“Montaigne bir denemesinde, kendisini sınamak için belirli bir konudaki düşüncesinin tam tersini zihninde savunmaya başladığını, tuhaf bir şekilde bir yerden sonra o karşıt görüşe de hak vermeye başladığını fark ettiğini söyler.”

Fatih Akın

Yazıya başlamadan önce Fatih Akın’dan neler izlemişim, ona bakayım dedim: Der goldene Handschuh (Altın Eldiven, 2019), Gegen die Wand (Duvara Karşı, 2004), Aus dem Nichts Paramparça, 2017) ve Im Juli (Temmuz’da, 2000). Bunlardan üç tanesini yakın zamanda izlediğim için kafamın içindeler hâlâ; ama Im Juli epeyce silinmiş hafızamdan.

Akın’ın sineması bana hiç hitap etmeyen bir sinema, buna rağmen elimden geldiğince yakından takip etmeye çalışıyorum. Abbas Kiyarüstemi, Sinema Dersleri kitabında şuna benzer bir şey söyler: “Bir filmi neden sevmediğimi izah edebiliyorum; ancak neden sevdiğimi bu kadar kolay anlatamıyorum.” Sanırım ben de sevdiğim filmlerin tadını çıkartmak; sevmediklerimi de, kendi zevklerim, tercihlerim ve estetik önceliklerim üzerine düşünmek için bir fırsat olarak gördüğümden böyle bir yola giriyor, zaman zaman bana hitap etmeyen yönetmenlerin de peşine düşüyorum. Fatih Akın sineması, aynı Zeki Demirkubuz sinemasında olduğu gibi, sevmediğim halde takip etmek için gayret gösterdiğim kadrajlar arasında yer alıyor: Beni rahatsız eden, içselleştiremediğim yanlar üzerine düşünmek, hem damak tadımın ilerlemesini hem de kişisel olarak bir filmi izlerken neleri nirengi noktası olarak kullandığımı nesnel olarak fark etmemi sağlıyor.

Yekten konuya girecek bir soruyla başlayayım: Fatih Akın sineması beni neden sarıp sarmalamıyor? Baş sıraya şunu yazmam gerekiyor galiba: Akın’ın dünyası bana çok yabancı. Arada kalanların, geçmişle gelecek köprüsünde yerlerine karar veremeyenlerin hikâyesini anlatıyor. Aslında bunda çok da şaşılacak bir şey yok; Fatih Akın sinemasına bu perspektiften baktığımızda, Pamuk’un ayrımı olan “saf ve düşünceli” sanatçının “saf” kısmında kendine yer bulan bir yönetmen gördüğümüzü söyleyebiliriz: Akın kendi hayatından, kendi deneyimlerinden beslenerek üretiyor, filmlerinde esrik bir yazarın kaleminin ucunu görmek mümkün. En azından ben öyle hissediyorum. Kendi yaşantısından devşirdiği hikâyeleri seyircisiyle buluşturuyor. Fatih Akın, Türkiye’den Almanya’ya göçen bir ailenin çocuğu; dolayısıyla göçmenlik, iki arada bir derede kalma (geçmiş-gelecek köprüsü), “oradakilerin” aslında “buralılıklarından” bir türlü kurtulamayışı, “sıla” ve “gurbet” kavramları arasında sıkışıp kalan insanların hayatlarının uzantısı, Akın’ın sinemasında oldukça büyük bir yer buluyor. Bu tamlamada (sıkışıp kalan insanların hayatlarının uzantısı) tamlananıbiraz açmak gerekiyor: Fatih Akın, “köksüz ağaçların tohumlarını”, daha yalın bir ifadeyle “Alamancıların” ikinci-üçüncü jenerasyonunun yaşadıklarını kadraja almayı istiyor; zira bu, aslında bizzat kendi hikâyesi. Bir röportajında “Almanca uyuyorum, Almanca sevişiyorum, Almanca düşünüyorum, Almanca yemek yiyorum; aslında ben tamamen Almanım” gibi bir cümle kurmuştu diye hatırlıyorum. Tam da bu nedenle “köksüzlerin çocuklarını kadraja taşıyor” diyorum; zira bu köksüzlük hissi, anlattığı kişilerin, yani ikinci-üçüncü jenerasyon mensuplarının hayatlarının merkezinde yer alan bir duygu değil. Onlar artık, yeni nesiller olarak köprünün gelecek kısmında yer alıyorlar; zira onların geçmişi de aynı nokta! Kartlarını Avrupa’dan yana oynuyorlar çünkü Avrupa’ya çok daha yakınlar, ne var ki Avrupalı değiller! Bu derinine tam inilemeyen, nedeni tam da bilinmeyen köksüzlük hissinden aslında onlar da muzdaripler. Belki gündelik hayatta yaşadıkları sorunların en derininde yer alan şey yine o; ancak artık, onlar bir ya da iki önceki nesil kadar sorunun kökeninin bu olduğunun farkında değiller. Orwell’ın “özgürlük” kavramını unutan kişiler gibiler: Bir şeylerin eksikliğini hissediyorlar, fakat bunu efradını cami ağyarını mani, hani derler ya dört başı mamur olarak izah edemiyorlar.

