Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla) 4 milyar 540 milyon 874 bin 674. Yıl, 253. Gün.
BELLEKTEN ANI DEVŞİRMEK
Çocukluk bir anı dolabıdır. İsterseniz elinizi uzatıp oradan eski bir oyuncağı veya bir arkadaş adını çekip çıkarır, isterseniz şimdide olmayan bir mekânı yeniden bulur veya uzak bir kokuyu burnunuza çekersiniz.
Bu yaz fazlasını yapmak istemiş olacağım ki Kars’a, çocukluğuma doğru bir gezi tasarladım. Doğrusu, karımla gerçekleştirdiğimiz yolculuk bana ait mekânlar ve duygularla sınırlı kalsa bu yazıyı günlüğüme getirmezdim. Öyle olmadı: Gezimiz, Türk ve Rus tarihinin kesiştiği dönemi içine aldığı gibi, 65 yıl sonra dünyanın en eski piyanolarından birinin tuşuna bir kez daha basmama ve Kayahan’ın müzik dağına tırmanışının olası ilk adımlarına bizi ulaştırdı ve bana anılarımın bir sanrı veya hayal ürünü imgeler olmadığını kanıtladı. Bunu söyleyebilmemi, 19. yüzyıl sonundan 1. Dünya savaşına kadar işgal altında kalan Sarıkamış’ta Ruslar tarafından yapılan binaların hâlâ ayakta oluşuna borçluyum.

Kars’tan Doğu Ekspresi ile gittiğimiz Sarıkamış, beni “Sen burada yaşadın ve okudun,” diyerek selamladı. Doğu bloklarındaki askeri lojmanımızı ve işgal sırasında Rusların Orduevi olarak inşa ettikleri ilkokul binamızı elimle koymuş gibi buldum.
Kestirmeden söyleyeyim: Zihnimdeki resimleri gördüklerime yeğlerim. Anılarımın görselleri, bugünün biraz hayal kırıcı fotoğraflarıyla üst üste geldiğinde farklar netleşiyor. Okulum Fevzi Çakmak İlkokulu ile oturduğumuz lojmanın arasındaki mesafe anılarımda bomboş bir arazi içinde uzun bir yol iken, bugün sağlı sollu evlerin ve apartmanların yer aldığı 150-200 metrelik kısa bir sokak. İlkokulumda sınıfların koridorlarla bağlandığı büyük salon hayalimde belirenin aksine geniş olmayıp dar ve uzunca. Eğer, anılarımızda sakladığımız mekânların fiziki boyutlarının gerçekliğine güvenemezsek, anılarımızla sarmalanarak şimdiye ulaşan duygularımıza ne kadar güvenebiliriz ki?
İlkokula 1957 yılında Sarıkamış’ta başladım. Okulumuzun salonunun duvarlarında şimdi eski sınıfların öğretmen ve öğrencilerinin büyütülüp çerçevelenmiş fotoğrafları var. Benim zamanımda duvarlara, öğrencilerin yaptığı resimler asılırdı. Salon bir sanat galerisi işlevi görürdü. Kendi resimlerimi orada görmek pek hoşuma giderdi. Hiç unutmam, salonun köşesinde bir piyano dururdu. Bizi gezdiren görevliye şimdi yerinde olmadığına şaşırmadığım o piyanoyu sordum. İyiden iyiye eskiyen piyanonun Milli Eğitim Müdürlüğünce Kars’taki Alpaslan Anadolu Lisesinin Müzesine alındığını öğrendim. Piyano, gördüğü saygıyı hizmetinin bir karşılığından çok yeryüzünde yalnızca 6 tane kalışına borçluydu sanırım. İzini sürmeliydim.
Fevzi Çakmak İlkokulundan ayrılmadan önce salonun bir duvarında sergilenen yedi-sekiz portre fotoğrafı dikkatimi çekti. Okulun “Şeref Köşesi”ne bakmaktaydım ve resminden adını okumadan tanıyacağım tek kişi Kayahan’dı. Verilen bilgiye göre şarkıcı, besteci ve söz yazarı Kayahan benden bir yaş büyüktü ve Kayahan’la 2 yıl birlikte aynı ilkokulda öğrenim görmüştüm. Benim müziğe ilgisizliğime karşın bir müzik insanı olarak onun parmaklarının meşhur piyanomuzun tuşlarında gezinmiş olma olasılığı çok yüksekti. Belki de küçük yaşta müziğe bu ayrıcalıklı olanak sayesinde başlamıştı, kim bilir!
Kars’a döndükten sonra, ilk işimiz otelimize çok yakın konumdaki liseyi ziyaret etmek oldu. Okul Müdürünün anlayışı sayesinde okulun müze olan odası bizim için açıldı ve böylece piyanoya ve onunla ilgili bilgilere ulaşabildim. “Rus yapımı piyano: Kars ili Rus idaresine geçtikten 14 yıl sonra Çar II. Nikola tarafından Sarıkamış’ta yaptırılan Rus binasında korunan piyano dünyanın ilk piyanolarındandır. 1668 yapımı olan piyano Cumhuriyet sonrası 50 yıl boyunca, Sarıkamış’ta Fevzi Çakmak İlkokulunda müzik öğretiminde kullanılmıştır.”
