“Gerek gece geç saatlerde loş ışığın altında gerek sabahın erken saatlerinde alacakaranlıkta otele girip çıkarken barın arka kısmındaki o poster gizemli bir şekilde karşıma çıkıp duruyor, merakım gitgide artıyordu. Kimdi bu futbolcu?”

Çağdaş Küçük

Bir öğretmen arkadaşım ve on öğrenciyle birlikte, 2005 yılı Şubat ayında kardeş okulumuzu ziyaret amacıyla yaptığımız yorucu yolculuk sonunda, uçağımız sabaha karşı Düsseldorf Havalimanı’na iniş yaptığında buz gibi soğuk bir Almanya karşıladı bizi.

İlk defa yurt dışına çıkıyor olmanın yarattığı gerginlik, otobüsle vardığımız okulun yemek salonunda bizler için hazırlanan hoş geldin kahvaltısı ve hemen öncesinde kasabanın belediye başkanının yaptığı samimi açılış konuşmasıyla yerini büyük bir rahatlamaya bıraktı. Günler sonra ilk kez havaların açtığını söyleyen belediye başkanı, bizlere gülümseyip kendilerine yanımızda Ege kıyılarından sıcacık bir güneş getirdiğimiz için de ayrıca teşekkür ederken, ben kendisine takdim edeceğim elimdeki Yağcıbedir halısı ile bu yuvarlak gözlüklü, dümdüz kâkülü alnına düşmüş ilginç görünümlü adam arasında alaka kurmaya çalışıyordum. Konuşma sırası bana gelip de öğrenci ve öğretmenlere döndüğümde, gülümseyen yüzlerin bana dikkat kesildiğini görünce, bu soğuk ama bahsedilenin aksine insanları sıcak ülkede bizi güzel bir haftanın beklediği yönündeki inancım daha da artmaya başlamıştı.

Ev arkadaşım Mehmet, gezi öncesi durup durup “Demek sen Herman Hesse’nin ülkesine gidiyorsun,” diyerek bana nasıl imrendiğini iç geçirerek gösterse de ben esasen Almanya’ya baktığımda futboldan başka bir şey görmüyordum. Kalacağımız Halver isimli kasabanın futbolla olan bağlarını araştırdığım vakit hiçbir şey bulamasam da, karşıma futbol dışı bir figür olan Corinna Schumacher çıktı. Meğer efsane yarışçı Michael Schumacher’in eşinin memleketine gidiyormuşum!

Bu bir gezi yazısı değil. Ama kısaca özetlemek gerekirse, bir hafta boyunca oradaki okul yönetiminin bizim için planladığı program doğrultusunda okulları ziyaret edip derslere girme imkânı bulduk. Ayrıca yakınlardaki Münster, Dortmund, Köln gibi şehirleri de gezme fırsatı yakaladık. Gezinin bence en güzel kısmı, yoğun geçen günün sonunda, her akşam başka bir meslektaşımızın evinde konuk olup bizlere sunulan harikulade yemek ve içkiler eşliğinde yaptığımız sohbetlerdi.

İşte böyle bir ilk günün sonunda, gece geç bir vakit; kasaba dışında, yol üstündeki küçük otelimize ilk kez giriş yaptığımızda, kapıda gene güler yüzlü bir kadın karşıladı bizi. Oteli ayarlayan ve bize gezi boyunca eşlik eden, yıllar önce buraya göç etmiş öğretmen arkadaşımız Devran Bey’e, Almanca olarak kahvaltıda ne arzu ettiğimizi soran ve İngilizce bilmeyen Polonya göçmeni bu otel sahibemizin hemen arkasında duran barın iç kısmındaki mutfak bölümünde, duvara asılmış bir poster dikkatimi çekti. Kırmızı çizgileri olan beyaz forma içinde, maç esnasında çekilmiş fotoğraftaki bu genç futbolcuyu tanımıyordum. Poster üzerindeki yazıları ise bulunduğum mesafeden okumam mümkün değildi. Arkadaşım Serap sessizce otelin şık tasarımına göz gezdirirken ben futbola dair bir şey bulmuştum nihayet!

