“Doğa sanatı, sanatın doğayı taklit ettiğinden daha çok taklit eder.”
Oscar Wilde
Luc ve Jean-Pierre Dardenne kardeşlerin sinemasıyla, 2011 yılındaki Filmekimi’nde izlediğim Le Gamin au vélo (Bisikletli Çocuk) sayesinde tanıştım. Her ne kadar “sayesinde” diyerek bu tanışmaya olumlu bir anlam atfetsem de filmden çıktığımda dudak bükmüş, “Bu mu yani!..” demiştim. Sinema zevkimin yeni yeni filizlenmeye başladığı o sene, Dardenne’lerin sinemasına dudak kıvırmamın esas sebebiyse basitti: Dardenne’lerin filmi, 2011’deki Cannes Film Festivali’nde, Nuri Bilge Ceylan’ın –benim kanaatime göre– Magnum Opusu olan Bir Zamanlar Anadolu’da ile Jüri Büyük Ödülünü paylaymış, ben de sinemaya ilişkin damak tadı yeni yeni gelişen biri olarak, bu eşitliğe içten içe itiraz ederek Dardenne Kardeşler’in sinemasının tadını ve derinliğini ıskalamıştım. Beni derinden sarsan, ne zaman izlesem mideme yumruk yemişim gibi hissettiren Bir Zamanlar Anadolu’da’nın yanında Dardenne Kardeşler’in dünyası, anlamsızca iyimser gelmişti. Neyse ki bu düşüncem çok kısa süre içerisinde, yine 2011’in sonlarına doğru Gezici Festival kapsamında izlediğim iki Dardenne Kardeşler filmiyle değişecek, Dardenne Kardeşler yakından takip ettiğim yönetmenlere eklenecekti.
Vaktiyle sinema üzerine bolca konuştuğum birisi, belki biraz da mübalağalı bir üslupla şöyle bir cümle kurmuştu: “Michael Haneke, Avrupa’nın vicdanıdır!” Bugün geriye dönüp baktığımda üslubu abartılı bulsam da bu söze içten içe katıldığımı hatta küçük bir ekleme yaptığımı kabul etmek zorundayım: Haneke Avrupa’nın, Dardenneler ise tüm dünyanın vicdanıdır! Bu sözü, Acar Baltaş’ın küçük fakat çok önemli şu eklemesiyle tamamlamazsam eksik kalacak: “Ve vicdan, azap vermek için vardır.”

La Promesse’den (Söz) çıktıktan sonra, beni sarsan, darmaduman eden her filmde yaşadığım şey, bir kez daha tekerrür etmişti: Mideme yumruk yemiş gibiydim! Bu hissi hiç yaşadınız mı bilmiyorum ama birisi –kazara da olsa– midenizde tam doğru noktaya vurursa soluksuz kalırsınız! Küçük küçük nefeslerle normale dönmeye çalışır ancak kasılan vücudunuz nedeniyle bunu bir türlü başaramazsınız. Dardenne’lerin filminden çıktığımda, bedenim değilse de ruhum tam da bunu yaşıyordu: Derin derin nefesler almaya çalışıyor fakat muvaffak olamıyordum! Ne denli uğraşırsam uğraşayım, filmin son sahnesi zihnimin kıvrımlarında dönmeye devam ediyor ve ben, ruhumun derinliklerinde bir yerde şu cümleyi duyuyordum: “Vicdan, mantığı yener!”
Gerçek sanat, hepimizde böyle bir etki yapar: Gerçekliği öyle bir büker ki, artık içinde bulunduğumuz dünyayı eskisi gibi algılayamayız. Her gün geçtiğimiz sokaklar, her gün konuştuğumuz insanlar, her gün kullandığımız lalettayin kelimeler, her gün gördüğümüz mimikler artık farklı anlamlara gelmeye başlar. Sanatın hayatımızı derinleştiren yanıdır bu: Artık hiçbir şeye “eskisi gibi” bakamayız zira içimizde, derinlerde bir yerde bir şeyler kırılmış, bir daha geri döndürülemeyecek şekilde değişmiştir. La Promesse bende tam da böyle bir etki yaratmıştı. İçimde, Orhan Pamuk’un deyimiyle, “Tam ben de aynı şeyi söyleyecektim fakat yeterince çocuk olamadım!” duygusu uyandırmıştı: Vicdan mantığı yener…Dardenne’lerin sinemasına daldıkça bu düşüncenin tek bir filmleriyle sınırlı kalmadığını, bütün bir sinema anlayışına yayıldığını gördüm.