Müze odada Kayahan’ın Sarıkamış’ta gördüğüm fotoğrafı da vardı ve alt yazısı daha doyurucuydu.

Sarıkamış’ta askeri lojmana taşınmadan önce yaşadığımız mahalle tamamen değişmiş. İlkokulumu ziyaretten sonra uğradığımızda hiçbir yerini tanıyamadım. Bahçeli eski evlerin yerine üç-dört katlı apartmanlar yapılmış ve yapılıyor. Lojmanlarımız askeri bölge içine alınmış ve dikenli tellerle çevrilerek yabancılaştırılmış. Ciddi görünen fotoğraf ve video çekme yasağı dikkate alınmayacak gibi değil. Gene de, duvarın arkasından sağlam ve bir örnek Rus binalarını ve onlardan biri olan en öndeki lojmanımızı hemen tanıdım. Çocukken, binaların arasında toprağı eşeleyerek savaşlardan kalma dürbün prizmalarını bulduğumuz ve onları güneşe tutarak saçtıkları renklerle eğlendiğimiz boş alanları, tepede babamın Yüzbaşıyken çalıştığı Süvari Alayının Ruslardan kalma ince uzun binasını uzaktan da olsa yeniden gördüm. Alayın önünde bir fotoğraf çekimi süresince beni sırtında misafir eden ve kaderini hiç bir zaman öğrenemeyeceğim tayımı andım: Alayın Siverek’e taşınmasının ve orduda süvari sınıfının lağvedilmesinin eli kulağındaydı.
Bir zamanlar okulumun arkasındaki ormanda piknik yapar, salıncak sallanırdık. Ormana giden sokaktan kışın kurtlar inerdi. Orası gene piknik alanı olarak duruyor. Yanımıza gelen bir Sarıkamışlıya, önümüzdeki masanın altını bir halı gibi kaplayan ayçekirdeği kabuklarını gösterip “hâlâ ayçekirdeğine Rusça ‘sımışka’ mı deniyor” diye sordum. Gençlerin o kelimeyi bilmediklerini söyledi. Ben belki Kürt aksanımı çoktan kaybettim ama bu sözcük kaybetmediklerimin arasında kaldı.
“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” denir, gene de asıl şaşırtıcı olan, dünyada her şey değişirken anıların değişmeden kalmasıdır.
262. Gün:
ALİ NESİN’DEN METAFİZİK TANIMI
Matematikçi Ali Nesin’e göre, tekrarlanabilen şeylerin bilimi olur. Bir televizyon söyleşisinde dedi ki: “Tekrarlanır olgulardan birkaç veri alırsın, diğerlerini ihmal edersin, data toplarsın vs. Buna karşılık, tekrarlanmaz şeylerin ise metafiziği olur; inancı, sanatı olur. Nedir tekrarlanamaz üç şey: Varlık (Evren gibi), Benlik (herkes için kendi benliği), An (şimdi)”
Gerçekten de, özellikle “an” kavramı edebi akıl yürütmelere çok uygun düşüyor, ki bunu sanatın içinde değerlendirebiliriz. Deneyecek olsam: “Gelecek düşüncesi şimdide var olan bir şeydir. Geçmiş, yazarların yetişkin oyuncağıdır. Geçmiş olmasa hiçbir şey yazılamazdı; kendi geçmişimiz, ailemizin, ulusumuzun, insanlığın geçmişi ve değiştirmeye yeltendiğimiz tarih. Öte yandan, her şeyimizi şimdiye (ânâ) borçluyuz. An olmasa, ne geçmişi kurcalayabilir ne geleceği hayal edebiliriz. En yaratıcı zaman andır. Ama, en geçici zaman da andır. Fotoğrafa hayranlığımızın nedeni ânı durdurabilmesidir. Ahmet Hamdi Tanpınar, geliştirdiği ‘eşik’ kavramıyla geçmiş ve geleceği anda toplamış ve ânı –bir fotoğraf gibi– sonsuzlaştırmıştır,” derdim.
275. Gün:
ŞUNDAN BUNDAN
İlk defa eve berber getirttim. Kendi berberim. Bir süre önce dükkanını kapattı. Eşi orada hediyelik eşya satıyor. Renk renk duvar seramikleri. Terasta saçımı keserken, neden kapattın diye sordum. Hediyelikler daha mı çok kazandırıyor? Yok dedi, başabaş gibi. Ama, ben artık sağlığımı düşünüyorum. Ağrılar geliyor. Son zamanlarda gençler ağda da yaptırıyor. Tükeniyorum.
Ağda ha! diye ünledim. “Z” kuşağı. Hiç değilse kendilerinin farkındalar. Biz gençken, kendimizi unutup toplumun farkına varmaya çabalıyorduk ama toplum bizi fark ediyor muydu, emin değilim.
279. Gün:
Yerli ve milli oksimoron: “Nerelisin hemşehrim?”
Nazmi Özüçelik