Kadri Öztopçu’nun ilk gençlik kitabı “Saklıköy’ün Kuşçusu” Günışığı Kitaplığı tarafından Ekim 2009’da yayımlandı, 2010 Memet Fuat Yayıncılık Ödülü’ne değer görüldü.Çizimleri Tan Oral’a ait olan roman, Semih Gümüş’ün önsözü ile açılıyor. Gümüş’e göre “Saklıköy’ün Kuşçusu”nda çarpık kentleşmenin doğaya ve insana yaptıkları destanlaştırılmıştır.

“Saklıköy’ün Kuşçusu” hem yaşadığımız dünyanın nasıl yıkıma uğratıldığını anlatıyor hem de her şeyin bizim ellerimizde olduğunun altını bir kez daha çiziyor. Anlatıcı karakter, köy ya da kasaba sayılacak kadar küçük bir yerleşim yerinin dönüşümüne sözü getirmeden önce geçmişe giderek, Saklıköy’ün kendi çocukluğuna denk gelen o hoş hâlini anlatarak başlıyor hikâyesine. Deresi, denizi, kumsalı, balıkları, çakıl taşları, çeşmeleri, suları, kuşları, zeytini, antik Roma ve eski Yunan’dan kalma mermer sütunlarıyla Çamtepe ve Keltepe’yi gözümüzde canlandırıyor. Yazar bir kentin, sokakların, mimari ve tarihin değişime uğramasıyla asıl anıların yok oluşundan, şehirleşmenin getirdiği kayıplardan söz ediyor. Sıra son çınar ağacının kesilmesine geldiğinde, köyün çocukları Gezi’yi anımsatan “Otuz dalda otuz kuş” parolasıyla kendilerinden beklenmeyecek bir direniş gösteriyorlar.

Aramızdan erken ayrılarak, 2020’de yaşama veda eden değerli yazar Kadri Öztopçu’nun “Yanlış Hikâyeler” (2006) adını verdiği öykülerinden sonra yayımlanan “Kuş Oltası” (2009) adlı kitabı, 2010’da öykü dalında Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü kazandı. “Yara” (2013) adlı bir romanı da bulunan yazarın “Kimsenin Bilmediği İnsanlar” (2019) adlı öykü kitabı, vefatından sonra Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne değer görüldü. Kadri Öztopçu’nun, vefatından önce Semih Gümüş’e emanet ettiği şiirleri ise “Ben Kendimi Nereden” (2023) adıyla Vacilando Kitap tarafından yayımlandı.

Kadri Öztopçu’nun edebiyat anlayışını, özellikle gençlik edebiyatına armağan ettiği “Saklıköy’ün Kuşçusu” romanını, öykücü Murat Darılmaz’la konuştuk.

Esme Aras

Kadri Öztopçu

Son röportajımızda sen Ankara’yı henüz terk etmemiş, Ankara’yı seven, uzaklaşınca bu kenti özleyen birisi olarak “Ankara’da yazmak güzel, hayal kurması kolay oluyor” demiştin. Şimdiyse başka bir coğrafyada, neredeyse Saklıköy gibi bir kıyı kasabasında yazmayı deneyimliyorsun. Mekânsal anlamda yer değiştirmek, yaşadıklarını başka bir yerde yazıya dökmek, sence bir yazarın hayal dünyasına neler katar?

