Mübadelenin 100’üncü yılında, 2023 henüz sona ermeden, mübadillik kavramını ve mübadelenin edebiyatımızdaki izdüşümünü, kendisi de bir mübadil torunu olan öykücü Derya Sönmez ile konuşmak istedik. 2022’de 19. Uluslararası Ankara Öykü Günleri kapsamında “Mübadelenin Öykücülüğümüze Yansıması” konulu bir sunum yapmak üzere kentimize gelen Sönmez’in, Sel Yayıncılık tarafından “Sırça Kanatlar” (2021) adıyla kitaplaştırılan öyküleri daha önce Notos, Öykü Gazetesi, Dünyanın Öyküsü, Sarnıç, Özgür Edebiyat, Her Şeye Karşın, Kül Öykü gibi edebiyat dergilerinde yayımlandı. Sönmez, Muratpaşa Belediyesi’nin düzenlediği 2021 Antalya Edebiyat Günleri’nde en iyi ilk öykü kitabı ödülüne değer görülen “Sırça Kanatlar” ile her yıl başka bir yazınsal yapıta verilen Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Ödülü’nün de 2022’deki sahibi oldu. Sönmez’e mübadele edebiyatı hakkında merak edilenleri ve mübadelenin öykücülüğüne nasıl yansıdığını sorduk.
Esme Aras

Evli ve çocuklu bir tıp hekimi olarak tam zamanlı çalışıyorsunuz, aynı zamanda başarılı bir öykü yazarısınız. İlk kitabınız Sırça Kanatlar ile art arda iki önemli ödülün sahibi oldunuz. Mesleğini yapabilme imkânı bulan bir kadın olarak yazmak sizde ne tür duygular uyandırıyor, neleri göze almayı gerektiriyor ya da edebiyatı hayatın içinde bir disiplin olarak sürdürebilmek için nelerden feragat edilerek yazılıyor?
Güzel sözleriniz için teşekkür ederim. En azından yılın belli bir döneminde başka hiçbir şeyle uğraşmadan sadece okuyup yazmak isterdim. Bu bir ütopya, bir hayal. Gerçekleşse ne kadar verimli olur, emin değilim. Ama ara sıra bu hayali kurmayı seviyorum. Bir yandan da şunu biliyorum ki edebiyat canlı, yaşayan bir şey. Sokakta, insanların arasında olmayı gerektiriyor. Çok farklı işleri bir arada yapmanın getirdiği karmaşanın yazarı olumlu yönde etkileyeceğini düşünüyorum. Ev ve iş arasında gidip gelirken yazmaya zaman ayırabilmek gerçekten zor. Bence kurmaca bir metin her zaman masa başında yazılmaz. Mutfakta, yolda, iş yerinde öğle arasında her boş ânımda elimde notlar oluyor, kafamda kurgulayacağım metinlerle dolaşıyorum. Yazmak için günde üç saat ayırmak yetmez, daha fazlasını talep eder çünkü. O dünyanın içinde yaşamanız gerekir. Başka işler yaparken zihnim arka planda yazmakta olduğum metinle ilgili düşünmeye devam ediyor. Ben yazmayı hiçbir zaman diğer sorumluluk alanlarımdan zaman çalarak yapmadım, öyle görmedim. Bütün işlerimle birlikte yaptım, onların içinde yine onlar sayesinde.
Mübadil torunusunuz, büyükleriniz 1924’te Midilli’den (Lesvos) Ayvalık’a yerleştirilmişler. Türkçe öğretmenlerinin, yazarların olduğu bir aileye sahipsiniz; bu da öykücülükteki başarınızın tesadüf olmadığını düşündürüyor. İğde kokularının sarmaladığı, zeytini, denizi, deli poyrazı, tarihi, mimarisi ve pek çok lezzeti, özelliğiyle meşhur o Ege kasabasında büyüdünüz, kökleriniz orada. İster göl olsun ister deniz, öykülerinize bir yerinden mutlaka kıyı atmosferi sızıyor. İçine doğduğunuz kültürün tatları (hindiba salatası, kuzu etli arapsaçı, deniz ürünleri, sakızlı kurabiye) iştah kabartıyor. Kentler değişse, büyüse küçülse de doğa izleğinin belirgin olduğu öykülerinizde, büyüdüğünüz ya da yaşadığınız kentlerin etkisi nedir?
