25.Eylül.23

“Hayatım roman olur” cümlesi klişedir fakat bazı durumlarda klişe olmaktan çıkar. Bazılarının hayatı hakikaten de roman gibidir. Erol Güney’inki gibi. Üstelik onun hayatı, bir Tolstoy romanı gibi uzun bir roman olabilir.

Haluk Oral ve M. Şeref Özsoy’un yayına hazırladıkları “Erol Güney’in Ke(n)disi” adlı kitabı okuyunca bana hak vereceksiniz. Kitaptan uzun uzun bahsetmek isterdim ama Erol Güney’i anlatmak hem zor hem de bahsettiğim kitap bunu zaten çok iyi yapıyor.

Ben orada en sevdiğim edebiyatçıya rastladım yine, ondan bahsedeceğim. Evet, Orhan Veli. Aynı döneme denk gelseydik çok iyi arkadaş olacağımızdan eminim.

Tercüme Bürosu’nu bilirsiniz. Bir Türk Rönesansı peşinde koşan bir avuç insan. Başardıkları işi hakkıyla övmek zor. Kimler yok ki Tercüme Bürosu’nda: Ataç, Sabahattin Eyüboğlu, Orhan Veli, Melih Cevdet, Erol Güney, Necati Cumalı, Azra Erhat… Bütün bu insanları toplayıp bir araya getiren, koruyup kollayan ve bu “projenin” mimarı olan ise Hasan Âli Yücel.

Tercüme Bürosu çok iyi işler çıkararak yedinci yılına gireceği sıralarda 1946 Genel Seçimleri yapılır. Malumunuz, yurttaşlar bu seçimde ilk kez CHP dışında bir partiye oy verebildiler. CHP seçimden birinci çıksa da kan kaybeder. Bunun üzerine, partinin sağ kanadı güç kazanır ve Hasan Âli Yücel bakanlıktan istifaya zorlanır, yerine Reşat Şemsettin Sirer getirilir. Ve tahmin edileceği üzere istifalar art arda gelir. Ekip dağılır.

Gerisini Erol Güney’den dinleyelim:

(…) Sabahattin Eyüboğlu, Tercüme Bürosu’ndan istifa etti ve çok geçmeden Paris’e gitti. Melih Cevdet Anday Neşriyat Müdürlüğü’nden, Orhan Veli de Tercüme Bürosu’ndan istifa etmek zorunda kaldılar. Necati Cumalı, eşi Berin’e, “Orhan, Tercüme Bürosu’na geldi, Reşat Şemsettin’in önünde bir şişe şarabı yere çaldı ve ortalığı kokuya boğarak oradan ayrıldı, bir daha da gitmedi” demiş. Anlaşılan istifa dilekçesini bu şekilde vermeyi uygun bulmuş Orhan Veli. (Erol Güney’in Ke(n)disi, s. 110)

Doğrusu, yıllardır Loto’yu tutturursam nasıl istifa ederim diye hayaller kurar, senaryolar yazarım. İçkiyle de aram fena sayılmaz ama Orhan Veli’nin yaptığı hiç aklıma gelmemişti.

26.Eylül.23

Her yerin kendine has sözcükleri vardır elbet. Ben de son memleket ziyaretimde, birkaçını not aldım. Hepsi bildiğim sözcükler ama duymadıkça unutuyor insan tabii. Bu sözcüklerin bazıları yurdun dört bir tarafında kullanılıyor olabilir, bilmiyorum. Kimseye faydası olmasa bile zararı da olmaz herhalde. İzmir’in Kınık ilçesinde kullanılan bazı sözcük ve deyimler için buradan yakabilirsiniz. Bazısı izahtan vareste zaten, açıklamaya gerek yok ama olsun, ben dilim döndüğünce yazacağım anlamlarını:

Yorgun domuz eğlenmez (eylenmez) burda: Pis, dağınık ya da kötü yerler için söylenir. Evler, mekânlar için. Kasabalar ve şehirler için de söylenebilir; bakımsız, gelişmemiş, köhne anlamında. Aslına bakarsanız tüm Türkiye için söylemekte de beis yoktur.