Yazıyla ilgilenenler için yazmak ve yaşamak madalyonun iki yüzü gibidir. İkisini birbirinden ayırmak güç. Ayna ve aynayı oluşturan sır da diyebiliriz buna. Camı aynaya dönüştüren sır, sanatla uğraşan insanlar için ürettiği sanat eseridir. Edebiyat için edebiyat ürünü, yazanlar için yazı. Yaşamdan damıtılanları aktarmaya çalışıyoruz metinlerimize. Bu biraz geri çekilişle mümkün oluyor. Yaşananlara biraz daha mesafeli ve uzaktan bakarak. Yoksa yazılanların bir gazete haberine, günlüğe dönüşme riski olur. Kişi yazarken bir üst dil oluşturma çabası içerisine girer, böylelikle gündelik dil edebiyatın dili hâline gelir. Yaşadığımız mekânların böylesi bir etkisi olur. Bozkırda yaşarken bir sahil kasabasını yazmak, şimdi olduğu gibi bir sahil kasabasında yaşarken de bozkırı veya daha önce yaşadığımız mekânları yazmak sanki daha yapılabilir geliyor bana. Bu bence, çünkü hayal gücünü tetikleyen bir durum. Kışın yazı, yazın kışı yazmak bana göre daha kolay. Ben öyle hissediyorum. Yaşama biraz da kuşbakışı bakmak gibi. Saklıköy’ün Kuşçusu’nda anlatıcı genç şöyle der: “Bütün köyü üç yandan sanki kucaklamış portakal, mandalina, limon bahçelerini, yamaçlardaki zeytinlikleri, sonra köyün kıyılarını bazen usulca, bazen ak köpüklü dalgalarıyla sanki şapur şupur öpen denizi, balıkçı barınağını, barınakta usul usul sallanan tekneleri, mendirek boyunca yığılmış ağları… her şeyi, herkesi kuşbakışı görürdün Çamtepe’den.” Benim çocukluk ve ilk gençlik çağım da böyle yerlerde geçti. Onları unutmak mümkün mü, yazının damarlarına bir şekilde giriyor. Kadri Öztopçu’nunki gibi.

Sana göre atmosfer bir öykünün en önemli öğelerinden biri. Kısa öykünün temelinde boşluk yatıyor, çünkü her şeyi söylemek mümkün değil. Sen bu noktada şunu söylüyorsun: “İyi edebiyat araç değil amaçtır. Edebiyat haz aldırırken zihnimizde yeni dünyalar kurmamıza yardımcı olur.” Saklıköy’ün Kuşçusu’nun önsözünde Semih Gümüş de seninkine benzer şekilde, “Kadri Öztopçu’nun tek kaygısı nitelikli edebiyat”tır diyor. Bunu biraz açalım istiyorum… Onun edebiyatı özelinde, öykünün öğeleri ve atmosfer oluşturma konusunda neler söyleyebilirsin?

Aslında edebiyatın kaygısı nitelikli olanını üretmektir. Sartre’ın dediği gibi neyi yazdığın değil nasıl yazdığın oluşturuyor daha çok edebiyat dediğimiz sanat dalını. Yazdıklarına baktığımızda bunun üzerine kafa yormuş olduğunu görüyoruz Kadri Öztopçu’nun. İlk öykü kitabı Yanlış Hikâyeler’den başlayarak Kuş Oltası öykü kitabında, Yara adlı romanında, son öykü kitabı Kimsenin Bilmediği İnsanlar’da, gençlik romanı Saklıköy’ün Kuşçusu’nda aradığı hep nitelikli edebiyattır. O görünürlük kaygısına düşmeden iyinin, güzelin, estetiğin peşinden koşarak üretmeye çalışan bir yazar olmuştur. Kadri Öztopçu’nun karakterleri hepimizin bildiği ama kimsenin bilmediği insanlardı. Bu alegorik cümleyi bilerek kullandım. Onun örselenmiş, itilmiş, yenilmiş karakterleri hayatımızın her alanında olan ama bizlerin fark etmediği insanlardı. Bunun, öykülerindeki karakterleri okuyunca ayırdına varıyoruz. Evet diyoruz, hayatımızda böyle birileri vardı. Bu öykünün belki de en temel ilkesini öne çıkarıyor, sahicilik. Bir öykü ya sahicidir ya da değildir. Gerçek olup olmaması okuru ilgilendirmez. Anlattıklarını sahici kılıp o duyguyu bize geçirebiliyorsa o öykü iyi bir öyküdür. Yarı sahici olmaz. Yarı iyi öykü olmayacağı gibi. Öykü ya iyidir ya değildir. Kadri Öztopçu’nun bütün öykü karakterleri sahicidir. Yapaylığa düşmezler. Biblo gibi, vitrin mankeni gibi, karikatür gibi durmazlar. Bence öyküyü ayakta tutan en temel öğe karakterdir, bunun ayırdındadır Kadri Öztopçu, karakterlerinin ruh hâllerini, duygularını, düşüncelerini iyi yansıtır. Çoğu zaman diyalogla yapar bunu. Kimi zaman da iç dökümü, mononogları da kullanır. Öyle gerektiği için. Yarattığı atmosferler de gezindiğimiz gördüğümüz yerlerdir. Kimi zaman sokaklar, barlar, bazen izbe yerler, mahalle kahveleri, düğün salonları. Kentleri de yazar, kıyı kasabalarını da. Hepsinin ortak özelliği sizi saran atmosferdir. Öykünün daha hemen başında girersiniz içine. Zaten öykünün eşiği dediğimiz giriş cümlesi veya paragrafındadır işin mahareti. Bununla öykünün daha baştan içerisine ya girersiniz ya da öykü dışına atabilir sizi eşik. Kadri Öztopçu öykülerine öyle süslü, ağdalı cümleler betimlemelerle giriş yapmazsınız. Kısa, yalın, sade cümlelerle sizi daha baştan öykünün içerisine sokar.