Kitaptan, şiirden, şairlerden konuşulan bir evde büyüdüm. Onlar gibi okumaya özenirdim. Oldukça erken yaşta, hatta ne anlattığını doğru dürüst anlayamayacağım bir yaşta evde bulduğum kitapların çoğunu okumuştum. Çok okuyan bir çocuktum, ara sıra bir şeyler yazdığım da oluyordu. Yine de bir gün kitap yazacağım aklıma gelmezdi.
İlk kitabım Sırça Kanatlar’da Ayvalık’ın doğrudan pek adı geçmese de aslında bazı öykülerin geçtiği mekânlar, atmosfer, oraya özgü yiyecekler bilenlere tanıdık geliyor. Şu sıralar üzerinde çalıştığım ikinci kitabımda daha doğrudan bir Ayvalık anlatısı var. Hepsi değil ama dört öykü Ayvalık üzerine. İki öykü yine Ayvalık’ta geçiyor (ben yazarken hep orayı düşündüm) ama okura bu yönde verdiğim kesin bir işaret yok. Doğayı anlatmayı seviyorum. Öykü kişilerimi doğaya bakışları, insanlarla olduğu kadar hayvanlarla, hatta ağaçlarla ilişkileri üzerinden anlatmak istiyorum. Doğayla kurduğumuz ilişki bence kim olduğumuza dair ipuçları taşıyor. Hayvanlar, ağaçlar, bitkiler bizden önce de vardı. Ama insan türü kendi kısa ömrüne bakmadan bütün bir kâinatın kendisi için yaratıldığı anlatısına sarıldı. Bu bizim sonrasında neler yapabileceğimizi gösteren en belirleyici işaretti bence.
“Bir yere ait olmak bugün artık hiçbirimizin bilmediği bir şey. Bir yerin yerlisi olmak nedir?”
Kitabınızdaki öykülerde insanı, yaşadığı mekân üzerinden -doğa ile iç içe- tanımlıyorsunuz. Mekân gerçekte de öyle; yaşanmışlıklarımıza tanıklık etmekle kalmıyor, geçmişimizi ve anılarımızı diri tutuyor. Bu noktada Ercan Başer’in Vicdan ve Güzellik adlı romanını okurken, orada şu iki cümleye rastladım: “Bir şehrin en önemli görevi hatırlamak ve hatırlatmaktır,” deniyor, “hatırladığı şeylerin toplamıdır şehir.” Çünkü mekânından koparılan insan, kökünden koparılmış gibi, kendini bir yanıyla öksüz hissediyor. Sizce de mübadillik, bir anlamda yersizlik yurtsuzluk duygusuyla başa çıkma hâli, ne oralı ne buralı, hiçbir yerli olmak demek mi?