La Promesse ne anlatır? Özetle, göçmenlerin üzerinden yolunu bulan Roger’ın ve oğlu Igor’un hikâyesini izleriz. Her şeyiyle bir olumsuz örnek olan Roger, oğlu Igor’u da işine ortak etmiş,baba oğul, bir sömürü evi kurmuşlardır: Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen; bir umut, yeni ve temiz bir hayat kurmaya çalışan mülteciler ve onların bu baba oğul ile ilişkileri… Aslında bu açıdan bakıldığında tema, Angelopoulos’tan Leyleğin Geciken Adımı’nın temasıyla aynıdır; fakat Dardenneler, aynı taşı farklı şekilde işleyerek bambaşka bir heykel ortaya koyarlar. Ana izlek aynıdır belki, lakin biçim bütünüyle değişmiştir. Theo Angelopoulos’un ağır tempoyla ilerleyen şiirsel görsel dilinden, her biri birer tabloyu andıran kadrajlarından sonra Dardenne’lerin anlatımı başımızı döndürür: Her şey, bizi rahatsız edecek derecede gerçektir! Angelopoulos’un kadrajındaki resimlerin hüznünde kaybolan seyirci şimdi, Dardenne’lerin belgeselci kamerasından gördüklerinin soğuk gerçekliğiyle yüzleşmektedir. Bu anlatım farkı, filmlerin hücrelerimize nüfuz etme süresini değiştirir: Angelopoulos’un kadrajının hüznü, usulünce demlenen güzel bir filtre kahveyi yudumlarmışız gibi ağır ağır damağımızı kaplarken Dardenne’lerin kamerası, Türk kahvesi etkisi yaratır: Tadı, bir anda damağımızda patlar! Her iki demleme yöntemi de yerine göre güzeldir, iyi bir baristanın elinde şahane sonuçlara gebedir ve kendini başka tatlara kapamayan bir damak, her ikisinden de keyif alabilir.
Bu etkiyi yaratan başat farklılık, Dardenne’lerin kadrajları ve kamerayı kullanma biçimleri olsa gerek. Angelopoulos’un dünyasında kamera adeta görüntülerin hüznü içerisinde kaybolur: Düğün sahnesini izlerken kameranın varlığını unutur, bu şiirsel sahnenin içerisinde kaybolur gideriz. Benzer bir his, filmin finalinde sarı tulumlu adamların direklere tırmandığı sahnede de yaşanır: Artık filmin yoğunluğu en üst noktadadır ve biz, Angelopoulos’un kamerasının varlığını çoktan unutmuşuzdur. Dardenne Kardeşler ise bambaşka bir yoldan giderler: Omuzlarına aldıkları kamerayla, adeta karakterlerinin peşine düşerler. Belgesel estetiğine yaklaşan bir kamera kullanımı görürüz artık ve onun bir kamera olduğunu unutmamız olanaksızdır! Dardenne’ler, şiirsel olmanın peşine düşmezler; bilakis, soğuk bir gerçeklik gösterirler bize ki damağamızda patlayan bitter lezzet, tam da budur. Artık görüntülerin içinde kaybolmayız; aksine, belgeselci Dardenne’lerle birlikte, omuz kamerasının ardında biz de bir şeylere şahitlik ettiğimizi hisseder, içten içe suçluluk duyarız. Filmde olup biten her şeye seyirci kalmanın verdiği tuhaf bir suçluluk duygusu, ilginç bir bitter tattır bu… Dardenne’ler, kurgu karakterlerinin peşinden bir belgeselcinin gerçeklik tutkusuyla koşarlar. Artık damağımızı, Angelopoulos’un sahnelerinin şiirselliğinin zarif hüznü değil, gerçekliğin bitter tadı kaplar. İçten içe biliriz ki, kurgu gibi görünen bu olaylar, aslında bir yerlerde gerçekten tezahür etmektedir. Dardenne’lerin belgeselci kamera tercihi, bu etkiyi içimizde büyüttükçe büyütür. Kurgu izlerken gerçeği düşünür, gerçeği düşünürken kurgu izlediğimize ikna olmaya çalışırız.
