Hayao Miyazaki, 2013’te yine bir 2. Dünya Savaşı hikâyesi olan The Wind Rises (Rüzgar Yükseliyor) ile kariyerine son verdiğini ve emekliye ayrıldığını söyleyerek hayranlarını oldukça üzmüştü. Animasyonun en önemli isimlerinden Miyazaki, içindeki o hiç büyümeyen, hayalperest çocuğu susturamamış belli ki, tam on yıllık bir aradan sonra The Boy and The Heron (Çocuk ve Balıkçıl) ile yine karşımızda… Dünyanın savaşları devam ededursun bu savaşların özellikle geleceğin mirası olan çocuklarda bıraktığı etki, kalıcı hasar Miyazaki’nin filmlerinin hep konusu olmuştur. Tıpkı en kişisel işi diyebileceğimiz son filmi Çocuk ve Balıkçıl’da olduğu gibi…
Tokyo’ya yapılan bir bombalama sonucunda annesinin çalıştığı hastanenin alevler içinde kaldığını sıcak yatağında öğrenen Mahito’nun, babasının peşinden hastaneye doğru can havliyle koşmasıyla açılan filmde yönetmenin acelesi yok. Koşulan yolu çocuk ile koşuyor, kalabalığın içinde zorlanıyor, takılıyor ama nefes nefese kalmamıza rağmen yine de ilerliyoruz. Hastane bir alev topuna dönüşmüş. İçinden tek canlı çıkması mümkün olmayan bir cehenneme bakan Mahito, daha o an annesinin sadece ölümünü değil ölüş, bedenin deforme oluş, dünyada en güvendiği yüzün yitip yok oluş şeklini de reddediyor. Çizginin ve renklerin dostu Miyazaki, çizimleri bu sahneden öyle güçlü kullanıyor ki Mahito’nun yüzü de kalabalıktaki insan siluetleri de alevlerin ve şokun etkisiyle esniyor, uzuyor, sünüyor. Anne diye çığlıklar attığında yetişiyor zihin, ateşin içinde beliren gülümseyen anne, alevleri donanarak göğe yükseliyor ve oğluna veda ediyor.

Birden siyahın, turuncunun, grinin hakim olduğu büyük şehir kaosundan, Miyazaki’nin hayal perilerinin en çok gezindiği kırsalda buluveriyoruz kendimizi. Tabloları andıran ağaçlar, yeşilin bin bir tonu, bir sığınak sanki taşra. Annesine çok benzeyen teyzesi karşılıyor baba oğulu. Parıldayan renkler, hayatın tatlı telaşı süredursun yüzü gülmeyen tek kişi Mahito. Annesini kaybetmiş, savaş sebebiyle evinden ve eski okulundan ayrılmış, babası annesinin kız kardeşi teyzeyle evlenmiş Mahito’ya, bir de yeni kardeş geliyor. Baba hayatına devam ediyor, başarılı bir iş insanı, savaş uçakları inşa eden bir fabrikada çalışıyor, işler iyi. Savaşın da bir ekmeği var. Teyze genç, güzel, hamile ve yüzü ışıl ışıl. Hayat olanca coşkunluğuyla akıp giderken ve insanlar hayatlarına sanki evden bir ölü çıkmamış gibi devam ederken Mahito, aslında en çok bu akan düzene öfkeli.
Zihni acıyla ve tereddütle dolu Mahito, yeni evine girerken onu takip eden, kendini belli eden tuhaf bir balıkçıl kuşu ile karşılaşıyor. Bu karşılaşmadan sonra artık Mahito için hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Hesaplaşma zamanı, acıyla yüzleşme ve devam etme zamanı artık.
Kendi babası da savaş döneminde savaş uçağı parçaları yapan çocuk Miyazaki için bu bocalama filmlerinde hep var. Birçok Miyazaki filminde uçmak, uçan nesneler, uçabilen karakterler, uçaklar savaşa eşlik eder ve bolca kullanılır. Miyazaki, Çocuk ve Balıkçıl’da artık karşımızda hayatının sonlarına yaklaşmış bir derviş gibi dünyayı kanıksadığı, belki onunla vedalaştığı hatta ölümden sonrası için bir diğer dünya düşlediği epik bir masalla dikiliyor. Filmin esnek yapısının bir ucunda savaştaki yokluk, bir sigarayı, bir kaşık şekeri bulamadığın küçük detaylar diğer yanında ise bu hayatın anlamını, bu anlamda kendini konumlandırmaya çalıştığın bir alter evren var.

