Salinger’ın Dokuz Öykü’sünü yıllardır okumamıştım. Geçen sabah arkadaşımın evinde sabahın köründe uyanınca salondaki kitaplıkta gördüm ve ilk öyküyü bir solukta bitirdim. Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün. Bir kitapta ilk öykünün önemi açıktır. İlk buluşma, ilk intiba. Tamam mı, devam mı? Kitabı raftan alıp karıştıran potansiyel okuru tavlamak için ona bazı numaralar göstermemiz beklenir. Bu herhalde tüm dillerin edebiyatlarında böyledir ama ben Türk öyküsü için şöyle bir rakam verebilirim: Sanat Kritik’te yayınlanan bir rapora göre 2022’de 453 ilk öykü kitabı basılmış. İkinci, üçüncü (ve pek sık görülmemekle birlikte, varsa) sonraki basımlar buna dâhil değil. Çeviriler ayrı. Bu durumda, kendimizi göstermemiz için okurun dikkatinden bize düşen payın ne kadar mikroskobik olacağı; en ufak sıkıcılık, yanlış, klişe kokusu ve anlaşılmazlıkta odanın ortasında bir çöp dağı gibi yığılmış duran diğer 452 yazar arkadaşımızın arasına geri fırlatılacağımız tahmin edilebilir. Evet, ilk öykü çok önemlidir. Dokuz Öykü’nün birincisi de kendisinden bekleneni yapan, okuru içine çekiveren ve son satıra geldiğimizde sarsıcı bir finalle mideye yumruk etkisi gösteren bir öykü.
Öykünün adı Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün. Merak duygumuzu gıdıklayan, bize çeşitli numaralar vadeden bir isim. Muz balığı da neyin nesi? Uzun, sarı, biraz fallik, cinsel çağrışımları olan bir şey mi? Balık olduğuna göre ıslak, kaygan. Komik gibi. Sağa sola yalpa vurarak suda yüzüyor olmalı. Ve bu muz balığı için “mükemmel” bir gün? İlk tamlamadaki tuhaflık mükemmel gibi abartılı bir sıfatla birleşince, yazarın ironik bir şeyler hazırladığını seziyoruz. Öykünün kapısı olan adı, Salinger tarafından iyi bir reklamcı gibi gayet etkili kullanılmış. İsimlendirme işinde becerikli bir adam Salinger. Kitabın adı çok daha sadeydi oysa. Beş Şehir, Kırk Hadis tarzında bir isim. Dokuz Öykü. Mütevazı, bilgelik dolu, yalın ve gerçek bir dünyaya ait öyküler gibi. Alçak gönüllü bir giriş. Alçak gönüllü ama bir yandan da kendine güvenen bir isim değil mi? O kadar emin ki kendinden, kelimelere pek çok takla attırabilecek yeteneklere sahipken, kitabın kendisinden başka reklama ihtiyacı yokmuş gibi ağırbaşlı ve meydan okuyucu bir çıkışla yetiniyor: Dokuz Öykü. Tek numarası, içinde bir numara olması: Dokuz. Sekiz ya da on öykü değil. Dokuz öykü. Bunu sinsice bir numara olarak selamlıyorum.

Ama biz kitabın adını geçelim artık ve ilk öyküye dönelim. Bir anda bizi içine alıyor. Sağlı sollu yumruklarla devam ediyor ve ihtişamlı bir nakavtla bitiyor. Ama bütün büyük eserler gibi bu öykü de aslında bitmiyor. İçimizde devam ediyor. Mayalayıcı bir yanı var. İçindeki bakterileri bize aşılamak, kendisini bizde çoğaltmak istiyor. Yazı yazıyı kışkırtıyor. Ben de bu tahriklere boyun eğdim, işte oturmuş bunları yazıyorum.
Biraz da mizacım gereği, güzel olan hiçbir şeyi öylece bırakacak bilgeliğe sahip olmadığımdan, bu öyküyü orasından burasından çekiştirip anlamak ve anlatmak ihtiyacı hissediyorum. Dahası, bu bozgunculuk duygularımı, gerçekleştirilememiş masum kötülükler olarak, pek çok türdeşimin kursağında bıraktıran o kıymetli tembellik hasletinden de nicedir yoksunum.