Yine de Dardenne’lerin filmlerinde beni etkileyen yegane unsur, bu olağanüstü bileşim değil. Müzmin bedbin mizacıma rağmen –belki de tam da bu yüzden, bilemiyorum– Dardenne’lerin (ilk izlediğimde tadına varamadığım) insana dair inançları, filmlerindeki o müthiş derinliği sağlayan bir diğer unsur olarak ortaya çıkar; Dardenne’ler, usta aşçılar misali zıtların çarpışmasından derinlik yaratırlar. Kameranın bize gösterdikleri çoğu kez insanın yüreğini –burkmayı geçtim– tarumar eden görüntülerdir. Öte yandan Dardenne’ler, bu harabenin içinde bile insana dair bir umut göstermeyi başarırlar. La Promesse aslında tam da bunun üzerine kurulu bir filmdir. Filmin başında Igor’a belirli bir mesafeden bakar, onun gelecekteki hali olan babasını gördükçe içimizdeki mesafenin büyüdüğünü hissederiz. Babasının izinden giden Igor, göçmenlere –tabiri caizse– hayvan muamelesi yapar. Hiçbiri umrunda dahi değildir, ta ki Amidou’nun ölümüne kadar… Bu an Igor için bir kırılma noktası olur, zira gözünün önünde ölen Amidou’ya verdiği söz vicdanını ele geçirir ve vicdan mantığı yener. Film, tam da bu anda insana dair çok derin bir gerçeğin peşine düşer; artık Igor’u değil, onun vicdanını belgeselci bir biçimle perdede izleriz. Peki nedir Igor’u bir anda 180 derece çark ettiren şey?

Orhan Pamuk, Öteki Renkler kitabındaki “Modern Roman Teknikleri” isimli denemesinde modern roman tekniklerinin çıkış noktasındaki felsefi düşünceyi anlamaya çalışır. Tolstoy’un, Stendhal’ın dünyasına bakar. Her şey oldukça sadedir ve bütün bir hayat, sade –fakat oldukça güçlü– bir neden-sonuç ilişkileri üzerine kuruludur. Bu yazarların kaleminden fırlayan edebiyat sığ değildir elbette; yine insan ruhunun derinliklerine iner, anlamın peşine düşeriz. Öte yandan suyun yüzeyi alabildiğine berraktır. Anlam yine derindedir, fakat çıplak gözle de görülebilmekte, en azından sezilebilmektedir. Beri yandan “modernite”, anlamı bulanıklaştırır. Sanayi Devrimi ile birlikte her şey karmaşıklaşır; artık bir işçi, üretim bandında yaptığı işin çıktısının ne olduğunu tam olarak bilemez. Tüm işi elleriyle yapan ustalar gitmiş, yerlerine Charlie Chaplin’in Modern Times isimli şaheserinde hicvettiği, tüm gün boyunca cıvataları sıkarak delirme noktasına gelen, çarklar arasında huşu içerisinde dolanan yeni bir kitle gelmiştir. Bu kişiler, sıktıkları cıvataların sonucunu, eserin bütününü göremezler; her şey parça parçadır. Uzmanlaşma, bütünü görebilme yetisini baltalar. Modern roman teknikleri, tam da bu noktadan doğar: Artık hiçbir şey o kadar berrak, duru, sade değildir; hayat, komplike çeşitlemelerle dönen çarkların tekeline geçmiştir. Bir çarkı durdurmanın sonucunun ne olduğunu bilemeyiz, bir çarkı döndürmenin sonucunun ne olacağını bilemeyeceğimiz gibi… Neden-sonuç ilişkileri bulanıklaşır, yaptıklarımızın çıktılarını göremez duruma geliriz. Görsel medyanın iliklerimize kadar işlemesiyle birlikte bu yapı iyiden iyiye bulanıklaşır: Daha bir olayı anlamlandıramadan, o olay üzerine düşünme fırsatı bulamadan bir başkasını, ona bakarken bir başkasını, derken bambaşkasını görürüz. Birbirine zincirleme bağlı olaylar, sağlam neden-sonuç ilişkileri, sebebi belli üzüntüler, kaynağı belli sevinçler yoktur artık. İnsanlar bir şeyler yaparlar ancak sonuçlarını bilemezler. Bu bilinmezlik, görsel medyanın gücüyle birleşince neden-sonuç ilişkileri iyice silikleşir. Birileri bir yerlerde kötü şeyler yaşarlar, biz bunları ekranda görür, yine de hayatımıza devam ederiz. Kırılmış gerçeklik nedeniyle bilemeyiz, yalnızca haberdar oluruz.