Mahito’nun yeni evinin yanındaki, çok kitap okumaktan delirmiş büyük amcanın yaptırdığı tuhaf, labirentlerle dolu, daha da derinlere inen koridorlarıyla kadim bir anıta benzer görkemli, atıl kule bu küçük çocuk için bir arınma, keşfetme, kendini merkeze koyabildiği bir oyun alanına adeta kralının kendisi olduğu bir saraya dönüşüyor. Yeni okulunda da daha ilk günden zorbalığa uğrayan Mahito, eve dönerken okula gitmemek ve kendi merkezine yolculuk edebilmek için kafasına taşla vurarak kendini yaralıyor. Bu sahnede Miyazaki, perdeden bolca akıttığı kan çizimleriyle seyirciyi de sarsıyor. Ruhsal acı fiziksel bir acıya bürünüyor. Onca yeşilin, doğanın arasında taşarcasına boşalan kanın Mahito’nın acı dolu yüzünden akışını izliyoruz.
Bu renkli evde hamile, genç teyzeye yardımcı olan hizmetçi nineler, şefkat ve neşe dolu ses tonları, görmüş geçirmiş olmanın verdiği olgunluk, Mahito’ya annesiyle ilgili anlattıkları anılarla bir hafıza, arşiv ya da iştahla yemek yemeleriyle bir yaşam enerjisi, bir konfor alanı gibiler çocuk için. Yeni anne/teyze bulantılarla dolu, sıkıntılı bir hamilelik yaşarken Mahito, ona yakın mı davransa, öfke mi duysa duyguları arasında gelip gidiyor aynı zamanda. Alevlerle sarılmış annesinin çığlıkları arasında kabuslar görürken sıkça etrafta gezinen Balıkçıl artık Mahito’yu iyice kızdırmaya başlıyor. Hatta küstahlaşıp konuşmaya başlıyor ve Mahito’ya annesinin ölmediğini söylüyor. Bir sabah yeni annesi Natsuko’nun bir anda ortadan kaybolmasıyla birlikte Balıkçıl’ın da yol arkadaşlığıyla kulede teyzesini aramaya giden Mahito’ya yaşlı ve sevimli ninelerden birisi de eşlik ediyor.
Kulenin kapısının arkalarından kapanmasıyla Miyazaki’nin düş evrenine yolculuk etmeye başlıyoruz. Birçok filminde olduğu gibi insani özellikler taşıyan hayvanlar, tuhaf yaratıklar bu filmde de büyük bir coşkunlukla karşılıyor bizi. Mahito’nun zihni annenin ölümüyle başlayan yası bu yeni evrende en başından inşa ediyor. Bu kez kalabalık yok, Mahito elinde okuyla bir kahraman ve zihin boş bir kağıt. Bu muntazam fablda filmin ilk perdesi gerçek dünyada ne kadar sakin ve adım adım ilerliyorsa kuleye giriş anından itibaren bir düşünceler ve sahneler bombardımanına tutuluyoruz sanki. Rüyalardaki atmosferi inşa eden mimarlar gibi Miyazaki kendi zihnini Mahito’nun gözünden seyirciye aktarıyor. Duvarları süslemeli bir saray, daha aşağılara inen koridorlar, saldırgan pelikanlar, açılmaması gereken demir kapılar, cesur bir denizci, yüzleri titrek insana benzeyen varlıklar, küçük nine bibloları, gerçek dünyadan tanıdık, benzer odalar, tüketim manyağı muhabbet kuşları, hatta diktatör komutanlar, uçabilmeleri için karınlarının doyması gereken doğmamış ruhlar yani warawaralar… Ve elbette zihin, bu tekinsiz alternatif dünyada bir süper kahraman da yaratıyor. Gücü ateş olan, en zor anlarda Mahito’yu ve arkadaşlarını ateşin gücüyle kurtaran sevimli bir kız çocuğu.