Bunlar benim hayatımda karşılığı olmayan duygular; Akın’ın sinemasıyla aramda mesafe oluşmasına neden olan ilk etmen de bu olsa gerek. Öte yandan, kendimi zorlamak ve kök nedeni iyice anlamak için beni köşeye sıkıştıran, biraz da kışkırtan bir soru sorayım kendime: Bir filmi sevmek için, konusunun ilgimi çekmesi mi gerekir? İlk başta kolay bir yanıtı var gibi görünüyor: Evet! O halde Socratesvari bir şekilde sorular sorarak kendimi iyice köşeye sıkıştırayım: O halde, Yaşar Kemal’in kitaplarını, örneğin bayılarak okuduğun Yağmurcuk Kuşu’nu neden seviyorsun? Doğrusunu söylemek gerekirse, içimdeki şeytan beni güzel köşeye sıkıştırdı. Sahi, o halde neden Yaşar Kemal gibi benim dünyama oldukça uzak bir yazarı keyifle okuyorum? Nuri Bilge Ceylan’ın bozkırda çeşme çeşme dolaştığı şaheseri Bir Zamanlar Anadolu’da niçin tüylerimi diken diken ediyor? Göçmenlikle bir bağım olmamasına rağmen Dardenne Kardeşler’in Söz’ü, yıllar sonra dahi sadece anısıyla içimi burkabiliyor? Şeytan Socrates art arda sordurttuğu sorularla beni epey sıkıştırdı; sorularına yanıt vermekten başka çarem yok!

Bir kişinin bir filmi sevebilmesi için mutlaka “filmin konusuyla” ilgilenmesi mi gerekir? Sinopsis ilgi çekici değilse filme hiç dokunmamak en doğrusu mudur? Konuya ilgi duymak elbette bir avantajdır, müşterek ilgi alanlarına sahip olduğumuz yeni biriyle tanışmak gibi düşünebiliriz bunu: Elbette bir avantajdır, sempati yaratır. Beri yandan, aslında her konudan “ilgi çekici” bir film yaratılabilir. “Fikrin pek bir önemi yok” diye düşünenlerdenim doğrusu; fikirden ziyade, o fikrin nasıl işlendiği önemlidir. Tartışmayı sinopsisler üzerinden yapmak, “Dur sonunu söyleme!”ler ile bir sonraki filme karar vermek, biraz ham veya başlangıç düzeyi bir düşünce gibi geliyor bana. Çok sarih ifade edeyim: Herhangi bir konuda, tüylerimi diken diken edecek bir film yapılabilir. Müşterek ilgi alanım olmayan biriyle hasbihal edip dostluk kurabileceğim gibi, hayatımda karşılığı olmayan bir konuyu merkezine alan bir filmi izleyip ömür boyu sahneleri arasında kaybolacağım yeni bir dostla da tanışabilirim. Hatta bunlar benim iç dünyamı daha da zenginleştirir. O halde sormaya devam: Akın’ın filmlerinde içselleştiremediğim şey ne?

Rheingold (Ren Altını, 2022) “gerçek olaylardan esinlenen” ve Akın’ın bugüne kadarki sinemasında da dokunduğu telleri titreten bir film: Yine sorunlu bir protagonist, yine nedeni tam anlaşılamayan bir köksüzlük hissi, yine aynı sertlik… Sorun malzeme değil demiştim, o halde ne? Sanırım bu malzemenin çok ham bir şekilde işlenmesi beni rahatsız ediyor. Bu düşünceyi biraz açayım: Fatih Akın, çok sert dünyaları, olabildiğince kaba bir şekilde anlatmaya çalışıyor. Duvara Karşı’da da, Paramparça’da da, Altın Eldiven’de de böyleydi: Çok sert dünyalar ve çok kaba bir anlatım. Tezatlıktan doğan bir zenginlik bulamıyorum filmlerinde.