Bi domuzu eksik: Zengin, her şeyi olan, varlıklı kimseler için söylenir.

Ev domuzu gibi: Şişman, ensesi kalın (fiziksel olarak ensesi kalın, mecazi değil) insanlar böyle tarif edilir.

Tıpası yememek / tutmamak: Zor bir işe girişecek gücü, sabrı olmamak.

Sıpa tırnağı çıkarmak: Bir işin tamamını halletmek.

Zagaçka: Aslında karşılığı tam olarak zamazingo. Fakat bizim oralarda, en az zamazingo kadar sık kullanılır. Yanisi şu: “Adı o anda akla gelmeyen ya da adı söylenmek istenmeyen ufak, değersiz bir şey yerine kullanılır.” Bu zamazingo, TV kumandası bile olabilir icabında. Ya da bir tamirat yapılıyor diyelim; çekiç, pense, kargaburun, spatula… Artık her neyse, yapılan işin hararetiyle o “şeyin” tam adını söylemek o anda zor gelir, elinle gösteriverir, “ver şu zamazingoyu” dersin yanındakine.

Ekti götlü: Her şeyi canı çeken, yemek isteyen, gördüğü her şeye heves eden kimseler için söylenir.

Fırda: Ekmek kırıntısı.

Müşevveş akıllı: Kafası karışık, dağınık. Hafif bön gibi. Aklı gidip gelen.

Mamakları sallamak: Somurtmak.

Deve yaylımı yapmak: Bir şey anlatırken konunun özünden sapıp alakasız şeylerden bahsetmek. Ya da işi ağırdan almak.

Bir de kıvrak vardır. İnternette epey aradım ama bir tek yerde rastlayabildim. Zeynep Gargi’nin 2007 tarihli sanatta yeterlik tezinde. Şöyle tariflenmiş: “Siyah pamuklu, önlüklük satenden yapılan, başa örtülerek giyilen topuklara kadar uzanan bir giysidir.”

Bizim orada daha ziyade yaşlılar takardı kıvrağı, kocakarılar. Ama artık pek kullanan yok. Kadınlar dışarı çıkacaklarında üstlerine geçirirler, önünü de elleriyle kapatırlar. Çünkü düğmesi yoktur kıvrağın.

Görsel işini annem ve yengem hallettiler, sağ olsunlar.

30.Eylül.23

Başar Başarır’ın yeni romanı Dünyanın Bütün Fıstıkları’nda da yerel sözcükler var: Hikâyesini Kozak Yaylasında, Ayvalık’ta dolaştırmış bu sefer yazar. Yerel sözcük meselesi değil tabii, oraların ruhunu –bana kalırsa– çok iyi kavramış ve anlatmış.

Zaten, yine bana kalırsa, Başar Başarır’ın alametifarikası ne anlattığından ziyade dilinde. Elektrikli, olumlu anlamda gerilimli, enerjik, kıpırdak ve renkli mi renkli bir dili var.

Dünyanın Bütün Fıstıkları’nda bizim oraların artık maalesef alışık olduğu bir çevre katliamını anlatıyor Başar Başarır, ama bununla sınırlı kalmıyor; dünyanın belki de en zor akrabalığından, yani kardeşlikten de dem vuruyor. Peki, romanda hangi konu öne çıkıyor diye sorarsanız, bilmiyorum. Sormazsanız biliyorum.

Romanı okuduktan sonra Hulki Aktunç’un şiiri gelebilir akla, normaldir. Çünkü Başarır’ın karakterlerinden birinin adı Seyfi’dir.