Birkaç gün sonra, akşam yemeğine konuk olduğumuz kardeş okulun öğretmenlerinden sıkı Borussia Dortmund taraftarı Jürgen ile koyu bir futbol sohbetine dalmıştık. Kombine sahibi olup takımın hiçbir maçını kaçırmayan ve Dortmund’un durumuna çok üzülen öğretmenimiz, futbolcuların cebini doldurmaktan başka bir düşüncesi olmadığından yakınıyordu. 2002 yılındaki lig şampiyonluklarını fırsata çeviremediklerini söyleyen Jürgen’e, 1997 yılındaki Şampiyonlar Ligi zaferinden bahsettiğimde neredeyse dokunsan ağlayacak duruma gelmişti. Futbolla zerre alakası olmayan Devran Bey ise diğer grupla olan sohbetten sıyrılıp da bizi bir müddet dinledikten sonra sırf makara olsun diye Jürgen’e stadyumda o kadar kişiye tuvaletin yetip yetmediğini sordu. Jürgen ise çok kuyruk olduğu için tuvaleti kullanmadığını, yanında götürdüğü plastik şişeyle tuvalet sorununu bir şekilde hallettiğini söyledi.

Ben artık durup durup eski efsane futbolculardan Chapuisat dedikçe, Möller dedikçe, Riedle dedikçe daha da efkârlanan dostumuz, her saydığım isim sonrası, bana doğru kaldırdığı kadehin dibini tek dikişte buluveriyordu. Masada boş bira şişesinden kıpırdayacak yer kalmadığı vakit, biz artık kalkma zamanımızın geldiğini anlamıştık. Kapıda bizi uğurlarken, bir gün mutlaka beni bir Dortmund maçına götürmek istediğini belirtip nazik bir jest yapan Jürgen’e karşı, onun bu hassas yönünden faydalanıp gece boyunca duygularını körükleyici sözler sarf ettiğim için biraz mahcubiyet duymadım değil açıkçası.

Bu arada, gerek gece geç saatlerde otele döndüğümüzde loş ışığın altında gerekse de sabahın erken saatlerinde alacakaranlıkta otele girip çıkarken barın arka kısmındaki o poster sürekli karşıma çıkıp duruyor, merakım gitgide artıyordu. Kimdi bu futbolcu?

Sabah erkenden kalkmak zorunda olmadığımız, bize ayrılan serbest günde karşılaştığım otel sahibemize el kol işareti yaparak posteri gösterdiysem de söylediği şeylerden hiçbir şey anlamadığım için çabam boşa çıkmıştı.

Gezinin son gecesi arkadaşım Serap için tam bir kâbus benim içinse tam bir şölen şeklinde geçmişti. Altmış yaşlarındaki bekâr öğretmen Helmuth’a konuk olduğumuz gecede, masada okuldan aynı yaş grubundan üç erkek öğretmen daha vardı. Dolayısıyla konunun futbola gelmesi çok da uzun sürmedi. Türkiye’de görev alan Alman futbolcu ve teknik adamlardan bahsederek konuya giriş yaptık. Derwall övgüsüyle sohbete başladığımda hissettim ki karşımdaki Almanlar, eğer üzerlerinde ceket olsaydı önlerini ilikleyecek kıvama gelmişlerdi. Masada aniden beliren bir ciddiyet söz konusuydu. O dönem Dewall’in dev bir Avrupa kulübü yerine neden Galatasaray’a gelmiş olabileceğini sorduğumda, bunun biraz da o dönemin futbol yapısıyla alakası olabileceğini söyleseler de, ben pek tatmin edici bir cevap alamamıştım. Feldkamp’tan da övgüyle bahseden dostlarımıza Sigfried Held’i ve berbat Galatasaray kariyerini, kafam biraz daha güzel olduğunda sormaya karar verdim. Daum dediğimde ise tarih öğretmeni Ekerd biraz yüzünü buruştursa da “Eh işte…” der gibiydi. 2000 yılında Milli takım teknik direktörü olarak düşünüldüğünü anımsattığımda ise Ekerd bunu Daum’un o dönemki tek gözde Alman çalıştırıcı olmasına ve Bayer Leverkusen’de yakaladığı çıkışa bağladı. Ben ise Ekerd’in görüşlerinin, Daum’un kokain kullanmasıyla şekillenmiş olabileceğini düşündüm. Konu oradan milli takımlar ve turnuvalara taşınıp, sohbet hızla devam ederken yanımda oturan, bizi gece boyunca dinlemekle yetinen ve sıkıldığı her halinden belli olan kardeş okulumuzun müdürü Müller kulağıma doğru eğilip sessizce yirmi üç yıldır tek bir maç bile izlemediğini söyledi. Nedenini sorduğumda bana eskiden bir futbol tutkunu olduğunu ama tribünden takip ettiği 1982 Dünya Kupasındaki Batı Almanya-Avusturya maçındaki rezaletten sonra futbolun kendisi için tamamen bittiğini söyledi. Bu iri yarı Alman’ın bu tutumu karşısında, uzun boyuma rağmen onun dibinde kendimi ne kadar ufak tefek hissettiğimi anlatamam.