Her insan mutlaka kendini ait hissedeceği bir yere, bir yurda ihtiyaç duyar.Mübadeleyle birlikte bir anda, yanlarına doğru dürüst bir şey alamadan topraklarından koparıldılar ve hiç bilmedikleri bir yere bırakıldılar. Geldikleri yerde de bu sefer yabancı oldukları için ötekileştirildiler. Kimliklerini ispat etmek zorunda kaldılar. Bu büyük bir yabancılaşma kuşkusuz. Ömürleri boyunca doğdukları toprakları, geride bıraktıkları evlerini anlatarak normalleşmeye, bir anlamda iyileşmeye çabaladılar. 19. Uluslararası Ankara Öykü Günleri’nde “Mübadele’nin Öykücülüğümüze Yansıması/Bir İmkân Olarak Yersizlik Duygusu” adlı sunumumda yersizlik duygusu üzerine konuşmuştum. Konuşmamın metni Parşömen’de yayımlandı. Merak edenler yazının tamamını buradan okuyabilir.Sorunuzu yanıtlarken “yersizlik duygusu”na bu sefer başka bir taraftan bakmak isterim.Bu duygunun onlar için ne anlama geldiğini düşünürken aklım ister istemez soruyu kendisine yöneltiyor. Benim için ne anlama geliyor? “Bir yere ait olmak” bugün artık hiçbirimizin bilmediği bir şey. Bir yerin yerlisi olmak nedir? Doğduğu yerden hiç ayrılmamış insanlar da dâhil olmak üzere hiçbirimiz bunun ne anlama geldiğini bilmiyoruz bence. Bugün Ayvalık’a gittiğimde kendimi tanıdık bir yere gelmiş gibi hissetmiyorum. Sadece Ayvalık değil bütün tatil beldeleri turizmi önceleyen, kasabaların kendine özgü izlerini silen bir anlayışla büyük bir panayır yerine dönüştürülüyor. Her yer birbirine benziyor, stantlarda aynı şeyler satılıyor. Büyük şehirlerde de durum farklı değil. Dünya üzerindeki her yer büyük bir hızla “hiçbir yer”e dönüştürülüyor. O yüzden ben çoğu kez Ayvalık sokaklarında yürürken gözlerimi sokak taşlarına dikip pek de çevreme bakınmadan belleğimde kalan yerleri gezinmekle yetiniyorum. Rüyalarım hâlâ Ayvalık’taki bir evde geçiyor. O ev yakın zamanda yıkıldı ama olsun. Yaşadığım müddetçe tıpkı hatırladığım gibi kalacak. Yeni kitabımdaki iki öykü o evde geçiyor. Mübadelenin olduğu dönemde yaşayanlar yerli olmanın ne demek olduğunu bizden fazla biliyorlardı şüphesiz. Belki de tarihte bunu bilen son nesil onlardı.

2023 itibarıyla mübadelenin üzerinden tam bir asır geçti. Birinci kuşaktan yaşayan kimse kalmadı artık. Hatta ikinci kuşaktan geriye kalanlar da göçüp gidiyor, birer birer terk ediyorlar bizi. Siz üçüncü kuşağın temsilcisi olarak, koca bir yüzyıla rağmen hafızalarda hâlâ tazeliğini koruyan mübadele ve onun sebep olduğu acılar hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Acı üzerine konuşmak çok zor. Ne desek acıya yaşandığı haliyle nüfuz edemiyoruz. Ancak şunu söyleyebilirim, benim çocukluğumu geçirdiğim dönemlerde onlar artık kayıplarını olabildiğince kabullenmiş, yaşamlarını bir düzene oturtmuşlardı. Sonraki bütün hayatları bu acıyı tarif etmekle geçti. Yaşadıkları şeyin tarif edilemez doğasını sezdikleri için olsa gerek aynı olayları defalarca, çoğu zaman farklı sözcüklerle anlatırlardı. Biz de her defasında yeni bir şey gibi dinlerdik. İnsan çocuk aklıyla ve tam da bu son derecede berrak akıl sayesinde dinlediği şeye her yaklaşmaya çalıştığında aslında onun çok uzağına düştüğünü seziyor.
Geçmişin ve kayıpların acısı yüreklere çöktüğü için mübadillerin bir kısmı susmayı seçmiş. Bir kısmı da acıyı anlatarak, hikâyeleştirerek yaşananların üstesinden gelmeye çalışmış. Her iki durumda da anılar, onları birer gölge gibi bir ömür takip etmiş. Ne var ki okuma yazma bilen kesim çok az olduğu için sonraki nesle kültürel aktarım bu yolla sağlanabilmiş. Sözlü kültür geleneğine yaslanan hikâye anlatıcılığını temel alırsak, anlatan kişinin yorumunun, bakış açısının ve algısının devreye girmesi kaçınılmaz. Dinleyen ise zihninde bambaşka bir öykü, bambaşka hayatlar yaşatıyor olabilir. Bu noktada sizin hikâyelerle ilişkinizi, ailenizde kuşaklar boyu sözü edilen göç anılarının, büyürken dinlediğiniz hikâyelerin üzerinizde nasıl bir etkisi olduğunu merak ediyorum.
