“İnsan, kendini yalnızca insanda tanır,” diyor Goethe. Nuri Bilge Ceylan, son filmi Kuru Otlar Üstüne’de bu söylemi alıp derin bir kuyuya inmiş. Ahlat Ağacı’nda canlı kanlı gördüğümüz o kuyu, Kuru Otlar Üstüne’de hiç görünmese de insan tüm film boyunca kendini bir kuyuda sıkışmış gibi hissediyor. Altın Koza Film Festivali’nde usta yönetmene o meşhur, “Neden taşra?” sorusu yeniden soruldu. “Ben insanı anlatıyorum, insan her yerde insandır,” dese de zannımca taşra atmosferinin, o izole, itilmiş, uzakta bir yerde ama aslında mesafeli durulan taşra varlığının NBC sinemasını çok beslediğine, insana bakışa verimli bir zemin hazırladığına da şüphe yok. Taşra, küçüklüğü ile kimi zaman cennet olabilirken o dar alanda sıkışmışlık insana filmin başkarakteri Samet’in yaşadığı “umut etmekten yorulmuşluk” hissini de verir.
Yazının devamında filmle ilgili sürpriz bozan ayrıntılar yer almaktadır.
Kuru Otlar Üstüne, Erzurum’un kuş uçmaz kervan geçmez bir köyünde dördüncü görev yılına başlayan ve ilk tayin döneminde buradan ayrılmak isteyen resim öğretmeni Samet’in çalıştığı köye ulaşabilmek için coğrafyanın acımasızlığında, fırtınanın ortasında uzun uzun yürümesiyle açılıyor. Samet öğretmen gözünü açamadığı tipide tüm yolu yürüyor, izleyici filme bir huzursuzluk duygusu ile başlıyor. Kuru Otlar Üstüne, basın bültenlerinde, tayini çıkmak üzere olan bir öğretmenin öğrencisi tarafından taciz suçlamasıyla değişen hayatı üzerine diye tanıtılsa da, aslında filmi buna indirgemek çok basit ve acımasızca olur. Gel gör ki film zaten tek bir ana hikâye üzerinden değil, iki ana kanaldan ilerliyor. Bu hikâyeler, olaydan ziyade aslında tamamen insanın Katarsis’e ulaşma anına ve kendi kuyusuyla yüzleşmesine eğiliyor.

İlk hikâyede resim öğretmeni Samet’in gözle görünür şekilde diğer öğrencilerinden ayırdığı, “bir başka” sevdiği, ona özel hediyeler aldığı yedinci sınıf öğrencisi Sevim var. İkili arasında izleyeni tedirgin eden, geren bir iletişim de var. Sevim henüz çocuk. Duyguları aşkın, güçlü, diğerlerinden daha farkında ve haliyle daha cesur bir kız. Dolayısıyla duygularını keşfetme yolunda öğretmeninin yanında oldukça rahat. Bu samimiyetin ona sağladığı konfor alanından memnun ama ilk sıkışmışlıkta da cılız bir kız çocuğu. Bu ilişkinin karşı tarafı Samet öğretmen ise her tarafın buzlarla kaplı olduğu, umutlarının bile donduğu bu coğrafyada Sevim’den yayılan o ışıkta kendine dair bir şeyler buluyor. Filmin yaklaşık ilk bir buçuk saatlik kısmında çok az kadın görüyoruz. Hatta temel karakterlerden biri olan Merve Dizdar’ın canlandırdığı Nuray karakteri bile ilk yarıda kadraja kısa bir süre girip sonra uzunca bir zaman kayboluyor. Samet öğretmenin köydeki rutininde hayat erkekler etrafında dönüyor. Taşra sıkışmışlığında bir erkek olan Samet, jandarma komutanıyla bilgisayar oyunu oynuyor, köyün veterineriyle onun mağara gibi odasında viski, sigara içiyor, dağa çıkmak isteyen ama tüm hayatı bocalamak olan başka bir erkek karakter de kimi zaman ona katılıyor. Ev arkadaşı Kenan mesleği, ailesi ve geleceği arasında sıkışmış güçsüz bir erkek, filmin başında gördüğümüz birkaç kadın öğretmeni bir daha neredeyse hiç görmememize rağmen erkek beden eğitimi öğretmenine defalarca rastlıyoruz. Müdür Bekir’e, erkek okul görevlisinden erkek şube müdürüne kadar bolca erkek görmek mümkün. Filmde ikinci yarıda karşımızda beliren Nuray ve ilk yarıda kısa anlarda gördüğümüz Sevim’den başka hiç kadın yok. Elbette ki bu bilinçli bir tercih. Yönetmen, taşranın kendisi baştan aşağı erkektir demek istiyor sanki. Filmde tüm “kendiyle tanışma, yüzleşme sürecini” en objektif şekilde vücuda getirenlerin kadınlar olması bu bağlamda değer kazanıyor.
