Bu sabah bir saat kadar Kafka’nın Günlükler‘ini okudum ve bu bir saat içinde bile birkaç yazı düşüncesi belirdi kafamda; bir öykü fikri, yazmakta olduğum bir nota eklenecek bir cümle, başka yarımların bütünlenmesi. Bazı notları ikinci ya da üçüncü kez okuyuşum. Günlükler’de insanı içine alan bir hava var. Kitabın taşıdığı yazınsal ve düşsel güç içimde bir duygu durumu yaratıyor ve bu duygu durumu onu okumaya devam etmemi engelliyor. Yani, bir başka deyişle, orada okuduğum bir fragman arka planda sahip olduğu etkiyle sanki kulağıma şöyle fısıldıyor: Hemen okumayı bırak ve yazmaya başla – bak, bir sürü düşünce belirdi kafanda!

Bir tezat, şüphesiz. Acaba elimdeki notların yazarı yazdıklarının okuyucunun zihninde bu tip bir tezat yarattığını bilse, bundan memnun olur muydu? Acaba böyle bir şey hedeflemiş miydi?

***

Kütüphaneler büyük nimet. Bu kadar yakınımda olması, elinim altında diyebileceğim kadar yakında olması yani, daha büyük bir nimet. Her gittiğimde 4-5 kitap alıyorum. Kimisini sadece karıştırıyorum, inceliyorum, kimisine kapılıp gidiyorum. Bu kütüphane seferleri tanımadığım, pek bilmediğim yazarlara da el atmamı sağlıyor. Yaptığım bu keşifler öylesine merak gidermekten susuzluğumu iyice doyurmaya kadar uzanan bir dizi sonuç veriyor. Ve işte son kütüphane seferimde Tabuchhi birinci, Fournier ikinci gruba giriyor.

Bazen de kütüphaneden ödünç aldığım bir kitabı o kadar beğeniyorum ki orasına burasına işaret koymamak için kendimi zor tutuyorum. Hem yazdığım metinler için de zaman zaman ona başvurmak gerekebiliyor. Böyle durumlarda o kitaba sahip olma duygusu ağır basıyor ve daha yarısına bile gelmeden onu iade listesine koyuyorum. Böylece o kitap alışveriş sepetindeki yerini alıyor. Virginia Woolf’un Bir Yazar Güncesi adlı günlüğü de işte bu gruba giriyor, son kütüphane seferimde.

***

SASA HARMANLIK’taki yemeğe Mustafa’nın arabasıyla gidiyoruz. Arabaya binmeden önce Erkan’ın arka koltuklardaki diz mesafesini tarttığını görünce ona öne oturmasını öneriyorum. Hiçbir otomobil yolculuğunda diz mesafesi kaygısı taşımamış biri olarak ben pekâlâ arkaya da oturabilirim! Soner Arıca’nın vasat bir şarkısı eşliğinde kampüsten çıkıyoruz. Bunun üzerine pop müzik dünyasında bir dönem parlayan ama çabucak sönen yıldızlar üzerine bir sohbet başlıyor. Teklif Mustafa’dan geliyor: Hadi hatırlayın, kimler vardı? “Tayfun” diye atılıyor önce Erkan, o keskin hafızasıyla, ama sonrasında biraz sessiz kalıyor. Bir alt kuşaktan olduğu için, 90’ların başındaki pop patlamasına tanık olan bizler kadar çok isim bilmemesi normal. “Rengin” diyorum ben, nedense alkıma ilk önce bu yeşil gözlü kız geliyor ve onun iş tulumu içinde bir odanın duvarlarını boyadığı rengarenk klip hakkında konuşuyoruz. Mustafa, Deniz’leri hatırlatıyor (şimdi ben böyle yazınca kulağa siyasi bir şey gibi geliyor ama hayır, Bendeniz ve Deniz Arcak’tan bahsediyor kendisi!) Sonra birkaç isim daha: Seden Gürel, Aylin Livaneli, Oya-Bora. (Mustafa arada ek bilgiler vermeyi seviyor: Oya, Webster’ı seslendirmişti, onu hatırlıyorsunuz, değil mi?) Kampüs’ten inen yolu E-5’e bağlayan ışıklarda beklerken bir sessizlik oluyor: “Hadi söyleyin” diye uyarıyor Mustafa yine, oyunun durmasını istemeyen bir çocuk gibi. “Jale vardı” diyorum ben (Artık bu son veda üzgünüm). Mustafa, Asya’yı hatırlatıyor. Sonra konu buralardan iki Suavi’ye, Zülfü’ye, 1 Eylül Dünya Barış Günü’ne kadar geliyor. Biz restoranı bulana kadar sohbet böyle böyle sürüyor.