Sanırım öncelikle yaşadığımız hayatın aslında bir hikâyeler toplamı olduğu fikrini verdi bana. Hayatın ancak hikâye edilerek anlaşılabileceği, bunun iyileştirici bir tarafı da olabileceğini dedelerimden, ninelerimden öğrendim. Çünkü onlar her şeyden önce olup biteni kendileri anlayabilmek için anlatıyorlardı, öyle düşünüyorum. Bu duyguların içine doğmak, dille bağımız kurulduğundan itibaren bu hikâyeleri dinlemek, böyle bir duygusal mirası devralmak bizi, üçüncü kuşak çocukları neye dönüştürdü acaba? Bunun izini sürmek çok zor. Bizi biraz daha içe dönük birisi mi yaptı ya da tersine sürekli kendini kabul ettirmek isteyen, onaylanma peşinde koşan birisi, alıngan birisi… Bunu bilmek zor. Ama mutlaka karakterimiz üzerine belirgin etkileri oldu.
Sadece taşınabilir mal ve eşyayla anakaraya geldiklerini, taşınmazlarınsa ancak bir kısmına karşılık olarak “iskan hakkı” denilen ev, işleyebilecekleri toprak parçası ya da ürün alabilecekleri kişi başı yirmişer zeytin ağacının onlara verildiğini düşünürsek… Ki o tapulu arazilerin bir çoğu, sonraki yıllarda ya orman arazisi ya da sit alanı ilan edildi. Şimdi geçmişe bu bilgilerle baktığımızda, ilk kuşağın mağduriyetini siz nasıl değerlendirirsiniz? Kendi kendine yeten bir yaşam sürerlerken bir anda yoksuzluğa düşmeleri, yaşadıkları travmanın etkisiyle geçmişi yüceltmelerine ve geldikleri yerde sahip olduklarını olduğundan varsıl görerek anlatmalarına yol açmış mıdır?
Olabilir tabii. Çoğu çocuk denecek yaşta, saydığınız bütün bu zorluklarla mücadele etmek zorunda kaldılar. Sahip olduklarını kaybettiler, haklarını alamadılar. Babamın babaannesi orada bıraktığı portakal bahçelerini anlatıp dururmuş mesela. Eski güzel, varsıl günlerini düşünürken portakalları olduğundan daha tatlı, çiçeklerini daha kokulu hayal ediyordu büyük ihtimalle.

Ankara Öykü Günleri’ndeki konuşmanızı dinlemiştim. Orada mübadelenin öykücülüğümüzde çok sınırlı yer aldığını söylüyordunuz. Bu konu aslında pek çok edebiyatçımız tarafından roman olarak işlenmiş. Birkaçını sıralamak gerekirse: Suyun Öte Yanı (Feride Çiçekoğlu); Savaşın Çocukları, Girit’ten Cunda’ya, Giritli Mustafa (Ahmet Yorulmaz); Bir Ada Dörtlemesi (Yaşar Kemal); Büyük Ayrılık (Kemal Anadol) ve son dönemde Dolunay İki Gece Sürer (Başar Başarır). Roman türündeki ilk örneği ise Tütün Zamanı (1959) adlı kitabıyla Necati Cumalı’nın verdiğini söyleyebiliriz. Orada göçmen ailelerin mevsimlik işçi olarak çalıştığını görürüz. Bu değerlendirmeye sizin eklemek istedikleriniz var mı? Ayrıca mübadillik kavramının öykücülüğümüzde neden az işlendiğini öğrenmek isterim.
