Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla) 4 milyar 540 milyon 874 bin 674. Yıl, 287. Gün. 

KURU OTLAR ÜSTÜNE

Nuri Bilge Ceylan’ın “Ahlat Ağacı” filmini eleştirdiğim yazıda, onun sinemayı “Yüksek Sanat” (Fine Art) düzeyine çıkartmaksızın sinema yapma becerisinden söz etmiştim. Bu olumluydu ve bana göre, sinema bir popüler sanattı ve öyle de kalmalıydı. “Kuru Otlar Üstüne”de yönetmenin, kendine has sinema dilini korumakla birlikte sinemanın sınırlarını zorlama girişimine de tanık oluyoruz ama bunun olumlu olduğunu sanmam, çünkü uzun ve yüksek özgül ağırlıklı karşılıklı konuşmalar daha önceki filmlerine göre artarak filme hakim olmuş. İster istemez, bir film hayatın ne olduğunu seyirciye uzun diyaloglarla mı anlatmalıdır, sorusunu sorduruyor. 

Ceylan, filminde Doğu Anadolu’nun sert kışını, toplumsal ve bireysel ilişkilerin sertliğiyle harmanlamış. Filmde, insanların birbirine karşı ikiyüzlü davranışlarının adeta şablonlaştığı bir coğrafyada, insanın topluma ve diğer insanlara etkisi ile toplumun insan üzerindeki etkisi ustaca irdeleniyor. Edindiğim algıyla filmin mesajını bir cümleyle özetlemem gerekse, derdim ki: Bir insan başkalarını tanıdıkça onlarda kendini bulur. Bu doğru ama, başkalarının da kendisi gibi –iki yüzlü– olduğunu anladığında, biriken öfkesinin dışavurumu filmin asıl işaret ettiği nokta. Bu nedenle de, “umut” sözcüğü filmin birçok yerinde geçtiği halde filmi iyimser yapmıyor. Belki, filmin böyle bir derdi de yok ve yalnızca ülkemizde değil, yaşadığımız dünyada iyimserlik de saflıktan öteye geçemez, zaten.

Adlarını dahi bilmediğimiz kuru otlar gibi önemsiz olabiliriz gerçekten de, ama bu değersiz olduğumuz anlamına gelmez. İnsanlara karşı duyduğu nefrete hayvanları da dahil eden veteriner Vahit’in gençlik ve gençlerle ilgili ironik sözünü “hayat” için yineleyecek olursam: Değerli hayatlarımız, hayatın elinde harcanıp gidiyor, demem gerekir. Bu da beni filmin sorduğu asıl soruya götürüyor: Hayatımızı değerli yapan nedir?

Henüz izlemeyenler için tat kaçırıcı olmayacaksa, filmde belirtilmeden geçilemeyecek bir bölüm var. O da, filmin ana kahramanı Samet’in filmin dışına çıkması. Bu sahne kısa sürmekle birlikte çok çarpıcı ve seyircinin algısını allak bullak ediyor. Samet karakterini oynayan oyuncu, “bundan sonraki sahneyi oynasam mı, oynamasam mı” diye ikirciklenircesine filmde rol yapmayı bırakıp film setinin bölmelerle ayrılmış kısmına, film ekibinin oturduğu yere geçiyor. Sona doğru gerçekleşen böyle bir postmodern boyut değişikliği filme ilgimi büyük ölçüde azalttı. Nedeni de: Benzerini daha önce bir yabancı dizide izlemiş olmam. Özgün de olmayan bu sahne, bence filmi sabote ediyor. Öyle de olsa yeni bir Nuri Bilge Ceylan filmi izlemek güzel.