Igor, filmin başında bu algı problemini yaşayan biri gibidir: Elbette pirüpak bir genç değildir, lakin “kiracısı” olan göçmenleri görse bile onların ne yaşadıklarını tam olarak bilemez, ta ki Amidou’nun trajik sonuna kadar. O güne kadar, insan dahi kabul etmediği bir göçmenson nefesini verirken, celladına aşık olan kurban misali Igor’dan, onun sefalet içerisinde sürünmesine sebep olan adamın oğlundan medet umar ve Igor’un gizlice gözetlediği, belki dik duruşu nedeniyle hafif çekindiği, saygı duyduğu Assita’yı, yani kapısını ve daha yeni doğmuş çocuğunu Igor’a emanet eder. Igor ilk defa katı gerçeği kendi gözleriyle görür, artık göçmenliğin ne olduğundan haberdar biri değildir… Igor’un Kiracıları seven, sevilen, özlem çeken, mutlu olan, üzüntü duyan, öfkelenen, vicdan azabı duyan insanlardır; aynı Igor gibi… Göçmenliğin yaşattığı acıyı, çaresizliği; pamuk ipliğine bağlı bir hayatın bedbindiğini artık kendi gözleriyle görür, kendi deneyimiyle bilir. Biz de tüm bunları, Dardenne’lerin belgeselci kadrajından izleriz. Karşımızda tüm gerçekliğiyle duran kurgu bir karakter vardır ve fark ederiz ki tam da o an, Igor’un vicdanı, mantığını ele geçirir: Vicdan mantığı yener… Igor bir daha eskisi gibi olamayacaktır çünkü mütebessim bir ifadeyle çarkların arasında dolanan Şarlo değildir artık; vicdanı konuşmaya başlamıştır ve –sonrasını bilmesek de– bundan sonra kolay kolay susmayacaktır. Bütün bunları, belgesel estetiğine yaklaşan bir kameranın ardından izlemek, filmi içimizde daha da büyütür. İzlediğimizin kurgu olduğunu bilmemize rağmen, bir belgeselci, hatta haberci gibi karakterlerinin arasında dolanan Dardenne Kardeşler’in kamerası, yarattığı içerik-biçim uyumuyla ruhumuzun derinliklerine iner ve oraya bir inci bırakır. Filmin sonunda usta bir baristanın demlediği Türk kahvesinin dolgun bitter tadı kalır damağımızda.
Sanat, insan zihninin ürettiği ve gerçekliği büken en büyük güç. Bizi vuran bir kitap okumak, bir film izlemek, bir müzik dinlemek hayatımızı bir daha hiç eskisi gibi olmayacak şekilde dönüştürür. Her iyi sanat eserinde kendimizi yeniden inşa eder, yeniden keşfederiz. Güçlü bir sanat eseri, aynı Einstein’ın uzay zamanı büken gök cisimleri gibi gerçeklik algımızı büker ve biz bu bükülmüş gerçekliğin ardından hayata bakmaya başlarız. Dardenne’lerin belgeselci kamerası da gerçekliği öyle bir büker ki artık bir daha eski “biz” olamayız. Yüreğimizin derinliklerine sızarak perspektifimizi değiştiren şu basit cümle; içimize bırakılan inci, aklımıza kazınır: Vicdan, mantığı yener.
Deniz Kıral