Sizin de belirttiğiniz gibi mübadele bizde öyküden çok romana konu olmuş. Bu konuda yazılan ilk öykü Sabahattin Ali’nin “Çirkince” adlı öyküsü olarak biliniyor. Sonrasında Necati Cumalı, Feyza Hepçilingirler mübadele üzerine öyküler yazmışlar. Mübadele konusunun Yunan Edebiyatı’na kıyasla Türk Edebiyatı’na daha geç dönemde ve daha az yansımasının nedenleri üzerine Herkül Millas’ın çalışmaları var. Millas bizdeki bu suskunluğu şöyle yorumlamaktadır: Yunanlılar için mübadele askeri bir yenilginin sonucudur, dolayısıyla gurur kırıcı bir olaydır. Türkler için ise askeri bir zaferin ardından geldiği için görece daha az travmatik bir olay olduğu varsayılabilir. Türkiye’ye göç eden mübadiller daha az sayıdadır ve okuryazarlık oranları düşüktür. Bunun dışında bazı siyasi nedenler etkili olmuş olabilir. O yıllarda milli bir kimlik, bir ulus devlet yaratma hedefinin baskısı altında kayıp vatana göndermede bulunmak iyi karşılanmamaktadır. Bunun da tabii etkisi olmuştur.
Peki, son dönem öykücülüğümüzü ele alırsak, bu konuyu edebiyata taşıyan yeni kuşağın temsilcilerinden hangi isimleri veya eserleri sayabiliriz?
Yukarıda adını andığım yazarlar dışında son dönemde Aysun Kara, Hakkı İnanç, Celal Özcan, İskender Özsoy, Firdevs Tuncay takip edebildiğim kadarıyla mübadeleyi öykülerinde işleyen yazarlar.
Mübadelenin Türk edebiyatına yansımasını konuştuk. Şimdi elimizi karşı kıyıya, komşumuza uzatalım ve Yunan edebiyatındaki örneklerinden söz edelim mi biraz?
İlias Venezis (Eolya Toprağı), Dido Sotiriyu (Benden Selam Söyle Anadolu’ya), Soloup/Antōnēs Nikolopoulos (Ayvali/Ayvalık-Dört Yazar Üç Kuşak İki Yaka), Yorgo Seferis, Kostas Politis, Staris Dukas, Fotis Kondoğlu Yunan Edebiyatı’nın mübadele üzerine yazan başta gelen yazarları. Aslında liste epey uzun.
Sanatın bireyler ve toplumlar üzerindeki etkisini düşünürsek bir olayı, yaşanmışlığı, acıyı, güzelliği sanata dönüştürmek için mübadeleyi metinlerinize siz ne ölçüde yansıtıyorsunuz? Böyle bir duyarlılıkla yazdığınız söylenebilir mi?
İlk yazdığım öykü mübadeleyle ilgiliydi. Sonra uzun süre doğrudan bu konuyu anlatan bir şey yazmadım. Doğrudan yazmadım diyorum çünkü belki de dolaylı olarak yazmışımdır. Hatta belki bir hikâye anlatmaya her kalktığımda aslında bu saikle hareket etmişimdir. Bunu bilemem. Yakın zamanda mübadele ile ilgili bir öykü daha yazdım. Beni epey heyecanlandıran, çok severek yazdığım bir öykü oldu. Ayvalık Hasat Festivali kapsamında çıkarılacak olan dergide yayımlanacak. İkinci kitabımda da yer alacak. Öyle umuyorum.