Bu satırları okuyan ve futbolu takip etmeyen okurlar için açıklayalım. 1982 Dünya Kupasında aynı grupta yer alan Batı Almanya, Avusturya ve Cezayir’in son maçlar öncesi gruptan çıkma şansları sürmektedir, Şili’nin ise gruptan çıkma şansı kalmamıştır. Grupta son maç olan Batı Almanya-Avusturya maçı öncesi öyle bir durum oluşmuştur ki, Avusturya kazanırsa Batı Almanya elenecek, Batı Almanya 2 farklı kazanırsa Avusturya elenecek, Almanya 1 farkla kazanırsa Cezayir elenecektir. Ve tahmin edildiği üzere Batı Almanya Avusturya’yı 1-0 yener ve Batı Almanya ile Avusturya el ele bir üst tura çıkarken Cezayir elenip gider.

Evet… Müller o maçı, kendi ülkesinin başarı uğruna oynadığı bir tiyatro olarak görür, bir futbol maçı olarak değil! Ve bunu içine sindiremeyip tutkunu olduğu futbolu bir daha takip etmemeye ant içer.

İlerleyen saatlerde sohbetimiz öyle bir noktaya gelmişti ki, nasıl oldu hatırlamıyorum ama bir ara kendimi, sıkı takipçisi olduğum Batı Almanya Milli Takımının İtalya 90 Dünya Kupası final maçındaki ilk on birini sayarken buldum. En son Rudi Völler dediğimde büyük bir bağırışla bira dolu bardakların havaya kalktığını hatırlıyorum. Alman futbolunun içinde bulunduğu durumdan büyük üzüntü duyan ve bir sonraki yıl ülkelerinde düzenlenecek Dünya Kupası organizasyonunda da kendi milli takımları adına oldukça umutsuz olan dostlarımız çareyi eski defterleri kurcalamakta bulmuşlardı. Kadroyu doğru sayıp saymadığımı kontrol etmek amacıyla ev sahibimiz Helmuth odasından kendi eliyle hazırladığı spor almanağını getirdi. Kalın ve ciltli bir deftere yıllar boyunca gazetelerden kestiği kupürleri yapıştırarak oluşturduğu bu almanak müthiş bir arşiv çalışmasıydı. Evet, gerçekten de eski defterler açılıyordu… Beraberce sayfaları yavaş yavaş çevirerek bir bakıma zamanda yolculuğa çıkmıştık. O sayfaları ağır ağır çevirirken, Köln’ün tarihine damga vurmuş ve benim de izleme şansı yakaladığım Littbarski, Illgner ve en sevdiğim Alman futbolcu Thomas Haesller’in fotoğraflarını ona gösterip üzerine konuştukça, Helmuth, çok sevdiği futbolcuların aramızda ortak bir bağ kurmasına sebep olması nedeniyle ve içkinin de etkisiyle duygulanıyor, yüzüne kederli bir gülümseme oturuyordu. Bana, 2. ligde zirve mücadelesi veren Köln takımının onu eski yıllarda olduğu gibi tekrar heyecanlandırdığını ama esas heyecanının başka olduğunu söyledi. “Nedir?” diye sorduğumda ayağa kalktı ve kendisini takip etmemi istedi. Masadan kalkıp yürüdük ve almanağı alıp getirdiği odanın kapısı önünde durduk, ben elimi duvara dayadım. Helmuth gözleri kıpkırmızı olmuş bir şekilde bana döndü, ışığı açmadan önce yaklaştı ve sanki bir sır verirmiş gibi sesine esrarengiz bir ton vererek “Seni şimdi, Alman futbolunu eski günlerine tekrar taşıyacak futbolcu ile tanıştıracağım!” dedi. Acayip meraklanmıştım! İçeriye girdi, ışığı açtı ve eliyle duvardaki devasa posteri gösterip yüksek sesle ekledi: “İşte Alman futbolunun geleceği!” Karanlıkta ışığın birden açılması sonucunda kamaşan gözlerimi ovalayıp postere baktığımda çok şaşırdım. Çünkü bu, otelde her gün gördüğüm posterin aynısıydı! Polonya göçmeni otel sahibemin ve bu sıkı Köln taraftarı dostumuzun posterini duvara asmaya değecek kadar önem verdiği ve daha da ötesi Alman futbolunun geleceği olarak gördüğü bu genç futbolcu kimdi acaba? Futbola ilgim elbet sürüyordu ama genç takım oyuncularını takip etmeye ayıracak boş zamanım artık maalesef yoktu. Sordum, ismini söyledi. Ama tam anlayamamıştım. Postere yaklaştık, adamın yüzünden iyimserlik akıyordu. Bana posterde yazılı ismi gösterdi ancak ben bu genç oyuncuyu ne yazık ki tanımıyordum, bu ismi ilk kez duyuyordum.

