Bir kitabı okurken bazen yazarın dışında farklı birinin de nefesini duyarız. Satırlar arasında bir başka yazar bir görünüp bir kaybolur. Bahsettiğim etkilenme ya da çalıntı değildir kesinlikle. Bu, yazardan sevdiği başka bir yazara küçük bir jestdir. Dikkatli bir okur için bu jestler metne yerleştirilen renkli balonlardır. Balon yerleştirme farklı şekillerde olabilir; bazen sevdiği yazarın bir kitabından bir cümleyi alır metnine, bazen karşıdan gelen pası değerlendirip yeni bir metin yazar. Bu balonlar bir merhabadır da o yazara. Ey okur, edebiyatın oyun yüzüdür bu. Oyuna katılmanı, balonları bulmanı, pasın kimden, nereden geldiğini keşfetmeni diler yazar. Oyuna dahil olup taşları yerine oturtabilirsen emin ol okuduğun kitaptan aldığın keyif katlanacaktır.
İlk örneğimiz hikâyecimiz Tarık Dursun K.’dan gelsin. Tarık Dursun K.’nın Hepsi Hikâye kitabında yer alan “Herkesin Dilindeki Üsküdarlı Kız” hikâyesine dikkat kesilelim. Yazar ipucunu ithaf kısmına yerleştirmiştir. İthaf edilen kişi, Tarık Dursun K.’nın bir yazısından yola çıkarak hikâyeciliğini borçlu olduğumuzu iddia edebileceğim bir şairdir. O yazıyı buraya alıntılayayım ki ne dediğim anlaşılsın. Hem de şairin ismini koymuş olalım:

Tarık Dursun K., Gavur İzmir Güzel İzmir kitabının “Gönül Bahçesinde Güller Açarken” başlıklı yazısında, Ankara Palas’ın Pastanesi’nde Kervan Dergisi ekibinin toplantısını anlatır bize. Metin Eloğlu da oradadır. Eloğlu “İçinizde hikâye yazan yok mu arkadaşlar?” diye sorar. Tarık Dursun K. sahneyi şöyle anlatır…
“Metin Eloğlu İzmir’e gelmiş. Portakalatasını içiyor, soyadını şiirle haramlıyor.” (İşte metnin içinde kendisini çözecek okuru bekleyen bir yumak daha. Görüyorsunuz yazı ilerledikçe balonlar kendiliğinden ortaya çıkıyor: Yazarımız, Eloğlu’nun “bu soyadı bana haram” dizesiyle biten şiirine gönderir okuru.) “Tarık Dursun hikâye yazsın” diyor. “Şiirleri berbat. Aşık ve kendini şair sanıyor.” İşte Tarık Dursun K’nın hikâyeciliğinin başlangıç noktası. Eloğlu sayesindedir ki biz o birbirinden güzel hikâyeleri okuyabiliyoruz.
“Herkesin Dilindeki Üsküdarlı Kız” hikâyesinde ipucu olarak yakaladığımız, Metin Eloğlu ithafından yola çıktığımızda ulaştığımız şiir, Eloğlu’nun “Fantiri Fitton” şiiridir. Tarık Dursun K. o şiiri alıp bir hikâyeye çevirmiştir. Kendi dilince şiiri hikâyeleştirmiştir. Tarık Dursun K., Eloğlu’nun şiirindeki Üsküdarlı kızı kendi hikâyesinin kahramanı yapar. Sık denk gelinen bir örnek değildir ve başarılı bir uyarlamadır.