Tezatlıktan ne kastediyorum, somutlaştırmaya çalışayım. Bir Zamanlar Anadolu’da’dan savcıyla doktorun son konuşmasına bir bakalım: Savcı içinde derin bir boşluk hissi ve vicdan azabıyla pencereden dışarı bakarken doktor onu uykusundan uyandırır: “Gidelim mi Savcı Bey?”, “Gidelim… Gidelim doktor…” Tüm ciddiyetiyle “Buyurun…” diyen doktoru, yüzünde acılı bir gülümsemeyle durdurur savcı: “Yahu doktor… Bir insan, bir başkasını cezalandırmak için hakikaten kendisini öldürebilir mi? Olabilir mi yani böyle bir şey?” Bu içsel yıkım anında savcının yüzündeki yorgun ve acılı gülüş, sahnenin üzerimizdeki etkisini katmerler: Artık duyguların arabeskliğini değil, derin bir hüznün sızısını hissetmeye başlarız. Kamera arkasına baktığımızda Ceylan’ın bu sahne için epey uğraştığını, farklı yüz ifadeleri denediğini görürüz. Finalde tüylerimizi diken diken eden, Ceylan’ın ustalığını ortaya koyduğu bu seçimdir. Savcının gözlerindeki gülümseme; iç dünyasıyla yüzünün tezatlığı, cümlelerin üzerimizdeki etkisini tarifi mümkün olmayan derecede arttırır. Küçük acılar konuşur, büyükleri susar denen türden bir yıkımdır savcının yaşadığı. Bunu en güzel anlatan da gözlerinden süzülen yaşlar değil, suratında donakalan acılı gülümsemedir. Tezatlığın ustaca kullanımı, anlamı derinleştirir.

Akın’ın filmlerinde böyle bir derinlik görmekte zorlanıyorum. Sanki, kalemin ucuna geldiği gibi yazan esrik bir yazarın (saf romancı) kaleminin hoyratlığı ve biraz da kabalığı var. Akla ilk gelen çözümler sunulmuş, farklı yanıtların peşinde pek koşulmamış gibi… Sert dünyalar ve sert anlatım! Sert olaylar! Sert karakterler! Sert diyaloglar! Bu, Akın’ın yemeklerinin derinliğini azaltan bir unsur gibi geliyor. Öte yandan, elbette derinlik yaratmanın tek yolu tezatlıkların çarpışmasından yararlanmak olmasa gerek; aynı konu, aynı renk içerisinde de bir derinleşme mümkün olabilir. Şiddet (burada şiddet kelimesini, karakterin dünyayla yaşadığı tüm çarpışmaları kapsayan daha geniş bir anlamıyla kullanıyorum) anlatım biçimiyle derinleştirilebilir ve tek bir malzemeden de zenginlik sağlanabilir. Ben, Akın’ın sinemasını bu anlamda da doyurucu bulamıyorum. Yine beni oldukça etkileyen bir sahneyle düşüncemi açmaya çalışayım. Haneke’nin Funny Games’inde (Ölümcül Oyunlar, 1997) çocuğun öldürüldüğü ve kanların televizyona sıçradığı sahneye bakalım: Sadist gençler konuşurlar, televizyon son ses açıktır ve bir araba yarışını izleriz. Arabaların çıkarttığı motor seslerinin rahatsızlığı, sadist gençlerin rahatlığının rahatsızlığıyla katmerlenir; zira her ikisinin de zemininde bir cinayet vardır. Haneke, ustalığını konuşturur ve sadece şiddetin medyada gösterimi düşüncesi üzerinde derinleşir. Hiçbir şiddet sahnesi göstermeden bütünüyle şiddeti kadraja taşıyan bir filmi kotarır.

Rheingold’da ise art arda birbirinden sert ve büyük olaylar, birbiri ardına önümüze geliyor; daha birini içselleştiremeden, karakterlerin dünyasındaki yerini anlayamadan bir diğerine geçiyoruz. Bu yüksek gerilimli olaylar dizisinin temposu öyle baş döndürüyor ki bir türlü derinleşemiyor; suyun yüzeyinde kulaç atmaya başlıyoruz. Nuri Bilge Ceylan, Üç Maymun’da aslında kaza sahnesini de çektiğini, üstelik güzel de çektiğini, bununla birlikte daha sonra montajda çıkarttığını söyler: “Tam da böyle bir durumda karanlıkta kalan duyguları, ruh halini anlamak ve bunu göstermek istiyordum” minvalli bir açıklama ile bu düşüncesini temellendirir. Bu düşünce üzerinde biraz durup Ceylan’ın ne demek istediğini anlamak önemli: Bu tarz sert sahneler, güçlü bir ışık kaynağı misali etrafındakileri görünmez kılar. Işık o denli güçlüdür ki gözümüz sadece onu seçebilir, etrafında olanlar bu ışığın gölgesinde kalırlar. Fatih Akın’ın filmlerinde –Rheingold için de aynısını düşünüyorum– bu ışık-gölge oyununun oldukça baskın olduğu kanaatindeyim: Olaylar, gözümüzü öyle kamaştırıyor ki başkaca bir şey göremiyoruz.