Bu alternatif dünya nereden geliyor? Ya da daha doğru sormak gerekirse bu alternatif dünya bir konfor alanı mı? Hayır, orası da oldukça tekinsiz bir savaş meydanı fakat bu kez mermer taşları üst üste biz diziyoruz. Mahito annesinin öldüğünü biliyor, belli ki annesinin yanmış ve deforme olmuş bedenini hiç görmemiş. Peki, görmemişse belki bir yerlerde yaşıyordur diye bir umuda sarılabilir mi? Bu umut onu yorar çünkü annesi öldü. Mahito’nun zihni hiç durmadan işleyen bir makine gibi… Mahito, bu yeni hayata alışabilmek ve artık kabuslarından kurtulabilmek için annesiyle vedalaşması gerektiğini biliyor. Ne ki bu sebepten Balıkçıl ile kuleye girdikleri ilk anda zihninde hatırladığı şekliyle annesini bir kanepede uzanmış görüyor. Anne bedeni deforme olmamış, Mahito’nun olmasını istediği gibi… İçten içe öldüğünden emin annesinin yanına giden şaşkın Mahito, annesine hasretle dokunduğu an anne su gibi, bir sıvı gibi akıp gidiyor kanepeden. Bir ölüye son anlarında edilmesi gereken veda, belki son dokunuş, son sarılış, son öpüş herkesin hakkıdır. Elbette Mahito’nun da. Zihninde yarattığı bu alternatif dünyada bu töreni Balıkçıl’ın da yardımıyla kendisi yapıyor. O artık ölen annesiyle vedalaşmış, yasına daha uzaktan bakabilecek bir çocuk.
Kim bu Balıkçıl? Bir arkadaş, bir soytarı, komik bir serseri, bencil bir kuş, açgözlü, kısa ve şişman bir adam, bir yol arkadaşı. Miyazaki’nin zihnini kim bilebilir? Şunu biliyoruz ki Mahito, tüm bu macera ve arınma sürecinde yalnız olmak istemiyor. Yalnız olmak istemediği gibi yanındaki kişi zor anlarında onu kurtarsın istese de aynı zamanda onu zorlasın, bazen yarı yolda bıraksın, kimi zaman da güldürsün, şaşırtsın istiyor. Balıkçıl kendisine bağımlı olsun da istiyor çocuk. Tüm hikâye boyunca Balıkçıl, seyirci için de bunca savaşın, acının, tuhaf evrenlerin arasında karikatür ve gülümseten sevimli ve zararsız bir karaktere dönüşüyor. Miyazaki, acının ortasından gülme devşiriyor. Zaten tüm film boyunca da ne olursa olsun devam et, devam et diyerek yaratıyor evreni.
Japonya’da gösterime girdiği hafta neredeyse afişten başka reklamı olmayan Çocuk ve Balıkçıl izlenme rekor kırdı. Japon halkının Miyazaki’ye bir saygı duruşu bu çünkü o aslında hep kendi kültürünün hafızasını tutan, geçmişi aydınlatan bir fener gibiydi filmlerinde. Kültürlerine oldukça düşkün olan Japonlar için Miyazaki’nin yaptığı şey bir mirası sadece korumak değil onu aynı zamanda geleceğe belki sonsuzluğa anlatmak. Film, Japonya’da “How Do You Live?” (Nasıl Yaşanır?) adıyla gösterime girdi. Filmin içinde de bir anlık gördüğümüz Genzaburo Yoshino’nun 1937’de yayımlanmış, bilge amcasıyla mektuplaşan ergen bir çocuğun hikâyesini anlatan kitabına bir selam bu.
Nasıl yaşanır? Baş etmeyi öğrenerek, diyor Miyazaki. Düşleyerek, yüzleşerek, düşünerek, acıyı da o acıya diktiğin gözlerini de üst üste koyabildiğin bir kule inşa ederek. Gerçek dünyadaki vahşi savaşı kendi yarattığın dünyada başka bir savaşa dönüştürerek. O kocaman balığı tutarak, doğmamış ruhları aç pelikanlardan kurtararak ama pelikanların da neden orada olduğunu düşünerek, es geçmeden, detayları atlamadan, her acıyı tanıyarak, dinleyerek… Kendi mirasını koruyup ileriye taşırken diğer tüm miraslara saygı duyarak… Yanarak ölmeyi hak etmeyen anneni düş dünyanda o ateşe dönüşmüş, o ateşi kendi özel gücü yapmış bir süper kahraman kız çocuğu olarak düşleyerek… Kendi annenin çocukluğuna sarılarak belki… O kaçmaya çalıştığımız dünyaya çıkan bu tekinsiz zihin evreninde yine o gerçek dünyaya daha güçlü dönebilmek için bir kapı arayarak, evet. Miyazaki, yol ne kadar derin, meşakkatli ve labirentlerle dolu da olsa yine de o yolun, kendinin daha güçlü, daha anlayan ve daha iyi bir versiyonuna çıktığını söylüyor bize. Mesela, Mahito, bir çocuk olarak nefret ettiği, adaletsiz bulduğu gerçek dünyaya pelikanlardan kurtulup ulaşabilen warawaralar için seviniyor bile. Ne de olsa tüm alternatif düş dünyaları sadece gerçek dünya için var çünkü. Yaşam hasarlı, zor, acılarla dolu ama aynı zamanda aşkın ve taşan bir yanı da var. Miyazaki, yaşamın en değerli şeyinin çocuklar olduğuna da inanıyor. Onlara gerek kültürel gerek birer varlık, birer insan olarak bir miras bırakmamız gerektiğini anlatıyor. Çünkü onlar bu mirası kendi çocuklarına, onlar da diğerlerine aktaracak. Bundan belki, alter dünyadaki okumaktan delirmiş, bilge büyük amca varisi olarak Mahito’yu seçiyor. Tıpkı, Miyazaki’nin Çocuk ve Balıkçıl’ı kendi torununa ithaf etmesi gibi. Her ne kadar bir sonraki filmi için kolları sıvadığını söylese de Miyazaki, bu gerçek dünyanın yavaş yavaş sonuna yürüdüğünü biliyor gibi anlatmış masalını bu kez. Bundandır ki onun en şahsi işi gerçekten.

