Usta çevirmen, yayıncı ve yazar İlknur Özdemir ile dünden bugüne yayıncılıktaki deneyimlerini ve çevirmenliğini konuştuk.
Çağdaş Küçük

En başa dönelim. 1991 yılının şubat ayında Can Yayınları’nın kapısını çaldınız ve çevirmenliğe adım attınız. Sizi o kapıyı çalmaya iten dürtü neydi? Çevirmen olma hevesi nereden geliyor?
Çevirmen olmak istediğimi, Can Yayınları’nın kapısını çaldığımda bilmiyordum. Beni çevirmenliğe yönelten, o sırada devam ettiğim İtalyanca kursunda tanıştığım bir hanımefendi oldu. Dersteki performansımı görünce ve birkaç dili iyi bildiğimi fark edince neden çevirmen olmayı düşünmüyorsun diye sordu ve beni adeta arkamdan iterek bu yola soktu. Kendisine minnettarım. Zaten Can Yayınları’nın eşiğinden girer girmez, işte ben böyle bir iş yapmak istiyorum diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Çeviri ile girdiğiniz yayıncılık dünyasında editörlük, genel yayın yönetmenliği gibi görevlerde bulundunuz. Başlangıçta bunu hiç düşlemiş miydiniz?
Başlangıçta, ürkek bir çevirmen adayıydım. Ama değerli Erdal Öz’ün yakınlığı, beni teşvik etmesi, Almanca ve İngilizce’den yaptığım deneme çevirilerinin onaylanması kendime güvenimi büyük ölçüde sağladı. Başlangıçta, dört yıl, sadece çeviri yaptım. Yayınevinde çalışmak hiç aklıma gelmedi. Ama sonraları, ara sıra uğradığım yayınevinin havası beni öyle büyüledi ki, Erdal Öz’e gidip, ben para istemem, yarım gün gelip burada çalışmak istiyorum, ne dersiniz, diyecek hale gelmiştim. Bunu söylememe fırsat da gerek de kalmadı, Erdal Bey bana doğrudan yayın yönetmenliğini teklif etti, ki o güne kadar Can Yayınları’nda yayın yönetmenliği pozisyonu yoktu.
Peki bir yayıncı olarak, çeviri yapmak için yayınevinizin kapısını çalan bir adayda öncelikle neler ararsınız?
Çevirmenlik deneyimi olmayan, ama hevesli ve azimli bir adaysa önce deneme çevirisi yaptırır, hem yabancı dil hem Türkçe düzeyini, kalitesini, dili nasıl kullandığını, çeviriye yatkınlığını anlamaya çalışırım. Bir de bu işe kendini adayacak mı ona bakarım, gelip geçici bir heves olmamalı.
Günümüzde dijital dünyadaki gelişmeler ve yapay zekâ uygulamalarının kitap çevirilerindeki yeri artık tartışılmaya başlandı. Sizce bu durum, çevirmenleri ve tabii okuru nasıl etkileyecek?
Yapay zekâya incelikli bir çevirinin baştan sona yaptırılabileceğine inanmıyorum. Zekâsının bir insan zekâsı kadar kıvrak olacağına da. Dil oyunları, bir dildeki sözcük oyunları, kullanılan sözcüklerin ya da sözlerin o ülkenin ya da dilin gelişimi içinde değişip Türkçeye bambaşka bir şekilde aktarılması gerektiğini filan nasıl sağlayabilir yapay zekâ. Ama şu da var: Bazen içinden çıkılmaz cümlelerde başvurulabiliyor, yardımı olabiliyor. Okuru nasıl etkilediğine gelince, ben okur olarak, yapay zekâyla çevrilmiş bir kitap okumak istemem. Arkasında insan olmadığını hissetmek hoşuma gitmiyor; çevirmenin, yazarın duygularını, dünyasını, satır aralarında vermek istediği mesajları nasıl aktardığını hayal etmek isterim. Çeviri güzel olunca övgüler alıyoruz, çevirmenleri övüyoruz, bu durumda yapay zekâya mı teşekkür edeceğiz?