O zaman başlayalım. Öykü bir cazibe inşa ederek açılıyor:
“Otele New York’lu doksan yedi reklamcı doluşmuş ve adamların şehirlerarası hatlara koyduğu tekel yüzünden 507 no’lu odadaki kız, öğlende yazdırdığı telefonu saat iki buçuğa kadar beklemek zorunda kalmıştı.” (Dokuz Öykü, s.13)
İlk cümle bize bir ritim ve his veriyor. Peş peşe aceleyle dizilen kelimeler cümleyi uzatıyor çünkü anlatacak bir sürü önemli şeyi var yazarın ve fazla zamanı yok. Acilen iletilmesi gerek hikâyenin. Önemli ve trajik bir şey hızla yaklaşıyor. Bir yığın insan bekliyor. Hepsinin önemli mesajları var.
28 kelimelik bir açılış cümlesi. (Lütfen yukarıdaki cümleyi tekrar okuyalım. Teşekkürler.) Salinger bu sıkış tıkış, birbirinin üstüne çıkmaya çalışan kelimelerle sakin bir köy yaşantısını anlatmıyor. Bozkırın, kasabanın aheste ritmi değil bu. Hayır. Pop ve caz ezgileriyle çalkalanan bir otelde geçiyor hikâye. Dil ve mekân birbirine uygun. New Yorklu doksan yedi reklamcı kalmak için tercih ettiğine göre lüks, cazip bir yer burası. Altını çizelim, reklamcı. Havalı tipler. Lütfen dikkat, bu kalabalık Çorumlu değil, New Yorklu. Tapuda memur ya da coğrafya öğretmeni değil; kapitalizmin, üretim ve tüketim çılgınlığının havarileri olan reklamcılar. Ve bu otele “doluşmuşlar.” Kelimelerin ilk cümleye doluştuğu gibi. Sadece bu kadar değil, bu kalabalık havalı grup, telefon etmek için de sıraya girmiş. Yani otelde yoğunlaştıkları yetmezmiş gibi bir de otelin daha spesifik bir yerinde, telefon hatlarında birikmişler. Bu kalabalık açılış sahnesinin ortasına –hâlâ aynı cümle içindeyiz– yeterince şey yokmuş gibi bir de kız yerleştiriyor Salinger. Otele doluşan o kadar adamın oluşturduğu kalabalığı sağa sola iteliyor, ortalarında kontrast bir boşluk açıyor, kızı oraya yerleştiriyor. Kızın tekilliği, kız olması, bu kalabalık vahşi dekor ortasında vurgulanıyor. 507 no’lu odada kalıyor kız. Bir telefon görüşmesi için bekliyor.
Kız neden 507 no’lu odada kalıyor? Bunu bilmesek ne olur? Telefon görüşmesi için beklediğine göre, mutfağın arkasındaki depoda kalan bir besleme kız değil bu. Lobide yatıp kalkıyor da olamaz. Elbette odalardan birinde kalacak. Otele gidenler genellikle odalarda kalır. İyi ama neden 507, bunun ne önemi var? Okuyup geçsek olmaz mı? Olur elbette, okuyup geçebiliriz. 507 sayısı, ağaçlı bir yoldan bisikletle ilerlerken tenimize sürtünen bir yaprak ucu kadar his bırakır, durup onunla ilgilenmeyiz. Yüzümüzü uyaran rüzgârın, hızlı akışın, yolun, tekerleklerin dönerken çıkardığı sesin, manzaranın, şapkanın ucundan gözümüzü kaşıyan sabah güneşinin, yani bu deneyimi oluşturan her şeyin toplam hazzına bırakmışızdır kendimizi. İlk okumada okuyup geçeriz. Her şey olup bittikten, yolun sonunda damağımızda kalan buruk, hüzünlü, aynı zamanda biraz neşeli ve en çok da kendimizi daha bilgili, tecrübeli ve doymuş hissettiren o eşsiz sanat lezzetinin zevkini sürerken, bunun kurcalanmayacak kadar kutsal bir şey olduğunu düşünüp öyküyü öylece bırakmayı tercih edebiliriz. Bu da aslında mantıksız bir seçim olmaz. Kurcalanan pek çok şey bozulur. Nasıl çalıştığını anlamak için tornavidayla giriştiğimiz nice elektronik eşyayı hurdaya çevirmişizdir. Dokunmamak en iyisidir. Ama bir de diğer yol vardır. Anlamak, analiz etmek, durup bakmak, geriye dönmek, o yaprağın temasının toplam deneyimimizdeki etkisini ölçmek zorunda olduğumuz kesinlikle acılı ve nadiren verimli o yol. Bu sapıklıktan, diğer zararlı alışkanlıklar gibi, ancak hislerimizi onunla köreltip sıkı bir bağımlılık kazandıktan sonra lezzet almaya başlarız ki, bunu savunacak değilim ama, onun da kendine has bir ödüllendirme mekanizması var demekle yetineyim.