Büyük amcanın dünyasındaki evren, kayan yıldızlar, saçı, sakalı, kıyafeti bana Küçük Prens’i hatırlattı. Sanki kendi gezegeninde büyüyüp yaşlanmış, bilge bir dedeye dönüşmüş Küçük Prens. “Ne aradıklarını sadece çocuklar biliyor,” demişti Küçük Prens’te Antoine de Saint-Exupery. Çocuk ve Balıkçıl, Miyazaki’nin kendi filmlerine de göndermeler yaptığı, tabloları andıran çizimleriyle, bir güç unsuru, hayatın ritmi gibi kullanılan müzikleriyle de ışıldıyor. Sanki çok zamanım yok artık der gibi, Miyazaki filme bolca detay ve kim ya da ne olduğunu zihnimizde tam oturtamadığımız nesneler ve karakterler de yerleştirmiş. Bu bir günlük, bir delinin, yaşlı bir bilgenin notları… İçinde annesinin yaptığı o çok lezzetli ekmek de var, pırıl pırıl parlayan bir reçel de, faşistleri andıran orduları ve komutanlarıyla işleri sadece yemek olan muhabbet kuşları da, sersem bir hayali arkadaş olan ama kabus dolu gecelerde sarıldığın Balıkçıl da var. Eve gelen uçak parçaları, ton balıklarına şükür şarkıları söyleyen tuhaf ama güven veren nineler, bir korsanı andıran tek tabanca masal kahramanları… Gerçek ve zihnin iç içe girdiği bir şenlik, bir festival.
Guillermo del Toro, Çocuk ve Balıkçıl’ın Toronto’daki ilk gösteriminde film için, “gelmiş geçmiş en iyi animasyon” diyor. Pan’ın Labirenti’nde de İspanya İç Savaşı’nın gölgesinde annesiyle beraber üvey babasının yanında yaşamaya başlayan Ofelia’nın tüm bu korkunçlukla baş edebilmek için yarattığı alter evrende labirentlerde gezinmesini izlemiştik zaten. Dünyanın zalim savaşları bitecek gibi durmuyor ve maalesef bu acımasız vahşetten en çok çocuklar etkileniyor. Miyazaki’nin henüz bir çocukken şahit olduğu 2. Dünya Savaşı’ndan şimdilerde dehşetini gözlerimizle gördüğümüz İsrail-Filistin Savaşı’na kadar dünyanın hikâyesi hiç değişmedi. Devam edip daha iyi bir dünya düşlemekten başka çözüm yolu da yok belki. Miyazaki’nin 82 yaşında hâlâ ve inatla dünyayı belki bir nebze de olsun değiştirebilmek için zihnimizde kendimize açılan kapılar bulmamızı istediği gibi… Sonra Tokyo’ya geri dönersin, kardeşin doğmuştur. Hayat tüm hengamesiyle akar ve sen bir gün içinde kedi otobüsler, orman ruhları kodamalar, tavşan mı fare mi belli olmayan ve mevsimleri, yağmuru bir hoplamasıyla yaratan Totoro’suyla, yürüyen bir şatoyla, toz tanecikleriyle, şapşal ve dost balıkçıllarla dolu filmler yaratan bir şifacıya dönüşürsün.
İlay Bilgili
Çok okunası bir yazı, çok izlenesi bir filmi konu almış. Tebrikler…