Gene eskilere dönelim… 13 Ekim 1997 tarihli günlüğünde Erdal Öz, yayınevine Orhan Pamuk’un uğradığını belirterek şöyle devam ediyor:
“Gönderdiğim son kitabım eline geçmemiş. Gelmişken bir tane daha imzalamamı, bu gece uçakla Yunanistan’a gideceğini, kitabımı yolda okuyacağını söyledi. Bu ara şöyle dedi gülerek: ‘Elimden kaçırdığım yıldız yazarım Orhan Pamuk’a sevgilerle, diye yaz kitabına.’ Gülüştük. Ben siktiri çektim. İlknur [Özdemir], ‘Ama Can Yayınları, Orhan Pamuk’a her zaman açıktır,’ dedi.”
O günleri, edebiyat dünyasını tam merkezinde yaşamış biri olarak, bugünün edebiyat dünyasıyla kıyaslayabilir misiniz lütfen?
Keşke yeniden o günlerde olabilsem, tekrar yaşayabilsem. Yazarıyla, yayıncısıyla, çevirmeniyle, yayınevi çalışanıyla, kitabevleriyle benim için büyülü bir dünyaydı o. Her şey farklıydı. Ben 1995’in 1 Ocak günü Can Yayınları’nda işe başladım. Başlar başlamaz, kendimi görmeyi bile hayal edemediğim, hayran olduğum kişilerle çevrili buldum. Ayrılmasına rağmen ara sıra gelen Orhan Pamuk, Yaşar Kemal, Pınar Kür, Tahsin Yücel, Ahmet Cemal, Zülfü Livaneli, Tomris Uyar, Hilmi Yavuz, Fethi Naci, Peride Celal, Ahmet Altan… Sık sık yayınevine gelen, kitaplarını yayına hazırladığım, sohbetlerine katıldığım, çok şey öğrendiğim isimlerden bazıları. Kimileri de benim işe başlamamdan sonra yayınevine ilk kitaplarıyla katılanlar: Hasan Ali Toptaş, Cemil Kavukçu, Sema Kaygusuz, Murat Gülsoy, Yekta Kopan…Her şey yüz yüze yapılırdı, internet yoktu, twitter, Instagram, facebook yoktu. İyi ki de yoktu. İlişkiler canlıydı, renkliydi, verimliydi. Şimdi de şikâyet edemem, teknoloji çok kolaylık sağlıyor işimizde ama yine de özlüyorum o günleri.
Aynı günlüğün 10 Mayıs 1998 tarihli sayfalarında şöyle bir ifade var:
“Arundhati Roy’un Küçük Şeylerin Tanrısı adlı romanını okuyorum. Güzel bir kitap. Keyifle okuyorum. Bizim İlknur’un çeviri başarısı sağlıyor biraz da bu keyfi.”
Erdal Öz sizin için ne ifade ediyor?
Erdal Öz, hayatıma yön veren insanlardan biri ve belki en önemlisi. Hayatımda yeni, beyaz bir sayfadır yayıncılık dünyası. Şimdi ne yapıyorsam, nasıl yapıyorsam, temelinde onun yanında kaldığım on yılda öğrendiklerim var. Elbette üstüne çok şey ekledim. Erdal Öz, bana öğretti, ama öğretmeden. Ben onu seyrettim, yaptıklarını izledim, konuşmalarını dinledim, akıl vermedi, ben ona akıl sordum gerektiğinde. Beni yaptığım işlerde özgür bıraktı, destekledi, takdir etti, hata yapmışsam bile hiç eleştirmedi. Yıllarca aynı odada çalıştık, benim için bir kazançtı. Usta-çırak ilişkisi gibiydi. Onu çok özlüyorum. Can Yayınları’nın çok güzel, çok verimli dönemlerinden biridir benim oradaki on yılım.
Edebiyatımızın dünya edebiyatıyla olan mesafesini kapatması nasıl mümkün olabilir? Bizi heyecanlandıracak, üst üste başyapıtlar verecek, Nobel alacak yeni bir yazar mı bekliyoruz? Bir yayıncı olarak bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?