Bu yol yazarların yoludur. Şimdi yaptığımız gibi döneriz ve sorarız, neden 507 no’lu odada kalıyor bu kız? Yazar bunu bize neden söyledi? Zaten bir sürü kelimeyle şişen, çiğnenmesi güçleşmiş bir lokma gibi ağızda büyüyen, yutulup yutulmayacağı şüpheli o ilk cümleye bir de üç haneli sayı neden sokulmuştur?

Beraber düşünelim. İlk akla gelen şu: Bu kız nerede kaldığı belli olmayan herhangi bir kız değildir. O özel, belirli bir kızdır. Onun hangi odada kaldığını bildiğimize, bu şahsi bilgiye sahip olduğumuza göre, onu çok yakından tanıyarak başladığımızı hissederiz öyküye. Yani otelde kalan herhangi bir kişiye hangi odada kaldığını soramazsınız. Bu bilgiyle gelen mahremiyet duygusunu düşünün. Böyle detaylar okurun zihninde özel bir etiket işlevi görür. Meşhur teknik vardır ya, “Kız elma yedi” dersem bulanık bir şey geçer karşıya ama “Kız yeşil elmayı yedi” dersem hedef zihinde daha berrak bir görüntü belirir. Peki, “Kız parlak yeşil elmayı kütürtülerle, iştahla yedi” dersem. Eh, olabilir. Biraz daha canlandı görüntü. “Kız Granny Smith cinsi, Şili’den ithal edilmiş, Migros’tan kilosu otuz iki liraya aldığı, parlak yeşil, ekşi ve sulu elmayı, iştahla, her ısırığında yanaklarına sular sıçratarak yedi” dersem? Sanki biraz fazla oldu. Her şey tadında güzel gibi. Öykücülükten çıkıp kabzımallığa yaklaştık bu denemede. Bir kısmını silebiliriz. Her şeyde olduğu gibi burada da bir kıvam, bir estetik ve ölçü problemi var çözmemiz gereken. Neyse, 507’ye dönelim.
İlk cümledeki tek sayı 507 mi? Hayır. Aslında ilk sayımız 97. Reklamcıların adedi bu. Ayrıca bir de saat 14:30 meselesi var. Öğleden sonra iki buçukta beklemekte kızımız. 507 meselesini çözebilirsek belki bu iki sayıya da bulaşmaya cüret edebiliriz. Neden işe 97 ile başlamadık da 507’den girdik konuya? Bu da aslında önemli bir soru. İlk akla gelen, diğerleri harflerle yazılmışken 507’nin, erkek kalabalığının ortasında parlayan kız gibi ayrıksı, rakamlarla yazılmış olması. Göze batıyor. Ayrıca cümle bittiğinde zihnimde en son, bekleyen bir kız imgesi kalıyor. Bu kız da, 507 no’lu odada. Belki bu bana mahsustur. Bazı okurlar da bir an irkilip kendilerine “neden 96 ya da 98 reklamcı değil de 97 reklamcı dedi bu adam?” diye sormuş olabilirler. Ya da neden iki buçuğa kadar bekliyor bu kız? Buna gerçi, daha kolay bir cevap bulabiliriz. Bir otele gidip de öğleden sonra iki buçukta odada oturup telefon bekliyorsa birisi, otelin tadını çıkarmadığını, muhtemelen berbat vakit geçirdiğini söyleyebiliriz. Ya da belki telefon çok önemlidir. Herkesin eğlenmeye geldiği şu otelde bu kız, bir ölüm kalım meselesine dair telefon bekliyor. Bu da yine aynı şekilde tadının kaçmış olduğunu gösterir ve iki buçuğu bir yere bağlar.
Benzer yaklaşımla, somut ve maddi çerçeveden 507’ye bakalım. Bu otelde en azından 507 oda vardır diyemez miyiz? Hımm, galiba hayır. 5 kat sayısını, 07 de odanın kat numarasını gösteriyor olmalı. Ama yine de doğru çizgideyiz diyebilirim. En azından beş katlı, büyük bir otel imgesi beliriyor zihnimizde. 507 çokluğu vurguluyor. Bir sürü oda. 507.