***

Twitter’da şu manstraining tartışmalarının olduğu günlerde (Fransızca öğrenin!) ben Youtube’da Patti Smith’in bir röportajını izliyordum. Patti (o zaman) yeni çıkan kitabı Just Kids’i ve yoldaşı / sevgilisi fotoğrafçı Robert Mapplethorpe ile olan ilişkisini anlatırken programı sunan adamın yaklaşımı dikkat çekiciydi. Ünlü yıldıza yönelttiği sorular sunucunun bu ilişkide, yaşadıkları bu sanatsal yolculukta adamın kadından bir adım önde olduğunu (ya da olması gerektiğini) düşündüğünü gösteriyordu. Sunucu sanki istiyordu ki Patti, beni Robert keşfetti, desin! Ama o, ikimiz de 20 yaşındaydık, diye anlatıyordu sakince. Sonra birbirlerinden her zaman etkilendiklerini, onun sözcüklere, Robert’in da çizgilere ve fotoğraflara olan ilgisinin diğerini sürekli beslediğini söylüyordu. Bir masada yan yana oturup gece geç saatlere kadar yazıp çizerlermiş. Bu sanatsal yolculuğun her evresinde paylaşımları hem ilişkiyi büyütmüş hem sanatlarını derinleştirmiş. Ama sonuçta ilk tanışıklarında henüz yirmi yaşındalarmış: Gerçekten just kids, yani.

Sonra okudum Çoluk Çocuk’u. 2010 yılında Amerika’da Ulusal Kitap ödülünü almış. Nefis bir anı kitabı. Bir yerde şöyle bir cümle var: Sanatçı ve onun esin perisi; bunlar arada sırada değiştiğimiz rollerdi. Durumun böyle olduğunu Patti’nin derinlikli anlatımıyla kitap boyunca hissediyorsunuz. Doğrusu, alıntıladığım cümle o sunucunun röportajı yapmadan önce kitabı henüz okumadığını düşündürttü bana.

***

İntihal konusu çabuk kapandı. Zaten başka türlü olması da beklenemezdi. Sayın yazarın sosyal medyanın bu iş için doğru mecra olmadığını bilmesi gerekirdi. Öyle görünüyor ki İlay Hanım çok da iyi hazırlanmadığı bir “savaşa” çıkmış. Daha kötüsü, oldukça yanlış yönlendirilmiş.

Ama bu süreçte benim aklıma başka şeyler de takıldı. Ürettiğimiz metinler ve bunun sonucu olarak kendimizi nerede gördüğümüz, gibi şeyler. İlay Bilgili’nin bir Instagram gönderisinde kullandığı “bunca yıldır yazdıklarım” ifadesini yadırgayan tek kişi ben olamam herhalde! Kimsenin keyfinin kâhyası değiliz elbette –ve insan kendi sayfasına dilediğini yazar– ama henüz sadece iki öykü kitabı olan biri böyle büyük cümleler kuruyorsa bunu yadırgamak ve ifade etmek de benim hakkım, diye düşünüyorum.

Hepimiz bir etki yaratmak istiyoruz, bu doğru. Görünür olmak, okunmak, daha fazla insana ulaşmak istiyoruz. Bunu için de farklı yöntemler, farklı yollar var. Instagram sayfasına edebi olduğu düşünülen yazılar döşemek bu yollardan biri ve sayın yazar bunu sık sık yapıyor.

Mesut Barış Övün