Öykünün üç kaynağını yaşam, insan ve dil olarak düşünürsek, bir anlatımda dili oluşturan sözcük seçiminin doğru, yerli yerinde, tasarruflu kullanılması kaçınılmaz. Bizim gibi Ayvalıklı bir mübadil olan yazarımız Feyza Hepçilingirler, “Öykünün bu noktada yazarından hesap sorabileceğini” söylüyor. İnsan büyük ölçüde yaşadığı toprakla, içinde yetiştiği kültürle, kullandığı dille kendini kurar. Sizin kulağınızda kalan kelimeler ve deyişlerle ördüğünüz metinlerinize baktığımda dile yönelik hassasiyetinizin sırf bununla, kültürünüzü yaşatmakla sınırlı olmadığını anlıyorum. Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Ödülü’nü almış bir yazar olarak Türkçe’nin zenginlikleri hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Türkçeyi doğru ve zenginliklerinden olabildiğince yararlanarak kullanmak benim için çok önemli. Yerli yazarlar kadar çeviri kitapları da okuyorum. Bu da dilin bozulma riskini beraberinde getiriyor. Bazen sırf bunun için Türkçeyi iyi kullanan yazarlara dönüp onları okuduğum oluyor. Edebiyatımızın kaynağından beslenmeye gayret ediyorum, Necati Cumalı, Melih Cevdet Anday, Behçet Necatigil ilk aklıma gelenler. Öykülerimi yazarken her cümlenin, her sözcüğün üzerinde uzun uzun düşünürüm. Doğru anlatmış mıyım, bunu anlatmanın daha basit ve etkili bir yolu var mı, diye. Türkçe çok güzel ve zengin olanakları olan bir dil. Ben bir öykü kurmaya başladığımda ya da bir karakter kurguladığımda o karakteri dille düşünüyorum, dille var ediyorum. Türkçe, o karakteri en ince ayrıntısına kadar, sinir uçlarına kadar anlatmama müsaade ediyor. Bu yönüyle çok şanslıyız.
Son sorumuz biraz daha kişisel olsun istedim. Lozan hükümleri gereği, ilk kuşağın geri dönme umudunu kırmak için turistik amaçlı da olsa, doğdukları toprakları ziyaret etmeleri yasaktı. Ben baba toprağım olan Selanik’ten geçtim ama anne toprağı Hanya’yı henüz göremedim. Siz bana göre biraz daha şanslı sayılırsınız. Midilli, memleketimiz Ayvalık’a yaklaşık 18 deniz mili uzaklıkta ve haftanın belli günleri feribot çalışıyor. Bir-bir buçuk saatlik yolculukla Mitilini şehrine ulaşmak mümkün. Büyüklerinizin sokağını, evini gezip görebildiniz mi? Nasıl buldunuz, size anlatılanlar gibi miydi? O andaki duygu yoğunluğunuzu bizimle paylaşır mısınız?
Midilli’ye birkaç kere gittim. Büyüklerimin köylerini ziyaret ettim. Çocukken o hikâyeleri dinlediğimde çok eski bir zamanda yaşanmış gibi gelirdi bana. Fakat oraları gidip görüp, insanlarla konuşunca üzerinden sadece yüz yıl geçtiğini fark ettim. Şayet tanrı cömert davrandıysa bir insan ömrü. Olup biten şeylerin üzerinden o kadarcık bir süre geçmiş, bu bana çok şaşırtıcı geldi. Dedem eli ayağı tutarken köyüne gitti. Oradan ayrıldığında on yaşındaymış. Midilli’ye gidince önce evini aramış tabii. Ev duruyormuş, hatta çocukken sokakta birlikte oyun oynadığı arkadaşını bile bulmuş. Biri dede biri nene, sarılıp kucaklaşmışlar. Ben daha sonra gittim. O zaman bir tek anneannem sağdı. O da yüz yaşını geçmişti, oraya gidebilecek durumda değildi. Çektiğimiz fotoğraflara, videolara bakamazdı, gözü görmüyordu çünkü. Sonunda babamın aklına anneannemin hep anlattığı köy meydanındaki o çeşme geldi. Çeşmeyi bulduk. Ona suyundan getirdik. Yaklaşık doksan beş yıl sonra memleketinin suyunu içti. Üzücüydü tabii. Ancak bu kadarını yapabildik.