Bir ilk cümleye sığdırılmış bu kadar çok sayı bize başka ne anlatıyor olabilir? Kapitalizmin havarileri olan reklamcılarla dolu, batılı yaşam tarzının, icat edilmiş tatil fikrinin merkezinde yer alan bir otelde olduğumuza göre bu kadar çok sayı, sayıların çok önemli olduğu bir dünyada olduğumuzu anlatmıyor mu? Küsuratlı, net sayılar. Yıllık enflasyon 58,94. Bu hisseden %9,65 kâr ettik. Merkez Bankasının son kararıyla zorunlu karşılık oranı %20’ye indirildi. Çamaşır suları 12 Ağustos’ta indirime girecek, sadece 29,99 TL, vb. Modern dünyada kulaklarımızda her zaman böyle sayılar uğuldar. Bu kız da, rakamlardan oluşmuş bir dünyanın ortasında telefon bekliyor. Burası kelimelerden, maneviyattan, duygulardan vs. değil, rakamlardan oluşan bir dünya öncelikle. Telefon ise sözlü iletişimin bir aracı. Yani kaba erkek kalabalığını fon yapıp üzerine kızı yerleştiren Salinger, bu matematiksel dünyanın üzerine de kelimeleri koyacak. Sözün esnekliği rakamların katılığıyla vurgulanacak.
Yorulduk mu? Biraz. Azıcık daha dişimizi sıkalım. Sayıları kurcalamasak, sadece okuyup geçsek bile ilk cümle uzun. Fakat Salinger bu yorgunluğu nasıl hesaba katmamış, öfleyip pöfleyip kitabı geri bırakacağını düşünmemiş mi okurun? Mutlaka bu konuda kafa yormuştur. Ama ne yaparsak yapalım bazı durumlarda risksiz bir seçim yoktur. Birilerini yakalarken başkalarını kaybedersiniz. Salinger bu konuda, sezgileriyle ve Amerikan pazarlama dünyasının içine doğmuş bir insan olarak, bir seçim yapıyor. Okur genel adap kurallarını tamamen yıkacak kadar vahşi olmadıkça, en azından ilk cümlenin noktasına kadar sabretmek zorunda hissedecektir kendisini. Salinger potansiyel müşterisinin geri çekilmesine fırsat vermeden lüks, hareketli, zengin sürprizlere gebe atmosferden bir nefes çekmesini sağlıyor. Pazarlamacıların, kurbanlarının araya girmesine müsaade etmeden, sattıkları malın eşsiz niteliklerini bir solukta sıralayıp onları sesemletmesi gibi. Bu otelde de reklamcılar olduğuna, her Amerikalı neredeyse bir pazarlamacı olduğuna ve Salinger Amerikan kapitalist toplumunun şımarttığı ve zedelediği insanların yazarı olduğuna göre, daha ilk cümleden böyle başarılı bir giriş yapması doğal. Arapların devenin yürüyüşünü tarif eden bilmem kaç tane kelimesi olduğu gibi, Amerikalılar da bu kısa satış konuşması için kendilerine mahsus bir terim kullanıyorlar. Pitch. Pek çok anlamı olmakla birlikte bizi ilgilendiren ilk anlamı beyzbolda bir atışı tarif etmesi. Gerilip hızla fırlatılan bir topu düşünelim. Sporcunun meşin eldiveninden çıkıyor, havada ıslıklar çalarak hedefe uçuyor. Pitch biraz böyle bir şey. Satışçının ağzından çıkıyor, hızla hedefi vurmak için uçuyor. İşte bu kısa satış atışına pitch deniyor.
Amerika’dan dünyaya yayılan bu pazarlama anlayışında, bir su temizleme cihazı da olsa satılan, bir senaryo fikri de, bir öykü de, sürece bakış çok benzer. Müşteriyi kaçırmadan, onun çok kısa süren ilk dikkat anı içine sığdırarak, bir satışın tohumu başarıyla ekilmeli. İçinde yaşadığımız dünyanın ilgimizi çekmek için uğraşan sayısız göstergeyle dolu olduğu malum. Ve bu yoğun rekabet içinden sıyrılma azminin, sadece ilk satış hamlesini değil, öykünün diğer unsurlarını da mükemmelliğe zorladığı tahmin edilebilir. Bu kadar kılı kırk yararak planlanan bir satış sürecindeki hassasiyetin, Amerikan öykücülüğünü dünyanın zirvesine taşıması şaşırtıcı değil. Bu abartılı iddiama belki haklı olarak itirazlar gelebilir ama nasıl İPhone, kot pantolon, Hollywood, Ray Ban güneş gözlüğü ve sayısız başka şey dünyanın her noktasına öyle ya da böyle girmeyi başardıysa, Amerikan edebiyatı da hem biçim hem içeriğiyle her yerel edebiyata mutlaka tesir etmiştir. Bazı örneklerde fark edilmeyebilir bu ancak pek çok yazarda başarılı melezleme hatta zaman zaman düpedüz klonlama vakalarına denk geliriz. Bu enfeksiyondan kendini kurtarabilmiş yazarımız azdır ve bu el değmemişlik bir başarı mıdır yoksa eksiklik mi, onu da bilemiyorum doğrusu.