Murat Darılmaz

Kadri Öztopçu, meselesi olan bir yazar. Kuş Oltası kitabına adını veren öyküsü de öyle, gençlik romanında dert edindiği doğa katliamını, yani temel meseleyi merkeze yerleştirmesi de. Semih Gümüş, Öztopçu’nun yaşananların içinden çekilmiş insan hikâyeleri anlatmaya yatkın bir kalemi olduğunu, onun yaşadığımız dünyanın ne denli yanlış biçimde değiştiğini anlatmanın çarpıcı bir yolunu bulduğunu söylüyor. Yazılan eserlerde hem meselenin özünü vermek ama bunu yaparken de iyi edebiyat metninden ödün vermemek hakkında ne düşünüyorsun?

Edebiyat, nasılı neyin içerisinden çıkarır. Nasıl anlattığın önemli derken neyi anlattığının da en az onun kadar önemi vardır. Her yazarın bir meselesi vardır veya olmalıdır. Kimi yazarların meseleleri vardır, kimi yazar da bir meselenin etrafında döner durur. İkisi de bence kıymetlidir. Semih Gümüş, Kadri Öztopçu için çok güzel vurgulamış. Onun öykülerindeki insan hikâyeleri toplumsalın içindeki bireyin ortaya bulunup çıkarılmasıdır bence. İnsanları dramatik, hatta trajik hüzünlü hâllerin içindedir. Derin bir iç çekişle okursunuz. Ben de öyle insanları yazmayı sevdiğimden midir nedir, Kadri Öztopçu bana yakın geliyor. Mutsuz, karamsar, keyifsiz, hüzünlü insanlar. Ama aynı zamanda yaşadığı toplum içerisinde neden bu hâle düştüğünün bilincindedir o insanlar. Mutluluğu yaşamak, mutsuzluğu yazmak Kadri Öztopçu’da da bende de olan.

Bir gençlik romanında nitelikli edebiyattan ödün vermeyen bir yazarla karşı karşıyayız. Metaforların ve sembollerin kullanımına bakacak olursak; Kuşçu’nun başının üstünde dönenip duran kuş, kitabın sonunda Simurg/Zümrüdüanka olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca yazma yazamama sancıları bir kuyuya düşmekle eş tutuluyor. Buradaki üretme sancısı kuyunun içindeki korkutucu gölgelerle savaşmaya benzetilmiş. Kuyu bir metafordur; savaş aleti de kalemdir. Bu noktada sembol ve metaforların kullanımı hakkında sen ne düşünüyorsun?

Ben Saklıköy’ün Kuşçusu’nu gençler için yazılmış ama yetişkinlerin de okuyacağı çağdaş Simurg efsanesi olarak okudum. Okuyanlar veya okuyacaklar da bunu görebileceklerdir. Yazarların sembollerden, simgelerden, mitlerden yararlanması anlatacakları meseleleri kullanma biçimi açısından görülen bir durumdur. Bunu Kadri Öztopçu başarı ile yapıyor. Güzel balıkçı kasabası Saklıköy’ü bir beton, kalabalık, kabalık ve gürültü ortamına doğru adım adım sürükleyen kötülüğe karşı, iyi olan genç ve güzel insanların ortak hareket etme sembolü olarak görebiliriz. Kötülüğün karşısında iyilerin yeri neresidir, nasıl bir ortaklaşma çabası içerisinde olacaklardır. Bunu romanı okuyanlar kendi zihinlerinde oluşturacaklardır.