Samet öğretmenin sınıfında yapılan bir aramada Sevim’in çantasında bulunan bir aşk mektubu ile Samet öğretmen ve Sevim arasında ilk anlardan beri pozitif seyreden güç, sevgi ve ihtiras kaleleri bir bir yıkılıyor. Mektubu okumak için bahaneyle alan Samet öğretmenin okuduklarından mutlu olduğunu bile görüyoruz fakat Sevim mektubun Samet’te olduğunu öğrenip mektubu istemeye geldiğinde ne kadar ısrar etse de Samet öğretmen mektubu yırttığını söyleyip Sevim’e mektubu vermiyor. Bu keskin denge bozukluğundan sonra Sevim hayal kırıklığını, suçluluk ve utanç duygusunu bastırmak için bir arkadaşıyla birlikte öğretmenini müdüre şikâyet ediyor. Öğreniyoruz ki sadece Samet değil Kenan öğretmen de aynı sebeplerle şikâyet edilmiş. Kenan, şube müdürünün karşısında bu ithamı hayatın ona yaptığı bir haksızlık olarak algılarken; yakınlaşma, kayırma, dokunma gibi suçlarla şubeye çağrılan Samet’in derdi ise kendisine atfedilen suçtan ziyade Sevim tarafından sırtından vurulmanın derin yarası oluyor. İşte tam da burada usta yönetmen insanın kendisini insanda aratıyor. Veteriner Vahit, Samet ile sohbet ederken, bir adamın iki danasını iyileştirdiğini adamın ise kendisinin köpeğini öldürdüğünü anlattığında Samet şaşırıp, “Neden?” diye soruyor. Cevap çok basit: “İnsan çünkü.” NBC, insan nedir ve neyle şekillenir sorusunun cevabını arıyor sürekli. İyiyiz, kötüyüz, cesuruz, korkağız çünkü insanız.