İşte, Amerika’dan memnun olmayan bir Amerikalı olarak Salinger (ki bu da son derece Amerikan bir tavırdır ve bu öz nefret sayesinde daha rafine bir Amerikalı olunur) ulusunun birikimini ustalıkla kullanarak başarılı bir satış konuşmasıyla başlıyor öyküye. Pitch.
Laf salatasını amma uzattık, 507 no’lu odaya dönelim artık. Koridorlarda kaybolmuş olsak da başladığımız yere dönmek için tek yapmamız gereken bir görevliye şu sayıyı söylemek: 507. Sayıların gizemine inanır mısınız? Çocukken en sevdiği sayıyı sorardık arkadaşlarımıza. Sayıların matematik değeri dışında bir anlamı olduğuna belli belirsiz inanır insanların çoğu. Belki de mağaralarda bir şeyleri saymayı akıl edebildiğimiz ilk andan itibaren, tarih boyunca, hep inanmıştır bazılarımız. Hurufiliğe ya da numerolojiye de inanabilirsiniz tabii, o kadar uç noktalara gidebilir iş. Yani sayılarda kendini gösteren bir Tanrı fikri… Bu şifrelerle bize hakikati ifade eden, keşfedilmeyi bekleyen bir Tanrı… Ya da daha genel bir yaklaşımla, hayata ve hakikate çözülmesi gereken bir matematik bir problemi olarak bakanlar… Tanrı’nın kendisini sayılarla ifade ettiğine inanan inançlılar ve yalnızca sayılabilen, nesnel ve somut şeylerden ibaret bir kâinatı kabul eden inançsızlar. Bu katı ateistlerle her yerde Tanrı’yı gören müminlerin, sayıların ortak paydasında buluşması ne hoş değil mi?
Peki Salinger bu iki ucu da sonsuza giden çizginin neresinde duruyordu? Kitabın epigrafı olarak seçilen Zen bilmecesinin de işaret ettiği gibi, Salinger Amerikalı olmaktan sıkılan birtakım seçkin Amerikalılar gibi Zen Budizm’ine merak sarmıştı. İştirak ettiği İkinci Dünya Savaşının onu, tıpkı öykünün başkişisi Seymour gibi çok sarstığını biliyoruz. Dünyayla zaten zayıf olan bağları iyice hırpalandıktan sonra tutunacak manevi bir dal arayışı, onu Budizm’e taşımıştır. Budizm savaştıkları, düşmanları olan Japonların inancıymış, ne gam! Kapitalist Batı, dogmatik düşmanlık ya da dostluk tanımlarıyla kendisini sınırlandıracak kadar akılsız değil ki. Faydalı bulduğu her şeyi bünyesine katacak kadar pragmatist. Budizm de, işe yararlığı ölçüsünde, doğunun geri kalmış, kategorik olarak ilkel bir öğretisi olarak görmezden gelinmedi. Kendi açtığı yaraları yine kendi tedavi etme becerisiyle rakiplerinin önüne geçmiş kapitalizm tarafından, sayılarla boğulmuş, satış hedefleriyle, zenginlik fakirlik gerilimiyle sinirleri bozulmuş yurttaşlarının istifadesine sunuldu. Bu kişiler teselli ve tedavi edilmediklerinde üretim ve hatta tüketim süreçlerinden çekilebilirdi ki, kapitalizmin felaketi olurdu, ağlardı.