Nobel konusunu çok da büyütmüyorum ben. Son yıllarda Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan yabancı yazarlara/şairlere bakınca bazen “Filanca yazar dururken neden bu yazar almış?” diye düşünenlerin sayısı az değil. Ödül elbette destekleyici, gurur verici bir şey ama şart da değil. Bir dönem edebiyatımızın altın devriydi diye düşünüyorum, aynı anda pek çok isim bizi etkilemiş, kendine bağlamıştı. Şimdi de böyle isimler var, ama fazla değil. Dünya edebiyatıyla aramızdaki mesafe sanıldığı kadar büyük değil. Dünya edebiyatı farklı yollarda ilerliyor bence. Onlar akla gelen her konuda serbestçe, rahatça yazabiliyorlar, bizim bu rahatlığa sahip olduğumuzu düşünmüyorum.
1991 yılında çevirmen olarak girdiğiniz Can Yayınlarından bugüne, edebiyatımıza tanıklık etmiş biri olarak sizi heyecanlandıran ve yazın dünyamız adına umutlandıran olaylar hangileri oldu, bize bunları sayabilir misiniz?
Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü’nü alması gururlandırıcı bir olay, bu konuda çeşitli spekülasyonlar olsa da. Başka yazarlarımıza da yurt dışından ilgi duyulmasına yol açtığına inanıyorum. Elbette daha önce Türkiye’den başka isimlerin de, Yaşar Kemal’in de örneğin, almasını çok isterdim, çok da ummuştuk, ama olmadı. Demek ki her zaman beklenen kişi olmuyor. Bu konuda işin içine başka faktörlerin girdiği zamanlar oldu, olacak da.
Ayrıca artık pek çok yazarımızın kitapları yabancı dillere çevriliyor, okunuyor. Türk edebiyatı yurt dışında eskiye kıyasla daha fazla tanınıyor. Bu da sevindirici bir gelişme.
Öte yandan ülkemizde yazarların da çevirmenlerin de ayrıca bir işleri olmadan geçinebilmeleri çok zor. Yazdıklarından ya da çevirdiklerinden alınan vergi gerçekten ağır, bu konuda bir şey yapılmalı, emek yoğun bu mesleklerdeki arkadaşlarımızın bir nebze olsun soluk almaları sağlanmalı. Böyle bir gelişme, beni sevindirir.
Çevirirken müthiş keyif aldığınız, hiç unutamadığınız eserleri sayabilir misiniz?
Küçük Şeylerin Tanrısı (Arundhati Roy), Lizbon’a Gece Treni (Pascal Mercier), New York Üçlemesi (Paul Auster), Stiller (Max Frisch), Utanç (JM Coetzee), Mrs. Dalloway (Virginia Woolf).
İçinizde ukde kalan, “Şu yapıtı çevirmeyi çok isterdim,” dediğiniz eserleri bizimle paylaşır mısınız?
Aklıma gelenlerden birkaçı: 1234 (Paul Auster), Dersler (Ian McEwan), Homo Faber (Max Frisch).
Çeviri sayesinde dünya edebiyatından birçok usta yazarla bir araya gelme imkânı buldunuz. Tanışmayı çok isterdim dediğiniz yazarı sorsam?
Aslında yazarlarla tanışmaktan yana değilim. Onları kitaplarından tanımakla yetinmeyi yeğliyorum.
İşiniz gereği, yapmak zorunda olduğunuz çeviriler yüzünden kitaplardan alacağınız hazzı bir nebze de olsa yitirdiğinizi hiç düşündünüz mü?
Düşünmez olur muyum. Ama düzelteyim sizi, yapmak zorunda olduğum bir çeviri yok, çevirdiklerimin hepsi kendi seçimim. Siz meslek hastalığına değindiniz. Çevirilerden önce, yayıncı olarak kitap seçmek amacıyla o kadar çok kitap ya da gelen dosya okuyorum ki kendi zevkim için kitap okumaya hem zamanım yetmiyor hem de okuma hazzımı az da olsa yitiriyorum. Buna da çok üzülüyorum.