Akışa direniş ile akıştan kaçış arasında ince bir çizgi var. Daha da öteye gidelim; ikisi arasında, dönemin nesnel koşullarına ve kişinin öznel ruh durumuna göre belirlenen bir diyalektik ilişki var. Çar zulmüne karşı mücadelede halkı kazanmayı hedefleyen Narodnik tutumu, bize de yansıyan “halka doğru” hareketini, halkçı öncüleri/aydınları hatırlayalım. Narodnik tutumu genel başlık olarak düşünelim: Halka doğru giden, bozkıra, yokluğa, fedakarlığa yönelen eylemli bir değiştirme programı. Yenilgi dönemlerinde ise bu aktif hat sönüyor; ricat hattı açıksa, geri çekilme bir kuvvet toplama ya da var kalma direnciyle birlikte gelişiyor. Bu aşama daralmayı, yalnızlaşmayı, inzivayı da beraberinde getirebiliyor. Aktif “halka doğru” gidişte aydınlar/öncüler arasında beliren iş birliği, yenilgi dönemlerinin ricat hattında halktan kopuşla/uzaklaşmayla sonuçlandığı gibi, öncüler arasında da dağınıklığa, parçalanmışlığa, yalnızlığa dönüşüyor. Her Narodnik, bir aşamada Münzevi olma potansiyeli taşıyor. Münzevi, kendi dünyasına çekildiğinde, gönüllü bir iç sürgün yaşamaya başladığında ya yeni bir Narodnik hamle için güç topluyor, çekirdeği derliyor ya da düzen içinde çözülüp/eriyip gidiyor. Akışa teslimiyet, bu eriyişte beliriyor. Başka ülkeler için de tartışılabilir; ancak aydın/öncünün rolü bakımından akışa direniş ile akıştan kaçış, Narodniklik ile Münzevilik arasındaki gerilimde, bu sessiz salınımda beliriyor.

İlginçtir; Rus aydınının, öncüsünün Çarlık zulmü karşısında halka yönelişinde doktorların özel bir yeri var. Bizde öğretmen aydının taşıdığı işleve benziyor bu. Çehov’un Altıncı Koğuş’undan Turgenyev’in Kasaba Hekimi’ne kadar edebiyatta da sembolik bir anlam taşıyor, alegori üstleniyor hekim. Sadece edebiyatta değil bu sembolizm; Narodnik hareketin kadın öncülerinden Vera Figner’in hekimlik pratiğinde ve onun modelleşmesinde de karşımıza çıkıyor. İsviçre’de yaşayan Rus yazar Mihail Şişkin, yolu İsviçre’den geçmiş sürgündeki Rus aydınların Narodnik tutumunda, halka doğru gitme eyleminde hekimliğin rolünü, biyografik bir öykü olan “San Marco’nun Çan Kulesi”nde, Zürih’te tıp eğitimi alan Lidiya Koçetkova üzerinden, onun narodniklikten münzeviliğe, akışa direnişten yenilgi/yılgınlık düzlemine kayışı bağlamında nefis özetliyor. Bu Narodnik kuşak, doktorluğu bir amaçtan çok yol/araç olarak görüyor; amaçları ise devrim. Şişkin’in satırlarıyla devam edelim:
“Lidiya Koçetkova’nın idolü Narodnaya Volya’cılardan Vera Figner’di. Onun izinden giderek İsviçre’ye tıp okumaya gelmişti. Figner anılarında Rus öğrencilerin neden tıbbı seçtiklerini açıkça anlatmıştı, doktorluk mesleği halkla aralarındaki engelleri kaldırıyor, propaganda için geniş bir alan açıyordu.” (Mürekkep Lekesi, s.84)
Kuşkusuz her eylem ya da düşünce, içinde işlediği koşullarda anlam kazanıyor. Aradan bir asır geçiyor; devrim ütopyalarının gerçekleştiği, ancak ütopyanın içinde baskıcı bir distopyanın görünür olmaya başladığı sosyalizm pratiğinin Doğu Almanya ayağında bir başka doktor çıkıyor karşımıza: Barbara.