Her neyse, sözü getirmeye çalıştığım yer, bir Yahudi olan Salinger’ın Kabala’dan gelen numerolojiye ilave olarak, sonradan yakınlaştığı ve hatta intisap ettiği Zen Budizm’inden de sayıların önemine dair bir şeyler almış olması gerektiği. Budizm’in içinde, bizdeki üçler, yediler, kırklar gibi pek çok kutsal sayı olduğu malumdur. Hatta Anadolu sufiliğine giren bu sembollerin ve sayıların köklerinin Maniheizm, Şamanizm ve Budizm gibi doğu öğretileri olduğunu da Ahmet Yaşar Ocak’ın çalışmalarında görmüştük.
Abartıyor muyum? 507’nin peşinden giderken edebiyatın ve hatta ilahiyatın, antropolojinin de dışına çıkıp komplo teorilerinin ve deliliğin tekinsiz topraklarına mı adım attık? Belki öyle, ama öykünün başkişisi olan Seymour, pamuk ipliğine bağlı aklını savaş travmalarıyla koparıp deliliğin sularına düştüğüne göre, onu incelerken onunla duygudaşlık kurmamız çok mu ayıp? Eserin içerdiği sembolizmi analiz etmeden yapılan herhangi bir inceleme eksik kalmaz mı? Biz de bir bakıma öykünün sembolizmini çözümlemeye çalışıyoruz. Kendisine çözmesi için bir koan, bir Zen bilmecesi verilmiş bir talebe gibi. Orada olmayan bir cevabı arıyoruz. Bir cevap yaratmaya çalışıyoruz. Eh, iyi edebiyat da biraz böyle bir şey değil midir? Büyük eserler sembolik ağlarla örülmüştür ve okuru bir yanlarıyla kendilerine bilmece gibi çekerler. Salinger’ın bu kadar iyi bir yazar olması da, onun semboller yaratma, bilmeceler kurma yeteneğiyle doğrudan ilgilidir.
Bir şeyleri bir şeylere bağlama, düğümler atma, labirentler kurma ve okuru büyüleme sanatı olarak edebiyatın böyle şeylerle bağ kurmasına şaşmamak gerekir. Ayrıca kabahatimizi küçültmek için Salinger’ın kitabın başına koyduğu şu Zen bilmecesini de hatırlamakta fayda var: “Birbirine çarpan iki elin sesini biliriz. Ya tek bir elin sesi nedir?” Burada yazarın bizi düşünmeye ve analiz etmeye davet ettiği açıktır sanıyorum. Ama bu analizden çıkmasını umduğu sonuç, analiz etmemek gerektiği olmalı. Çelişkili ama güzelliği de burada. Tek bir elin sesi yoktur. İki el çarpıştığında bir ses çıkar. Bu süreci analiz etmek için iki eli ayırır, bütünlüğü bozarsak, ses de kaybolur. O halde der adeta Salinger, iki eli ayrı ayrı düşünme, analizi bırak.
O zaman onu dinleyelim. Zaten her şeyi tadında bırakmalı. Ayrıca insan haddini bilip yenildiğini itiraf edecek olgunluğa sahip olmalı. İşte, söylüyorum, çok uğraştık ama 507’nin sırrına eremedik. Saat iki buçuğa, oteldeki doksan yedi reklamcıya dokunamadık bile. Kitabın adının neden Dokuz Öykü olduğu sorusuna bile değinemedik. Hatta ve hatta, o kadar başarısız olduk ki değil öyküyü bitirip içerdiği pedofil tınıları, bunun tetiklediği psikolojik mekanizmaları analiz etmek, öykünün üstüne kurulduğu, ben buradayım diye bağıran Budist yapıyı bile ortaya seremedik.
Hele ilk konu rahatsız edici ve spekülatif olduğu ölçüde ilginç olabilirdi. Özellikle böylesine ince mevzularda güdüklüğü ayan beyan ortaya çıkacak entelektüel çapımıza nispetle heveslendiğimiz yüksek mertebelerin zıtlığı gayet eğlenceli sonuçlara gebeyken… Heyhat, nerede, ilk cümlenin bile içinden çıkamadık! Bütün bu kurcalamalarımızdan maalesef elimiz boş ayrılmak zorunda kalıyoruz. Yine de en azından keyifli birkaç dakika geçirdiğimizi ümit ediyorum. Çünkü hakikate ulaşmak, rakamlarda gizlenmiş olsun ya da olmasın, imkânsız olsa da, onu ele geçirebileceğin sanrısına kısa bir an bile olsa kendini bırakmak, yaşamanın bazı tatsız yanlarını telafi edebilir.
Selman Dinler
Cok cok sevdim Selman Bey yazınızı, emeğinize sağlık
Çok teşekkür ediyorum Aysun Hanım 🙂