Edebiyat zor zamanlar yaşıyor. Çıkıp gerçek edebiyat bu değil diyesim var ama belki de edebiyat hep böyleydi. Kurmacanın icadından beri yazarlar tanınır olmaya çalışıyor, bunun için ne lazımsa zamanın şartlarına uygun olarak hareket ediyordu. Sadece günümüzde kitle iletişim araçlarının, sosyal medyanın baş döndürücü hızı bunu aşikâr kıldı. Joyce da kendini paralamıştı tanınmak için, fakat onun yaptığında bir emek görüyorum, günümüz yazarları da paralanıyor. Herkes herkese gülücükler, tebrikler, canımcımlarla geliyor. Takipçi sayısına göre yazar dosyası beğeniliyor, emek arkalarda bir yerlerde kalıyor, en görünür olan en iyi edebiyata yaklaşıyor.

Edebiyat zor zamanda, peki ama yazar zor zamanda olduğunda edebiyat bir işe yarar mı? Yaraması gerekir mi? Bazı metinlerin, o metinlerin müellifinin acılarından doğduğunu biliyoruz. Woolf, Plath, Dostoyevski, Hemingway, Burgess, Dickinson, Rimbaud, Fitzgerald, Foster Wallace, Poe diye uzayıp gidebilecek isimleri sabaha kadar sayabiliriz. İçlerinden bazıları ağır depresyon içerisinde yazıyor, bazıları intiharla sonlandırmış hayatlarını. Peki neden yazarlardan alıntılar paylaşıp bunlardan ders çıkarmaya çalışanlar var ki? Yazarların kendilerine faydası var mı ki?

Bırakın mental bir acıyı, kaybı, felaketi, dişimiz ağrısa, boynumuz tutulsa işlerimizi öteliyoruz. Fakat bazı yazarlar da bütün acılarının üstüne basarak yükseliyor. Flannery O’Connor, ölümcül hastalığı günbegün ilerlerken yazıyor. Nietzsche beynine saplanan ağrılardan fırsat buldukça yazıyor. Diğer taraftan Nuri Bilge Ceylan, Ahlat Ağacı’nda romantik yazara sinirlenen tecrübeli yazarımıza şunları söyletiyor: “Çünkü son yarım saattir varlığımı üzerime dayatan tek bir gerçek var, o da ne biliyor musun? Bacaklarımı lime lime doğrayan müzmin bir sızıyla boynumda başlayıp yukarı doğru tırmanan ve şiddetli bir baş ağrısına dönüşmek için fırsat kollayan sinsi bir tutulmadan başka da hiçbir şey değil ha! Öyle olduğunda ne oluyor biliyor musun genç dostum? Edebiyatın merkeziymiş taşrasıymış, kalemin kâğıda değdiği yermiş, şuymuş buymuş hiç ama hiç umurumda olmuyor!” Esasında akut bir acı karşısında herkes paralize olur. Beden kendini korumaya almak için fazlalık gelen her şeyi dışarıda bırakır. Kalem oynatmak değil, temel yaşamsal faaliyetlerini yerine getirmekte zorlanır. Edebiyat, sıcaklığı geçmemiş hiçbir acının ilacı olamaz. Öte yandan, hayatta tek bir gerçek yoktur. Kimine göre çiviyi çivi söker.

Ne pahasına olursa olsun çektiği acıyı paylaşmak ve kâğıda dökmek isteyen yazarlar var. Saatlerce masada oturarak ağrılarını artıran, daha da yalnız kalarak, belki de kaleme aldıkları şeylerde acıları tekrar tekrar yaşayarak, uzun yazma sürecinde saçlarını ağartıp dişlerini çürüterek, kendilerini yok etme derecesine getirecek acıları harlayarak yazanlar var. Arabesk bir acıyla zihinlerini ve bedenlerini bile bile bu eziyete maruz bıraktıklarını sanmıyorum. Sırf yok olma isteğiyle yazanlar da vardır elbet. Yazmayı tedavi olarak da görmeyebilirler ama tek yol olarak yazmayı seçiyorlar. Karakterler yaratmanın, hikayeler oluşturmanın zorlukları, gündelik hayattan vakit artırma ve geçinme derdi içinde bağımlı gibi birkaç doz almaları gerekiyor. Nereden bakarsanız bakın yazmak insanları daha depresif daha bedbaht bir seviyeye düşürmek, yavaş yavaş öldürmek için ideal. Murakami hikâye yazma sürecinde insanın içindeki zehrin yüzeye çıktığını söylüyor. Acı çeken münzevi yazar tipi o kadar dillendirildi ki artık bir karikatür haline geldi. Yine de işin içerisinde hakikat payı olmadığı anlamına gelmiyor.