Barbara, Alman yönetmen C. Petzold’un 2012 tarihli filminin adı ve baş karakteri, H. Broch’un aynı adlı novellasından esinleniyor. Film 1980 yılında, Doğu Almanya’da geçiyor. Barbara esaslı hekim, Doğu Berlin’in en iyi hastanelerinden birinde görev yapıyor. Ancak sevgilisi Batı Almanya’da. Onun yanına gitmek, orada çalışmak için pasaport/çıkış izni başvurusu yapıyor. Ne oluyorsa sonra oluyor. Barbara’nın bu davranışı bir ihanet olarak görülüyor ve çıkış izni alamadığı gibi, taşraya sürülüyor. Bir asır önce Rus Narodnik hekimin halka doğru eyleminde gönüllü yöneldiği taşra, bu kez sosyalist devrim sonrası Doğu Almanya’da karşımıza zorunlu gidilen bir sürgün yurdu olarak çıkıyor. Bu sürgünlük ve burukluk Barbara’nın ruh haline, sosyal ilişkilerden kaçan tavırlarına Münzevileşme olarak yansıyor. Haksız da değil, sürekli denetim/gözetim altında; yaptığı ettiği ne varsa izleniyor. Özgürlük ütopyasından beklenen bu değildi kuşkusuz.
Fakat ülkeden kaçışın başka yolları da var. Sevgilisi, yasal olmayan yollardan Barbara’nın kaçmasının önünü açıyor. Ancak iki genç hastası var Barbara’nın. Birisi ameliyatta; diğeri ise yurttan kaçan ve yurda dönmek istemeyen Stella. Bir de bir başka sürgün var, gönüllü sürgün olarak da görülebilir: Taşra hekimi Andre (filmi izleyenler Turgenyev’in filmde anılan öyküsünün işlevini daha derin düşüneceklerdir tahminen). Barbara’nın içindeki “kaçış çizgisi”ni silikleştiren, bir Narodnik olmasa da, halk dediğimiz kolektif öznenin bütünü yerine tek tek parçalarına, onların hayatlarına dokunmayı idealleştiren bir karakter Andre. Şartlar içinde ne yapılabilirse onu yapmaya çalışıyor belki de; belki tek kaldığı için bu kadarı geliyor elinden. Bir başka açıdan bakarsak, belki de düzenin yeniden üretiminde işlev üstleniyor Andre. Tatar Çölü’nün Drogo’su gibi. Başka yazılarda bu boyutu yine tartışmak üzere burada kesiyorum.
Barbara’nın içinde bir Andre, Andre’nin içinde de bir Barbara var, burası muhakkak. Adı konmamış aşk ya da tutkunun bize sezdirilen kısımlarından da anlıyoruz. Sonuçta Barbara gitmiyor; gidebilecekken gitmiyor. Kendi yerine bir başkasını göndererek o kişiyi kurtarıyor. Hastaneye döndüğünde ise Andre’nin, iyileşeceğini düşündüğümüz ameliyatlı hastanın yatağının başında mutlu ve gururlu oturuşunu yüzündeki tebessümden, gözündeki parıltıdan izliyor. Andre sanki, Narodnik eylemin geri çekildiği koşullarda; mutlaka Münzevi ve eylemsiz bir yaşamın alternatif olmayacağını anlatıyor. Tek tek dokunmak, dönüştürmek, iyileştirmek gerekiyor. Tek kişiyle başarmak mümkün olmuyor. Barbara da ikna olmuş ki, kalıyor. Batı Almanya’da çalışmak zorunda kalmayacağını, doktorluk yapmasına gerek olmadığını söyleyen sevgilisinin patriyarkal eylemsizlik çağrısına karşı, tek tek direniş ateşlerini kendi mesleğinin meşaleleriyle yakabildiği Doğu Almanya’da kalmayı, baskı ve sürgün koşullarına rağmen direnmeyi seçiyor.
Bütün halka dokunamayacaklar belki; ama tek tek kurtaracakları hayatlar var. Yüz yıl sonra hekim kadın/öncü değişmiyor aslında, değişen koşullar. Eriyen devrim düşleri içinde Narodnik tavır kendisine yeni anlam, mücadele ve akış kanalları açıyor. Başkalarının hayatlarına küçük de olsa dokunmak, insanın kendi anlam bunalımını gidermeye de yarıyorsa, yepyeni Narodnik hevesler, o iyileşen yaraların üzerinde çiçek açmaya başlar belki de.

Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler’de, bizde ütopyacı geleneğe en yakın ismin Aziz Nesin olduğunu söylüyor. Bizde ütopyacı yoktur, tezini paylaşmasam da, Aziz Nesin’le, Nesin Vakfı’yla ilgili saptamasına yazımın bu aşamasında katıldığımı özellikle belirtmek isterim. Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları’nda (s. 221) değiniyor bu ütopyacı pratiğe ve şöyle diyor:
“Vakıf kurulduğu sırada bizim sol enteller dudak büktüler. ‘Ne yani?’ dediler. ‘Birkaç kimsesiz çocuğu eğitecek de memleketi mi kurtaracak?’ Oysa Aziz Nesin’in böyle bir iddiası yoktu. O sırada bana söylediği gibi, tek amacı, küçükken kendi çektiği sıkıntıları, yirmi otuz çocuğun çekmemesiydi.”
Büyük mücadelelerin yanında küçük dirençler geliştirmek, somut değişimler gerçekleştirmek, bir vakfın şehirden uzak bahçesine ya da taşranın uzak iklimine sığınmak ya da çekildiği kır, kıyı köşesindeki ekolojik saldırılara direnmek… Münzevinin içinde saklı narodnik öncüyle ilgili diyalektik örnekleri çoğaltabiliriz. Akıştan kaçış mekânsal bir olgu değildir öyleyse. Geçmişte Nesin Vakfı’nın ütopik eylemini küçümseyenler, bugün eğitimin ve yurtların tarikat yapılarının eline teslim edilmesine ahlayıp vahlıyor. Bir yerden başlamamak, hiç başlamamaktır. Yenilgi, akışa teslimiyet ise orada başlıyor.
Öyleyse yeni bir tezle bitirelim serinin bu yazısını: Akıştan kaçış, kendinde ‘iyi’ ya da kendiliğinden ‘kötü’ bir anlam taşımıyor. Bir yerden gitmek ya da bir yerde kalmakla da anlamına kavuşmuyor. Ölçü burada, ilkin, nerede kalır ya da nereye giderseniz gidin, düzenin yeniden üretiminin neresinde durduğunuz/bu yeniden üretime katkı verip vermediğiniz ve ikincisi de, kaçtığınız ya da kaçamadığınız, sürüldüğünüz ya da sığındığınız dar ölçekte, alternatif bir yaşam / mücadele / örgütlenme biçimi geliştirip geliştiremediğinizdir. Akıştan kaçış bu iki ölçüye göre bir direniş biçimine de dönüşebilir, bir teslimiyet pratiğine de.
Devam edeceğiz, yeni yazılarla.
Deniz Yıldırım
Bana yazabilirsiniz:
yildirimdeniz1979@gmail.com