Akın’ın Rheingold’u gerçek bir hayat hikâyesine dayanıyor ancak gerçek olaylardan bile esinlenilse, Akın’ın filmlerindeki “Yeşilçam Melodramı” (ki bunu oldukça olumsuz bir tamlama olarak dile getiriyorum) havası bir türlü gitmiyor. Rheingold tam olarak böyle bir film: Sonunda her şeyin iyiye bağlandığı, acılarla dolu bir geçmiş… Beri yandan, sert olaylar silsilesi birbiri ardına öylesine baş döndüren bir şekilde geliyor ki saçtıkları ışıktan kamaşan gözlerimiz nedeniyle başka bir şey göremez hale geliyoruz: Karakterler yeterince açılmıyor; ana karakter dışında her şeye çok yabancı kalıyoruz ki protagonistimizi de sadece yüzeysel olarak tanıyabiliyoruz. Karakterin “öyle” olmasının belki de en büyük sebeplerinden biri olan babasına dair hemen hemen hiçbir şey söylemiyor film; baba-oğul ilişkisinin derinliğini göremiyoruz. Baba, tabiri caizse bir “modern Erol Taş” gibi resmediliyor; hak verilmesi oldukça güç adımlar atıyor ve biz nedenini bilemiyoruz… Nedenini bilmemiz de önemli değil belki; ancak karakter o kadar yüzeysel bir yerde duruyor ki, bir türlü anlamlandıramıyoruz bu tavrını. Fatih Akın, o kadar sert, güçlü olayları, ışık kaynaklarını kadrajına taşımayı tercih ediyor ki, ışığın gücü, olayların sertliği, karakterin derinliğinin anlaşılmasını imkânsız kılıyor. Biz bir karakteri izliyoruz belki; ama çoğu kez o karaktere değil olaylara; olayların ahlaki, vicdani boyutlarına odaklanıyoruz. Bu yalnızca Rheingold’da gördüğüm bir şey değil; Im Juli haricinde, izlediğim tüm filmlerinde benzer bir tat aldığımı söyleyebilirim. Öte yandan Im Juli’ye dair de zihnimde hiçbir şey kalmamış.

Akın’ın sinemasıyla aramda mesafe olmasının bir diğer sebebi de kadrajının nesnellikten uzak olması. Sinemalarına hayran olduğum Dardenne Kardeşler de, aslında Akın’ın kadraja aldığı insanlara odaklanırlar. Onların sinemalarında da sosyoekonomik açıdan toplumun aşağı kesimlerinde kalmış kişiler başroldedir; bununla birlikte müthiş bir derinliğe dalar, film bittiğinde damağınızda çok boyutlu bir tat kaldığını hissedersiniz. Kanımca bunun başat sebebi, Dardenne Kardeşler’in kamerasının nesnelliğidir: Bir belgeselci gibi karakterin peşi sıra gider ama yalnızca gösterir; ona sempati veya antipati ile bakmaz.

Bununla birlikte, Rheingold’da Akın’ın kamerası nesnellikten uzak, o serseri tavrı seven, sempati duyan, zaman zaman klip estetiğine yaslanarak bu şiddeti handiyse coşturan bir noktada duruyor. Bu biçimin seçilmesi, şiddeti –hadi olumlayan demeyeyim– fakat Haneke’nin tüm filmografisi boyunca eleştirdiği gibi evin haylaz çocuğu gibi gösteren Hollywoodvari bir yerde konumlandırıyor. Beni esas rahatsız eden bir diğer unsur da bu sanırım. Zira film ve genel anlamda Akın’ın kamerası, benim şiddete ilişkin iç değerlerimle ciddi manada çatışan; kabul edemeyeceğim, hak veremeyeceğim bir noktada durmayı tercih ediyor. “En kötülerin bile aslında derinde bir yerde iyi olduklarını” oldukça melodramatik bir tatla anlatıyor ki bu, bir nevi şiddeti yumuşatma, şiddeti sempatik çocuk gösterme gibi geliyor bana. Karakterlerini gösteren değil, onlara sempati duyan bir tarafı var Akın’ın kamerasının; bu da benim antipati duymama sebep oluyor.

Montaigne bir denemesinde, kendisini sınamak için belirli bir konudaki düşüncesinin tam tersini zihninde savunmaya başladığını, tuhaf bir şekilde bir yerden sonra o karşıt görüşe de hak vermeye başladığını fark ettiğini söyler. Sanırım ben de, kafamda soru işaretleri uyandırdığı, beni –yukarıda da belirttiğim üzre– kendi zevkim, damak tadım, arayışım üzerine sorgulamaya yönelttiği için, sevdiğim kadar sevmediğim yönetmenlerin, yazarların peşinden de gidiyorum. Fatih Akın sineması pek uzlaşabileceğim, sevebileceğim bir sinema gibi olmasa da yaptırdığı bu jimnastik nedeniyle kadrajımda kalmaya devam edecek gibi görünüyor…

Deniz Kıral