sayıda ve değişik ülkelerde bulundum. Özellikle Afrika, Latin Amerika ve Güney Asya’ya pek çok seyahatlerim oldu. Bütün bu seyahatler ve ülke dışı temaslar doğal olarak beni etkileyip hayata bakış açımı şekillendirdi. Birden fazla dilin kullanıldığı bir kurumda çalışmak, birçok ülkeyi gezip görmek, farklı kültürlerden insanlarla tanışmak, bazıları ile uzun süreli dostluklar kurmak, bunlar hep güzel şeylerdir. Fakat pek çok coğrafyada Türkiye ve Türk edebiyatı bilinmiyor. Bu yüzden çevirinin ne kadar önemli olduğunu ve ülkelerini dünyaya tanıtmak açısından çevirmenlere ne kadar önemli bir görev düştüğünü iyi bilirim. Yazılarıma gelince, şu ana kadar yazdığım anılarım 1975 öncesini –Amerika’ya gelmeden önceki hayatımı– anlatıyor. Amerika’daki yaşamımı ve seyahatlerimi konu alan yazılar yazmayı da isterim. Fakat şu an bu konular benim için arka planda.
Yaklaşık 50 yıldır Amerika’da yaşıyor olmam bana mutlaka çok şeyler öğretti ve hayata bakış açımı değiştirdi. Bu derin bir konu ve ülke değiştirmenin üzerimizde yarattığı etkilerin listesi de uzun. Bu listede hem olumlu hem olumsuz etkiler var. Olumlu bir örnek olarak Amerika’daki yaşamın sunduğu ekonomik ve profesyonel imkânlardan bahsedebiliriz. Olumsuz bir örnek olarak anadilden söz edeceğim. İnsanın uzun süre anadilinden uzak kalmasının mutlaka bir bedeli vardır – yazma ve konuşma kabiliyetinin azalması veya kaybolması gibi. Ben bu bedeli ödeyenlerdenim. Emekli olduktan sonra yazmaya başlamamın sebeplerinden biri de anadilime yeniden dönmekti. Bu konuda verilebilecek daha pek çok örnek var.

Yeni projelerinizden de söz edelim arzu ederseniz, paylaşmakta sakınca görmediğiniz ölçüde elbette. Sadece çeviri alanında değil, kendi metinlerinizden de. Çeviriye gelince, “klasikleşmiş” yazarlarımıza yoğunlaştığınız birkaç yıldan sonra, yaşayan bir yazarla, Esra Kahya’nın bir öyküsünün çevirisiyle İngilizce okurlarının karşısına çıkacaksınız çok yakında. Çeviri yelpazeniz genişlemeye devam edecek mi?
Evet, bugüne kadar hep klasikleşmiş yazarları çevirdim. Bunun sebebi bu alanda oldukça büyük bir boşluğun olması. Düşünsenize, en değerli yazar ve şairlerimizin eserleri bile henüz çok düşük bir oranda değişik dillere çevrilmiş. Bu boşluğun doldurulması gerekmez mi? Üç yıl önce Sabahattin Ali’nin öykülerini çevirmeye başlamadan küçük bir araştırma yapmış ve hayretle tek bir öyküsünün İngilizceye çevrildiğini görmüştüm. Beni çeviriye yönlendiren sebeplerden biri de buydu. Halbuki Sabahattin Ali’nin öyküleri fevkalade güzel ve elbette dünya edebiyatına zenginlik katıcı mahiyettedir. 6 öyküsünü İngilizceye çevirip çeşitli edebiyat dergilerinde yayımladıktan sonra o kadar ilgi geldi ki, 7 öyküsünü daha çevirip, 13 öykü ve 10 şiirinden oluşan bir kitap yayımlamaktan kendimi alamadım. Sabahattin Ali ile biraz daha devam edeceğim. Bu aralar özel mektuplarını okuyorum ve bir kısmını İngilizceye çevirdim. Tanpınar’ın şiirleriyle de yakından ilgileniyorum. Bugüne kadar sadece bir ikisinin çevrilmiş olması yeterli değil. Bu şiirleri çevirmek oldukça zor; bunun farkındayım. Buna rağmen denemek, uğraşmak gerekir. Esra Kahya’ya gelince, onu okumak taze bir nefes almak gibi. Üslubu, tarzı, yaratıcılığı, yazma cesareti ayrı ayrı takdire değer. Onunla tanışıp birkaç öyküsünü çevirme fırsatını bulduğum için şanslıyım. Öykülerinin Amerika’da yayımlanmasını heyecanla bekliyorum.