291. Gün:

KEDİ SEVGİSİ

Juniçiro Tanizaki’nin “Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın” adlı kitabını okudum. Jaguar Kitap yayımlamış. Tanizaki’yi deneme kitabıyla tanımıştım. Bu kitabında da geçen asrın Japon ailesini ve Japonya’nın sosyal yaşamını çok iyi aktarıyor. Japonya’ya bin yıl başkentlik yapmış Kyoto iline yaptığımız gezide Japonya’daki geleneksel yaşama birebir tanık olmuştuk. Kutu gibi evlerde odalar kağıt paravanlarla bölünmüştü ve fısıltılar bile net bir şekilde komşu odadan duyuluyordu.

Bu kitapta sıkıcı olabilecek kadar ayrıntılı kedi anlatımlarına yer verilmiş. Hemen hemen her insanın hayatının bir döneminde bir kediyle arkadaşlığı vardır. Bu nedenle, kitap nostaljik duygular doğuruyor. Kitap kedi sevgisini ele almakla birlikte karmaşık insan ilişkilerine yer veriyor; kadın-erkek ilişkisi gibi. Çiftler, ancak birbirlerine ihanet edemeyecekleri yaşa geldiklerinde kıskançlıklarını atıp rahatlama hissi duyacaklarsa eğer, umalım ki o yaşlarında cinsellik hâlâ sürüyor olsun. 

294. Gün:

KENDİNDEN BAŞKASI OLMAK

Bazen kendimizden başkası olmaya çalışmamız ve/veya kendi kontrol alanımızın içindeki çocuğumuzun yaşanan koşullardaki doğal gelişimine müdahale etmek acınası sonuçlar verebiliyor. Buna, Avustralya’da yaşarken nadir görüştüğümüz bir arkadaşımızın ailesinde tanık olmuştuk: Küçük bir kızları vardı ve kızlarına hiç bir şekilde Türkçe öğretmemeye karar verdiler. Kızları yokken Türkçe konuşuyorlar, onunlayken daima İngilizce konuşuyorlardı. Bu durum şaşırtıcı şekilde yıllarca sürdü. Şaşırtıcı diyorum, çünkü anne-baba olarak davranışları Enerjinin Sakımı Yasasına da aykırıydı ve hayatlarının önemli bir kısmında anadilleri Türkçeyi konuşmanın kolaylığını bırakıp ikinci dilleri olan İngilizcede karar kılmışlardı. Özellikle tek çocuklu ailelerde böyle bir kararı sürdürebilmek kolay ve doğal değildir. 

Sonra sonra, kızları büyümüş ve kendi aklını kullanarak olgulardan sonuç çıkarmaya başladığı bir gün onlara merak ettiği şeyi, İngilizceyi neden kötü konuştuklarını sormuş. Biz hikâyeyi onlardan öğrendik ama yanıtlarının ne olduğunu bize söylemediler. 

Hayat birbiri ardınca alınan kararlarla yürütülen bir süreç. Önemli olan, bir ömrü etkileyebilecek olan kritik konularda yanlış kararlar almamak. Sağduyu denilen şey bu olmalı.

296. Gün:

SOSYAL MATEMATİK: ALANLAR

Bir seçkinin “Hareket Alanı”, (Sen Ben Bizim Oğlan) üçgeninin kibir tabanı ile ego yüksekliğinin çarpımının yarısına denktir. Karnı tok sırtı da pektir.

Bir liberalin “Hayat Alanı”, ABD üçgeninin alanı ile bu üçgenin AB kenarının “mandacılık” ekseni üzerindeki izdüşümünün uzunluğu çarpımına eşittir. Zihnindeki sis çok kesiftir.

Bir CEO’nun “Varlık Alanı”, “a” uzun kenarı (patronun çıkarı) ve “b” kısa kenarı (işçi hakları) olan bir dikdörtgenin alanına eşitse de, CEO’nun fonksiyonu, “a” uzun kenarın limiti (+) sonsuza ve “b” kısa kenarın limiti (-) sonsuza giden bir eğri çizer. Susayınca viskisini içer.

298. Gün:

“Güven” kadar ihanete uğramış bir başka sözcük yoktur.