Gitme vakti geldiğinde, bahçe içindeki evin kapısında vedalaşırken, Helmuth bana, oyuncuyu mutlaka takip etmemi ve muhtemelen bu oyuncunun Almanya’nın 2006 Dünya Kupasındaki yıldızı olacağını, onu müthiş bir kariyerin beklediğini söyledi ve genç yıldız adayının isminin yazılı olduğu kâğıdı bana uzattı. Arabaya atlayıp otelimize giderken yol boyunca, Helmuth’un takımına olan bağlılığını, geçmiş başarı ve hayal kırıklıklarının yarattığı çalkantının onun geleceğe dair beklentilerine nasıl şekil verdiğini düşündüm. Helmuth, yarınlara dair umutların çoğunu kendi tuttuğu takımın topraklarında filizlenen gencecik bir futbolcuya bağlamıştı.

Ertesi sabah kör karanlıkta uyanmış, otelin lobisinde bizi havaalanına götürecek aracı beklemeye koyulmuştuk. Serap ile rüya gibi geçen gezimiz hakkında laflarken araç geldi. Serap önden dışarıya çıkıp karanlıkta son bir kez daha otele dönüp bakarken ben elimde valizlerle onu arkadan takip ediyordum. Sonra birden geriye dönüp barın önüne gelerek bir süre loş ışık altındaki postere baktım. Oyuncunun adı aklımda kalmadığı için elimi cebime attım ve Helmuth’un bana verdiği kâğıttaki ismi okudum: Lukas Podolski.

Podolski çocukluğumda beni büyüleyen Alman futbolcular Meatheus, Hassler, Voller, Klinsmann gibi efsanelere dönüşmese de milli takımda oynadığı maç sayısı, attığı gol ve asistleriyle istatistiksel açıdan çoğu büyük oyuncunun önüne geçti.

Şu bir gerçek ki Alman futbolu 2004 faciasından sonra müthiş bir proje ve yapılanmayla istediği düzeye gelebildi ve 2014 Dünya Kupasının sahibi oldu. Helmuth dostumuzun abartılı iyimserliğiyle belirttiği gibi Podolski asla bu süreç içinde Alman futbolunun kurtarıcısı olmadı. Bu yapılanma kurtarıcıya ihtiyaç bırakmayacak bir projeydi zaten.

Ama şundan eminim ki Podolski’nin attığı her golden sonra dostum Helmuth, muhtemelen dünya üzerindeki en mutlu insanlardan biri oldu ve onunla hep gurur duydu. Tabii ben, onun aynı zamanda Polonya asıllı bir futbolcu olduğunu sonradan öğrendim. Dolayısıyla Lukas Podolski, dostumuz Helmuth için kendi tuttuğu takımın oyuncusu olarak büyük bir anlam ifade etse de Polonya göçmeni ve belki de futbolla hiç alakası olmayan otel sahibemiz için bambaşka bir anlama sahipti.

O poster, kaldığımız otelin mutfağından ve Helmuth’un odasındaki duvardan söküldü mü bilinmez ama Lukas Podolski, sebepleri ne olursa olsun, kendisine umut bağlayan pek çok futbol sevdalısının kalbinden sökülüp bir kenara atılamayacak.

Bana gelince, ben hâlâ dostumuz Jürgen’in davet edeceği Borussia Dortmund maçını bekliyorum. Meslektaşım Serap ise bir daha asla futbolun F’sini bile duymak istemiyor.

Çağdaş Küçük