Çeviri yelpazem genişleyecek mi? Bu konuda tahminde bulunmak zor. Elbette çeviri yapmaya devam edeceğim. Çeviri yapmak bana zevk ve gurur veriyor. Fakat kimi çevireceğim daha çok elime nelerin geçeceğine bağlı. Amerika’da güncel yazarlara daha çok ilgi var. Bu yüzden mümkün olduğu kadar ben de güncel yazarlara kaymalıyım. Okurlarım, arada, isim verip tavsiyelerde bulunuyor. Nitekim, Esra Kahya’yı böyle keşfettim.
Yaşadıkları döneme ve bulundukları yere de bağlı olarak çok farklı “Kıbrıslılık” deneyimleri var Kıbrıslıtürk arkadaşlarımın veya tanıdıklarımın. Skaladaki en uç örneklerden biri tanıdığım birisi değil, fakat 1990’larda gözüme çarpan bir BBC ya da ITV haberindeydi yanılmıyorsam. O dönemde iki toplumun birlikte yaşamaya devam ettiği nadir köylerden birine gidip röportaj yapmışlar, bu arada Türk muhtarla da konuşmuşlardı. Fizyonomisine bakınca tipik bir Nuri İyem tablosuydu adam, ama ağzını açınca öyle Yorkshire, Newcastle ağzıyla değil (zaten niye öyle olsun), düzgün bir spiker İngilizcesiyle konuşuyordu. O kuşakta çeşitli sosyoekonomik sınıflardan üç dili gayet iyi konuşan, daha önemlisi “diğer” toplumdan sağlam dostları olan insanlar olduğunu biliyorum, sizin ailenizin profilinin koşullar nedeniyle bundan farklı olduğunu da. Rum ve Türk toplumlarının iyice ayrıştığı dönemde biraz daha yakın geçmişe gelirsek, 2006 yılında Washington ve New York’ta temaslarda bulunsunlar ama bu bahaneyle bir arada olsunlar güdüsüyle kuzeyden ve güneyden seçilmiş küçük bir gazeteci grubuna mihmandarlık yaptım. Oldukça eğlenceli ve onları bilmem ama benim için aydınlatıcı iki hafta geçirdik. Rum gazetecilerin hepsi yanılmıyorsam en az birkaç kuşaktan beri Kıbrıslıydı, Türklerin arasındaysa Kıbrıs’ta kökleri epey geriye uzananlar olduğu kadar 1974’ten sonra Türkiye’den gelip yerleşmiş olanlar da vardı. Hemen hemen hepsinin birbirini tanıdığını, aralarında anlaşmazlıklar olsa da aynı mekânda kavga etmeden sohbet edebildiklerini ve Türklerin hepsinin Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşlığı ve pasaportu olduğunu gördüm, öğrendim. Benim uzaktan gelişmeleri çok iyi takip edemediğim yıllarda Yeşil Hat bayağı geçirgen hale gelmişti. Daha geçen gün de cazip kur farkı nedeniyle Rum sürücülerin vızır vızır kuzeye geçip benzin aldıklarını okudum. Öte yandan, o zaman beni biraz şaşırtan nispeten olumlu, kısmi yakınlık tablosunun üzerinden tam 17 yıl geçti, yani neredeyse bir kuşak daha büyüdü, adada toplumları kaynaştırıcı bireysel/kurumsal bazı çabalar var ama hâlâ bir çözüm yok ortada. Jeopolitik izin verirse, ilerisi için toplumların birlikte yaşadığı, kültürel alışveriş içinde olduğu, hatta kültürü birlikte ürettiği bir gelecek için umudunuz var mı diye sormak istiyorum, iki tarafın farklı dönemlerde yaşadıkları acıları da göz ardı etmeden. Veya ayrılık, ayrışmış kültürler, artık kaçınılmaz mı? Bu dolambaçlı soruyu sorarken ister istemez aklımda otobiyografinizde okuduğum, anneannenizin babasının Rum