Usta yönetmen filmin ikinci yarısında Nuray karakterini alıyor merkezine. Filmin başlarında kısa bir süre gördüğümüz Nuray, kasabanın daha büyük bir okulunda İngilizce öğretmeni. Ankara Tren Garı patlamasında bir bacağını kaybetmiş, kasabada ailesiyle yaşıyor. Bir tavsiye aracılığıyla Samet ile tanışmak için bir kafede buluşup çay içiyorlar. Buluşma sonrası Samet, ev arkadaşı Kenan ile sohbet ederken Nuray’ın kendisine göre olmadığını, kızın burada yaşadığını, kendisinin zaten İstanbul’a döneceğini anlatarak bu ikilinin birbirine daha uygun olduğunu düşündüğü için Kenan’ı kızla tanıştırmak istiyor. Kenan’ın da hoşuna giden bu fikir üzerinden zaman içerisinde üçlü birlikte bir buluşmaya çıkıyor. Nuray’ın Kenan’a karşı samimi tavırları, kadının heyecanlı ilgisi karşısında “dışlanma” duygusu yaşayan Samet, Sevim ile olan gerilimli duygu durumunun aynını yaşayıp öfke duyuyor. Nuray’ın Samet’e Kenan ile birlikte yemeğe gelmelerini söylemesinin ardından sürekli kendi kuyusunda debelenip duran Samet, bu daveti Kenan’a söylemeyip Nuray’a tek başına gidiyor. Derdi Nuray değil, Kenan karşısında kazanmak istediği bir zafer sanki. Samet’in daveti Kenan’a kasıtlı olarak söylemediğini anlayan Nuray, içten içe kızsa da onun da derdi Kenan ya da Samet olmadığından geceyi bozmayıp Samet ile yaptıkları gergin ideolojik sohbetten sonra –bu diyaloglarda açıkça NBC’nin hayata bakış açısını duyuyoruz sanki- ikili sevişiyor. Bu akşam yemeği daveti, ana karakterin buraya gelme şekli, sofradaki gerginlik ve ardından Nuray’ın odasında başlayan sevişme belki de filmin en gergin anları. Nuray’ın isteği üzerine salona ışıkları söndürmeye giden Samet odaya dönerken banyoya giriyor ve tam bu zirve anında banyo kapısı filmin setine açılıyor. Nuri Bilge, seyirciye “Bu bir film,” diyor evet ama bunun zamanlaması öyle iyi belirlenmiş ki izleyici bir şok ve rahatlamayı aynı anda yaşıyor gibi. Tüm filmde “otorite” unsuru da –sınıfta öğretmen, okulda müdür, köyde şube müdürü, jandarma, gerilla vs. – NBC de Funny Games’te Haneke’nin yaptığı gibi seyirciye, “Kontrol bende,” diyor aslında. Sinema ne müthiş, ne şahane!

Nuray, Samet’i aralarında yaşananları Kenan’a söylememesi konusunda tembihlemesine rağmen Samet’in ilk işi bunu Kenan’a anlatmak oluyor. Çünkü Samet, bir tanrı sarhoşluğu ve küçümseyen bakışıyla önünde duran her şeye öfke saçan ve beni görün diyen bir zavallıdan başka bir şey de değil. Bu zavallılığının tüm suçunu da coğrafyaya yükleyerek arınmaya çalışıp duruyor. İkilinin seviştiğini öğrenen Kenan’ın ilk tepkisi Samet’ten çok Nuray’a küsmek oluyor. Nuray’ın mesajlarına dönmüyor, aramalarına çıkmıyor.

Tüm film boyunca o boşalma anına ulaşabilmek için dağınık bir anlatı yaratan Nuri Bilge, zihnimizde uçuşan her şeyi, her karanlık deliği, her merak duygusunu büyük bir ustalıkla tek bir sahnede topluyor. Nuray, tipinin ağırlaştığı bir gecede birdenbire Samet ile Kenan’ın kapısında beliriyor. Horoz dövüşüne dönüştürdükleri ama birbirlerinin yüzüne bakıp hislerini bile açıklamaktan aciz iki zavallı erkek karşılarından Nuray’ı görünce sümüklü iki küçük oğlana dönüşüyor adeta. Nurdan Gürbilek, son kitabı Örme Biçimleri’nin 5. Bölümü olan Cenazede Kahkaha isimli incelemesinde Witold Gombrowicz’in Günlük’te erkeğe bakış açısından bahseder ve şöyle der:
“Sadece dayatılmış bir erkeklikten değil, bir mimetik oyunun içinde biçim kazanan, erkeklerin oyunun dışına düşmemek için birbirini dürte dürte pekiştirdiği bir Erkeklik’ten söz ediyordur.” (Örme Biçimleri, s. 146)
Nuray, o loş odadaki koltukta oturup hayatta kendini konumlandırma hikâyesini açıklarken sadece bu pekişmiş, sahte Erkeklik kavramını değil Samet ve Kenan’ın birer birey olarak sığındıkları konfor alanını da silkeliyor.