Yeni yeni yazarlık yoluna giren adaylara ustalar, “Hiç okunmayacağını bilsen dahi yazmaya devam eder misin? Cevabı evetse yaz,” diyor ve niyetin tespit edilmesini umuyor. Ünlü olmak için girişeceğin acılar seni zaten vazgeçirecek, daha da kötüsü bir soytarıya çevirecek, daha da kötüsü belki de gerçekten hastalanacaksın. Yazar olmak için bunca acıya değer mi? Zor zamanımızda edebiyat bizi kurtarmayacaksa değmez. En nihayetinde eğlence olsun diye uydurulmuş bu nesir türüne neden bu kadar yüksek değer atfedildiğini açıklamak güç. Geceleri oyalanmak, yatak odası hikayeleriyle meraklanmak için başlamadı mı roman? O iş öyle değil, ciddi edebiyat da var mı diyorsunuz? Buddenbrooklar, Ulysses, Tristram Shandy, Infinite Jest, Yapraklar Evi gibi metinleri okurken acımıza derman olacak bir şey bulabilir miyiz? Çoğu okurun bir şey bulamayacağına eminim.

Yazarken de okurken de bizi sancılara boğan, bir kaşık şeker için bir çuval keçiboynuzu yediren bir eylemin yaygın olma sebebi ne ola ki? Mazoşist miyiz? Yoksa gerçekten de işin özünde, verdiği acının üstünde fayda sağlayan bir şey mi var? Ama edebiyatta faydacılık var mı ki böyle bir beklentiye girelim? Ünlü bir bilim adamı bir araştırma için Avrupa’nın köylerinin birine yerleşmiş. Onu ziyarete gelen arkadaşı kapıda at nalı asılı olduğunu görmüş ve bilim adamına hayıflanarak sormuş: “Sen aydın bir insansın, at nalının uğur getirip kötülükleri uzak tuttuğu hurafesine mi inanıyorsun?” Bilim adamı inanmadığını söylemiş. Arkadaşı da kapıyı gösterip “At nalı ne o zaman?” diye sormuş. “Uğur getirdiğine inanmasam dahi işe yaradığını söylediler” demiş bilim adamı. Zizek’in ideolojinin mantığını anlatmak için kullandığı bu anekdot, yazar ve okur müptelalarına da güzel bir fıkra olabilir.

Acı bağlamında zaman aralığını hesaba katarak şöyle bir ayrım yapabiliriz: Acı çekerken yazanlar ve acıyı sindirdikten sonra yazanlar. Bir şeyleri bastırmak, ötelemek, korkularımızı görmezden gelmek için yazmaya ve okumaya yönelebiliriz. Geçici bir kaçış olarak görmeyip Murakami’nin her insanın içinde olduğunu iddia ettiği zehri ve cerahati atmak için yazanlar da vardır acı anında. “Yazmasaydım çıldıracaktım” diyen Abasıyanık gibi başka bir yöntem bilmeyenler çıldırmasalar bile ağır depresyonlarda ömür tüketme riski taşıyor olabilirler. Bu cümleye karşı çıkacağım nokta, yazma eylemenin yok yere yüceltiliyor olması. Kahve içmeden ayılamıyorum züppeliği gibi bir şey. Esas mesele çıldırmamızı engelleyecek bir merhale bulmamız. Bir futbolcu da “top oynamasaydım çıldıracaktım” diyebilirdi, marangoz masayı yapmasaydı, ressam resim çizmeseydi, ne bileyim bilgisayar mühendisi yazılıma devam etmeseydi çıldırabilirdi. Yazmak diğer eylemlerin arasında öne çıkan kurtarıcı bir işlem değil.

Yanılıyor olabilirim ama acıyı sindirdikten sonra yazanlarda daha büyük bir erdem var. Birincisi, acıyı esasen hiç sindirememişler ve içlerinde uzun süre taşıyıp durmuşlar. Kurt Vonnegut’un Mezbaha No 5’i böyle bir şey değil mi? Yeraltında kapalı bir alanda üzerine sayısız bomba yağıyor, her an öleceğini düşünüyorsun, arkadaşlarının hepsi ölüyor, bazıları yalvarıyor. Ooka’nın Anız Ateşleri’nde, Remarque’nin Batı Cephesi’nde, Victor Frankl’in anlam arayışında, Tim O’Brein’in Taşıdıkları Şeyler’de ya da herhangi bir savaş sonrası ve travma anlatısında, yıkım edebiyatında sadece acıyı görmek değil, yazma eylemi esnasında geçmiş acıların yazarında nüksettiğini sezmek mümkün. Acı çeksek de yazmak bize bir sağaltma, arınma, belki bir itiraf etme ritüeli sağlıyor. Acı karşısında yaratıcılığımız ve ironimiz şahlanıyor. Bazı acılarla boğuşuyoruz, bazılarıyla acı olay geride kalsa da boğuşuyoruz, bazıları hep içimizde sızlıyor ve kurban olarak kalıyoruz. Yazarak ya da başka bir şekilde, şimdi ya da yıllar sonra, “kurban” olmaktan kurtulmak çok ama çok zor. Yazmak bize zoru başarmanın imkanını veriyor, güya yazarak kurban olma hissinden uzaklaşabiliriz. Ben pek başarılı olamadım. Zira yazmanın hayatımız üzerine söz söyleme hakkı verdiği yalanına kendimi inandıramadım. Az önce yazarken iyiydi bak. Unutmuştum. İzninizle şimdi biraz ağlayacağım.

Bülent Ayyıldız