Soruna dönecek olursak sembol ve meteforların anlam katmanı oluşturmakla birebir ilintisi var. Yazar sanatsal bir dil kaygısı ile metnini oluşturur. Okur metni tekrardan yazar. Her okurun o metinden anladığı farklıdır. Bin okur varsa bin adet öykü oluşabilir. Okurun kendi zihin dünyası ile ilgilidir bu. Yazar kendisi için yazar, okur kendisi için okur ve yeniden kurgular. Anlamı suyun yüzeyine yakın bir yere koymak önemlidir benim için. Anlamı çok derinlere koyarsanız okur metnin içinde boğulabilir. Benim amaçlarımdan birisi, biraz daha anlaşılabilir olmaya yakın ama edebiyatın dilinden / disiplininden kopmadan, her okura olanak veren bir öykü oluşturmak. Başı, sonu, kurgusu belli olan kurgular kolay okunan ama okura olanak vermeyen metinlerdir. Bunları düşün, şunları hisset demektir. Açıkçası böyle bir şeyi kendi metinlerim veya okuduğum metinler adına istemem.

Önceki soruyla bağlantılı olarak yanıtlamanı istersem, yazarların yazma kaygısı hep olur. Sence bir metne başlamak mı daha zordur, yoksa edebiyatın içinde bir yaşam tarzı olarak yazmaya başlamak mı?

Yazıya başlamak her zaman zordur. Zihninizde bir öykü kurarsınız, nokta koyana kadar başlamazsınız. Ta ki en doğru ânı bekleyene kadar. Zihninizdekini cümlelere dökmek kurmacayı kafanızda kurmaktan bence daha zordur. Hatta kimi zaman yazdıklarınız zihninizden uzak bir yere düşer. Ben böyle kurgulamamıştım dersiniz. O da başka bir metin olur. İçinize sinmişse sorun yoktur, devam edersiniz. Ben öyküye başlamadan önce öyküyü zihnimde yazıp bitiriyorum, ardından tasarladıklarımı kelimelere döküyorum.

Aslında yazmak öyle sancılı bir süreçmiş ki keşke bu işlere hiç bulaşmasaymışız. Okumanın hazzında kalsaymışız. Pişmanlık hiç duymadım ama yazmak eylemi tam bir gayya kuyusu imiş. Bunu sonradan anladım.

Bu noktada bazı yazarlar, “yazarken karakterlerim beni sürükler, metni bambaşka bir sona doğru çekerler” der. Buna katılır mısın?

Sürpriz sonlara çok katılmıyorum. Kurgunuzu yaparken veya metninizi yazmaya başlamışken karakterler sizi başka bir yere çekiyorsa, burada bana göre bir sıkıntı vardır. Çünkü tam olarak yazı diline hâkim olamamışsınız demektir. Her zaman zihninizdekiyle kâğıda dökülen arasında fark olacaktır. Ama bu, karakter beni aldı götürdü, başka bir yere sürükledi, derseniz, bu bir yazar için edilgen bir durumdur. Yazar buna izin vermemelidir.

Saklıköy’ün Kuşçusu içinde bulunduğumuz döneme çok denk düşüyor. Pandemi yeşil alanlara ne kadar muhtaç olduğumuzu bir kez daha gösterdi. Yangın, deprem, sel gibi doğal ya da insan eliyle tetiklenen doğal olmayan afetler ve talancı zihniyetin kıyımları düşünüldüğünde sürdürülebilirlik tek ve en önemli çare. Konuşmalarımız ışığında son olarak neler söylemek istersin?

Bu konu günümüzün kanayan yarası. Aslında kötülükle iyiliğin bir çatışması. Kötülük hüküm sürmeye çalışırken bir taraftan iyilik de yeşertilmeye çalışılıyor. Tabii biz her zaman iyiliğin yanında olacağız Saklıköy’ün Kuşçusu’ndaki 30 genç gibi, Simurg efsanesindeki 30 kuş gibi. İyiliğin hüküm sürmesi için savaşımız hep olacak.