Merve Dizdar’ın oyunculuğu Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alacak kadar iyi miydi tartışılır ama ödülü almasında Nuray karakterinin bir kadın olarak hayatta konumlandığı yerin çok hakkı var. Nuray karakteri Türk sinema tarihinde önemli bir kadın karakter olarak kesinlikle yerini aldı zannımca. Nuray, önce Kenan’a sonra Samet’e yüzyıllardır bu ülkedeki kadınların söylemeye korktuğu, içinde bir kara külçe gibi taşıdığı birkaç cümleyi dışarıda yağan kar gibi net bir şekilde bırakıp gidiyor. Filmin Katarsis anının burası olduğuna inanıyorum. En azından benim için öyle. İşte tam da bu andan sonra filmdeki her karakter kendi kuyusuna dönüyor ve en berbat karanlığına da, kafasını kaldırdığında tepesinde göreceği ışığa da bakıyor. Bu sahneden sonra Samet uzun zaman sonra saçını tarayıp okula gidiyor örneğin. Kendisiyle barıştığı için değil, ilk kez kendisiyle yüzleştiği için. Bu küçük köyden gitmeyi yine istiyor ama bu sefer bambaşka bir benlikle gidecek belli ki, basit bir insan olduğunun kabulüyle… Sevim odasına bir dilim pasta getirdiğinde çocuğu ısrarla manipüle etmeye çalışmasına rağmen yine karşısında filmdeki tüm erkeklerden farklı, eğilip bükülmeyen, dik duran, çocuk da olsa bir masumiyetle yaşam enerjisinin bir arada olduğu bir kadın buluyor Samet. Aynı Nuray gibi. Ne ki bunca kendinden emin, aidiyetsiz ama inatçı ve öfkeli Samet’in film boyunca karşılarında afalladığı iki karakter Sevim ve Nuray. İki kadın. Samet’in kendisini onların varlığında tanıdığı ötekiler…
Daha önceki filmlerinde çalıştığı görüntü yönetmeniyle çalışmadığı Kuru Otlar Üstüne filminde, NBC izleyicisinin o çok sevdiği ve alıştığı görüntülere neredeyse hiç rastlamadık. Diğer yandan filmde yer yer bölgede çekilmiş fotoğraflarla buluştu izleyici. Bu bölünmüşlük duygusu kimi izleyici tarafından beğenilirken bir kısmı tarafından huzursuzlukla karşılandı. Filmin sonunda yine daha önce Nuri Bilge filmlerinde pek rastlamadığımız bir iç ses ile karşılaştık. Filmin başkarakteri Samet’in iç sesinden, kendisini ve hislerini yine fotoğraflar ve kısa sekanslar eşliğinde izledik. Nuri Bilge Ceylan, bu filminde sinemasını değiştirdiğini, anlatım şeklini çevirdiğini de belirtmişti. En nihayetinde ağzımızda acı tat bırakan muhteşem bir filmle de karşımıza dikildi yine.