Bir başka örneğe, Latin Amerika Edebiyatının genç kuşak yazarlarından Meksikalı Valeria Luisell’in Dişlerimin Hikâyesi kitabında rastlarız. Bu kitap kalabalık bir yazar topluluğuna göz kırpar. Luisell, ağırlığı Latin Amerikalı yazarlar olmak üzere dünya yazarlarını bir takım kelime oyunlarıyla romanın içine yerleştirir, onları roman kişilerine dönüştürür. Ama tam bir labirenttir. Okurun yolunu kaybetmeden çıkışı bulması atacağı dikkatli adımlarla mümkün olur ancak.
Bizden bir örnekle devam edelim. Mahir Ünsal Eriş’in Gaip kitabından bir cümle ile başlayalım: “Bugünlerden birinde sözleşmişlerdi, Yenişehir’de bir öğle vakti buluştular, yemek yediler.”
Sevgi Soysal’a el sallar Eriş burada. Onun Yenişehir’de Bir Öğle Vakti kitabını anar. Bunun sağlamasını da kitabın sonundaki teşekkür bölümünde yaparız zaten: “Sonra elindekini Salih beye uzattı, dede de bekletmeden uzandı aldı kitabı. Kapağında sulu boya ile yapılmış gibi görünen bir kayısı resmi vardı.”

Evet, Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde kitabından bu yana yazarı takip eden okurların gözünden kaçmayacak bir gönderme daha. Bu bir kitabı işaret eder bize. Romanın ilerleyen sayfalarında yazar tekrar gösterir kitabı okura. Kapağını anlatarak verdiği ipin ucunu sıkı sıkı tuttuğumuzda söz konusu kitaba ulaşırız: Mahir Ünsal Eriş’in Dünya Bu Kadar adlı kitabıdır bu. Farklı bir örnektir, çok da rastlamadığımız. Pas kendinedir. Bu durumu bir sinema teriminden ödünç alarak adlandırabiliriz: Cameo. Bildiğiniz gibi sinemada cameo, yönetmenin çektiği filmde filmin herhangi bir sahnesinde görünmesi diye tarif edilir. Eriş cameo’yu edebiyata taşımıştır, ustalıkla.
Son örneğimizi İlhan Durusel’den alalım. Durusel Otlar Çağırıyor adlı deneme kitabında, ödünç alınan kitaplardan yola çıkarak yazdığı “Cilt Mütehassısı Haziran, Cilt Hastası Eylül” metninin sonuna bir davet yerleştirmiştir. Okura iki farklı iş düşer burada: Önce yazarın davetini satırlar arasında bulmak sonra davete icabet eden yazarı ve kitabı bulmak. Durusel’in daveti şöyledir, bir açık çağrıdır bu aslında: “Kim yazar bu avare çırağın, filinta kalfanın hikâyelerini?”
Çağrıya uyacak olana, karakteri biraz şekillendirerek destek de çıkar: “Çırak ortaokul terk, biraz Jules Verne, biraz Kemalettin Tuğcu okumuş, tadı damağında kalmış.”
Çağrıya cevap, Onur Çalı’nın Kaplumbağa Makamı adlı öykü kitabından gelir. Çalı, Durusel’in okurun önüne bıraktığı iki cümleden yola çıkarak “Son İki Haziran” adlı öyküsünü ustalıkla kurar.

Okur, göz göze geldiği kitaplara dikkat kesilirse benzeri örnekleri sıklıkla bulacaktır. Çünkü yazarlar metinlerine böyle bulmacalar, oyunlar koymayı severler. İsterler ki okur da katılsın oyuna, iplerin uçlarını tutup ilerlesin kitabın içinde ve sonunda hazineye ulaşsın. Çocukluktan biliriz ki oyun kurmak da oyuna katılmak da zevklidir. Tüm bunlar bizim çocuk yanımıza hitap eder. O yüzden, yazar oyununu kurarken okurun katılacağını bilerek hareket eder. Önce yazdığı metne ne saklayacağına karar verir sonra onu ne kadar derine yerleştireceğini. İpuçları bazen yüzeydedir, bazen daha dipte. Eğer okur gizlenen metinle daha önce karşılaşmışsa ve o yazarın okuruysa işi daha da kolaylaşır. Bazen fark etmeyip yanından geçip gittiğimiz de olur. İçindeki çocuğun nefes aldığını hissedenler bilir ki hedefe giderken aldığımız yol da sonunda hedefe varmanın mutluluğu da paha biçilmezdir.
Sevgili okur, edebiyat biraz da bunun için değil mi?
Melih Elhan