“Turpları sen yıka Seyfi aşkı da ben böleyim
böğrümü ben deşeyim sen de bilet kesersin
dur bir elif çekeyim kalan rakıya
elvahperest Aliye Berger de görsün
ölmeden önceki yüzüyle de Danyal Topatan
esrara meyledenlerin sonuncusu gibi kalsın”

1.Ekim.23

Sinefil değilim ama iyi film izlediğimde “işte çağımızın sanatı bu!” demekten alıkoyamıyorum kendimi. Ve İran filmlerinin ayrı bir yeri var. Çünkü çok iyi hikâye anlatıyorlar, anlattıkları hikâyeyi çok iyi anlatıyorlar. Son zamanlarda izlediğim iki filmi bırakayım buraya, belki meraklısını bulur: Şeytan Yoktur (Muhammed Resulov, 2020) ve Tarihsiz, İmzasız (Vahid Jalilvand, 2017).

2.Ekim.23

Bu dünyada bir iş başarmanın gerek şartı sabır ve inat. Serdar Asaf Ceyhan ve Serkan Aziz Ceyhan biraderlerin hikâyesi de bunun en güzel örneği. (İkilinin Ayvalık merkezdeki Ayvalıkzade adlı mekânları konumuz dışında ama yolu düşen olursa muhakkak uğrasın derim. Hayatınızda yiyip yiyebileceğiniz en güzel çikolata ve kurabiyeleri bulacaksınız orada. Dondurma, kahve ve kolonya gibi “ekstraları” saymıyorum bile. İki kardeşin yaydığı pozitif havayı, dostluklarını hele hiç saymıyorum.)

2007 yılında, Metin And’ın “Oyun ve Bügü” adlı kitabındaki birkaç cümleden ve bazı minyatürlerde dikkatlerini çeken oyun tablasından yola çıkarak unutulmuş bir zekâ oyununu adeta yeniden diriltmişler. Mangala adlı bu oyuna suni teneffüs yaparak onu canlılar dünyasına geri getiren iki kardeşin bu maceralarını anlatmaya bu Dünlük yetmez. Kestirmeden gidelim. Merak eden olursa işte belgeseli burada.

Dün, Ankara Bülten Sokak’taki Cin Ali Müzesi’ne yolumuz bu yüzden düştü. “Metin And’ı Anma Günleri” kapsamında Mangala maceralarını anlattı iki kardeş. Çocuklara bu oyunu oynattılar, öğrettiler. Her zamanki pozitif havalarıyla gri Ankara’yı da şenlendirdiler.

Cin Ali Müzesi’ni görmek işin kaymağı oldu benim için. Çünkü Türkiye’deki çoğu nesil gibi ben de okumayı Cin Ali kitaplarıyla söktüm. Cin Ali’nin en sevdiğim macerası da Berber Fil ile olandı. Müzede onu gördüğüme ayrıca sevindim.

Beytepe’de lisansın üçüncü yılındayım. İngilizce öğretmenliği için formasyon dersleri alıyorum. Arka sıralarda gırgır şamata yapan bir ekibin ferdiyim elbette. Dilbilim hocamız, gürültünün kaynağı olarak gördüğü bendenizi kaldırıyor. Emir kipinde, mevsimleri say diyor. Önce İngilizce sayıyorum. Yok yok, Türkçe diyor. Sayıyorum: İlkbahar, yaz, sonbahar, kış. Tekrar say diyor. Sevimsiz bir herif zaten, işkilleniyorum ama mevsimleri karıştıracak değilim herhalde, tekrar sayıyorum. Sonunda patlatıyor hocamız muhteşem tespitini: “İşte, sizin gibi şehirliler, köy toprak görmemişler sonbahar der!”

Neymiş, güz diyecekmişiz. Eyvallah, öyle olsun. İşte geldi güz. En azından Ankara için güz vakti geldi çattı. Hiç ama hiç sevmediğim bir mevsim güz. Bir şeyin ismi bu kadar güzel olur da kendisi bu kadar sevimsiz, çirkin mi olur!

Kış gelsin istiyorum bir an önce, karlar içinde kalalım. En azından, sürpriz yok. Hep soğuk, karanlık. Sıkarız dişimizi yaza kadar. Yazın, kaldığımız yerden devam ederiz yaşamaya.

Onur Çalı