olduğu bilgisi de var. Bu evlilik mutlu bir şeyin başlangıcı olacağına bela ve felaket getirmiş. Öyle olmasaydı, tersine örnekler çok hatta çoğunlukta olsaydı, Kıbrıs’ın çok farklı bir tarihi olabilir miydi, yine pek anlaşamayan ama Belçika veya Quebec/Kanada örneğinde olduğu gibi birlikteliği süren bir ülke mümkün müydü diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Bu zor bir soru ve açıkçası ben karamsarım. Kıbrıs’ta artık Türklerin ve Rumların ortak ve mutlu bir yaşamı olabileceğine inanmıyorum. Bunun en önemli sebebi “ortak ve mutlu yaşam” kavramının iki topluma bambaşka şeyler ifade etmesidir. Rumlar Kıbrıs’ın kendilerine ait bir Yunan adası olduğuna gönülden inanıyorlar. Bu konuda herhangi bir şüphe yok, çünkü her fırsatta ve her ortamda bu inançlarını ifade ediyorlar. Bu inançlarından dolayı Rumlar için “ortak ve mutlu yaşam” Kıbrıslı Türklerin Kıbrıslı Rumlar tarafından yönetilip onlara bir takım azınlık haklarının verilmesi anlamına gelir.
Kıbrıslı Türklere gelince, onlar için “ortak ve mutlu yaşam” adanın yönetiminde söz sahibi olmak –1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yasaları da bunu gerektiriyor– ve adayı Rumlarla beraber yönetmek demektir. Kıbrıs’ta yaşayan herhangi bir küçük azınlık olmayı reddediyorlar. Bunun tarihi sebepleri malum. Kıbrıs, İngiliz kolonisi olmadan önce 400 yıla yakın bir süre Osmanlı idaresinde idi ve oraya yerleşen köklü bir Türk toplumu var. Bu toplum hâlâ orada. Rumların iddia ettiği gibi göçler sayesinde ezilip kaybolmadılar. Fakat bu toplumun Kıbrıs’taki yaşam şartları oldukça zor. 60 yıla yakın bir süredir uygulanan amansız ambargolar bu toplumun belini büktü. Bence, iki toplumun düşünceleri ve hayalleri birbirinden bu kadar farklı iken “ortak ve mutlu” bir beraberlik kurma ihtimali oldukça düşük. Bunun gerçekleşmesi için ya Rumların kendilerini Kıbrıs’ın tek sahibi olarak görmekten vazgeçmesi ya da Türklerin Rum boyunduruğunu kabullenmesi ve bir noktada Türklüklerinden vazgeçmesi gerekir. Bu ihtimallerin ikisi de şu an mümkün görünmüyor.
Nitekim sizin bahsettiğiniz Kıbrıs’ta Rumların ve Türklerin karışık yaşadığı o tek köyde (Pile’de) en son yaşanan tatsız olaylar bu düşüncemi destekliyor. Pile’den adanın Rum kesimlerine pek çok yolun inşa edilmesine izin verilmişken Türklerin adanın kuzeyine gitmesini kolaylaştıracak tek bir yolun olmaması kabul edilemez. Türklerin kuzeye gitmesi saatlerce zaman alıyor, halbuki bir yol bunu 15 dakikaya indirebilir. Buna rağmen var olan bir toprak yolu asfaltlamak için 20 yıl izin bekledikten sonra sabrını yitirip harekete gecen Pileli Türklere yapılan uluslararası saldırılar ve Birleşmiş Milletlerin en yüksek komitesinin bunu kınaması büyük bir haksızlıktır. Hadiseden birkaç gün sonra yolun yapılmasına izin verilmesine rağmen Türkler aleyhinde yapılan haksız propaganda maalesef silinmemiştir. Kısacası, bir üçüncü ülkede buluşup dostça sohbet etmek bizi çözüme yaklaştırmıyor.
Başarılılar diliyorum