Film için Nuri Bilge’nin en politik filmi deniyor. Bilen bilir ki usta yönetmen filmlerinde apolitik olmakla eleştirilir. Burada “politik” nedir ona da bakmak lazım. Bir anlatının politik olması için illa içinde bir terör patlaması, gerilla, ihraç, bürokrasi vs. mi olması gerekir? Hayatın kendisinin politik olması üzerinden gidersek, yönetmenin Uzak filminde kökü taşraya dayanan ama artık şehirde yaşayan ana karakterin yanına, memleketten bir akrabası gelir ve ikili bir süre aynı evdi paylaşmak zorunda kalır. Sınıfsal olan bu hikâye politik değil midir? Şehirdeki kentsel dönüşümden, taşradaki genç kız intiharlarına kadar her şeyin politik olduğu hayatta NBC’ye apolitik demek biraz haksızlık sanki. Fakat yönetmen bu filmde bürokrasiden askere, gerilladan yoksulluğa, Ankara patlamasından linç ve mobbing’e kadar birçok şeyden aynı anda bahsetmesiyle de şaşırttı. Tüm bunları tek bir filme sığdırmak yer yer filmin anlatısının odağını dağıtmış denilebilir belki. Dağa gitmek istemekle kalmak arasında sıkışan karakter filme ne kattı? Olmasa filmin asıl anlatısı azalır mıydı? Nuray Ankara patlamasında değil de bir trafik kazasında bacağını kaybetseydi ama yine de devrimci olsaydı olmaz mıydı? Elbette ki bu sorular sorulabilir…
Mesleğin ilk görevini Urfa’nın Diyarbakır yolu üzerindeki bir köy okulunda yapmış ve kökleri taşraya dayanan bir kadın yazar olarak filmi apayrı bir gözle de izledim. Çoğu insanın turist olarak bile gitmediği, gitmeyi tercih etmediği, coğrafyasının ve kendi kurallarının içinde yoğrulmuş Doğu’da batıdan gelen bir öğretmen olmak, ötekinin yalnızlığının yanında senin eriyen ama orada olan yalnızlığın, Türkçe konuşulmayan bir coğrafyada Nuray gibi İngilizce öğretmeye uğraşmak… Doğu’da görev yapmış bir İngilizce öğretmeni olarak, Nuray’ın kurduğu cümleyi onlarca kez kurdum: “Bir yerden sonra ben onlara İngilizce öğretmedim, onlar bana Kürtçe öğretti.” Öğretmenler odası, zor coğrafi koşullar, acımasız gelenekler, batıdan da gelsen orada da yaşasan kadın olmanın zorluğu… Nuray’ın evine misafirliğe gelen Samet’e, apartmana girerken gören oldu mu diye sorması… Müdür, makam, Şube müdürü, bürokrasi, ilk fırsatta linç edilme, dışlanma ve hatta bekâr evindeki kanepe, soba, anne çeyizinden kalan perde… Taşra sıkışmışlığında anlatılan bu hüzünlü ve epik hikâye Türkiye’deki öğretmen algısının yanında ışıl ışıl da parlıyor. Bu ülkede öğretmen hikâyesi anlatmak da pek tabii ki politiktir.
İzleyicisinin kucağına insan olmanın kuyusunu bıraktığı son filmi Kuru Otlar Üstüne’de usta yönetmen bize çok da karmaşık bir şey anlatmıyor aslında… Üzerinden basıp geçtiğimiz, bir kez bile önemsemediğimiz, bakmadığımız, adını dahi bilmediğimiz şu kuru otlardan ne farkımız var? İnsan olmanın basitliği ve çok yönlülüğünü kabul edip bununla yüzleştiğimizde belki biraz da olsun huzura kavuşabiliriz. İnsan olduğunu kabul etmek kötülüğü, hatayı meşrulaştırmaz elbette ama birbirimizi ve kendimizi daha iyi anlamamıza yarayabilir. Bu da bizi kuyunun içinde debelenmek yerine tepedeki ışığa bakmaya ya da belki ayağımızın altında ezilen otların orada olduğunu ilk kez fark etmeye iter. Yani gerçek bir aynaya…
İlay Bilgili
Çok güzel. Elinize ve emeğinize sağlık.
Sizce “Kuru Otlar Üstüne” filminde intihal var mı İlay Hanım?
Yazıyı bir arkadaşım iletti. Filmi henüz görememiştim ve çok merak ediyordum. Ama yazıyı okuduktan sonra yazan kişinin adını gördüğümde İlay Bilgili, artık İlay Bilgili’yi de en az filmi merak ettiğim kadar çok merak ediyordum. Bir kadın olmasının filmi yorumlayışında yarattığı farkı matematiksel olarak hesaplayabilmek isterdim.