Bu yazı dizisinde bir taraftan olağanüstü hal kavramını, güvenlik, ilkel birikim, biyopolitika, ideoloji, disipline edici mekanizmalar çerçevesinde ele almayı diğer taraftan da romanın tarihi ile bu kavramlar arasında kurulan organik bağın gelişimi üzerine tartışmayı umuyorum. Parşömen’de yayımlanacak bu yazıları bir seri olarak tasarladım. “Olağanüstü Halin Edebiyatı ve Edebiyatın Olağanüstü Hali Olarak Roman” başlığı altında her ay konu ile ilgili farklı bir başlığı bu sayfalara taşıyacağım.

Uzun zamandır büyük anlatılara ya da bir konuya bütünlüklü olarak yaklaşan iddialı fikir atılımlarına alan bırakmayan bir entelektüel ortam içindeyiz. Bundan edebiyat kuramının da ziyadesiyle etkilendiği muhakkak. 19. ve 20. yüzyıl boyunca türlerin genel yasalarını ortaya çıkarmaya çalışan, özellikle romanın hem oluşturucu öğelerini hem de toplumsal yansımalarını tartıştıran edebi kuramların izine giderek daha az rastlıyoruz. Post-modernizmin etkisiyle birlikte bu çalışmalar gittikçe daha spesifik olana, parçaya, yerele doğru kaymaya başladı. Bunun doğrudan etkisi roman türü ile ilgili tartışmaların belli konularda sıkışması oldu. Bu sıkışmanın tümüyle zararlı olduğunu düşünmüyorum elbette. Belli bir eserin farklı yönlerinin açığa çıkarılmasını sağlayan iğneyle kuyu kazma inadının, fikirleri derinleştirmeye etkisi büyük. Belirli bir izleğin takip edilmesiyle oluşturulan okuma kanalları da verimli damarlar yaratabiliyor. Derdim daha çok bütünlüklü bir bakışın neden bu kadar çabuk terk edildiğini tartıştırmak.
Diğer taraftan bütünlüklü bir çerçeve çizme çabasının bir ölçüde yüzeyselleşme getireceğini de kabul etmeli. Bu zaafı göze alarak, uzun zamandır terk edilen bir alanda söz söylemeye cüret etmeyi planladığımı şimdiden belirteyim. Roman türünün ortaya çıkmasında etkili olan siyasi, hukuki duruma işaret etme derdindeyim. Bu zamana kadar konuşulmamış olmasına epey şaşırdığım bir iddiam var: Roman olağanüstü halin edebiyatıdır. Bu fikrin kıyısından köşesinden defalarca geçilmesine rağmen, bir türlü bu netlikte ifade edilmemiş olması, biraz da büyük anlatılardan hızla uzaklaşmanın sonucu sanırım.
Romanın Ortaya Çıkışı
Tekrar edeyim: Roman türünün ortaya çıkışı, olağanüstü hal koşullarında gerçekleşti. Yeni orta sınıfların henüz zaferlerini ilan etmedikleri ve hem aristokrasi hem de proletarya ile hegemonya mücadelesini sürdürdükleri dönemin çocuğu oldu roman. İlk örnekleri olağanüstü koşulların içine doğmuştu. Bir taraftan sömürgeleştirmenin hızla sürdüğü diğer taraftan köle emeğinin ilkel birikimde temel rol oynadığı merkez ülkelerde, ki 1700’lü yıllarda İngiltere’de diyebiliriz, sanayi devriminin ayak seslerinin duyulduğu, buna uygun olarak mülkiyet ilişkilerinin yeniden düzenlendiği bir dönemin baskın edebi türü olmaya adaydı roman.
İlk örneklerin yazıldığı dönemde olağanüstü halin normalleşmeye başladığı, istisna halinin kaideye dönüşmeye başladığı zamanlar yaşanmaya başlamıştı dünyada. Kapitalizmin yükselişi esnasında tüm dünyada bir yönetim krizi yaşanmaya başlamış ve bu kriz durumu da bir süre sonra bir egemenlik biçimine dönüşme eğilimine girmişti. Walter Benjamin’in neredeyse slogana dönüşmüş cümleleri vücut bulmaya başlıyordu: “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hal’ istisna değil kuraldır. Buna denk düşen bir tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman açıkça göreceğiz ki, gerçek olağanüstü hali yaratmak bize düşen bir görevdir.” Dönemin romancıları da yaşanan bu dönüşümü anlayabilmek, dahası bu gerçeği yansıtabilecek bir biçime ulaşmak için çaba sarf etmeye başlamışlardı.
Olağanüstü hal sorunu sadece Benjamin’in söyledikleri üzerinden tartışılmadı. Kavramın Batı siyasi ve hukuki tarihi içinde yolculuğunu ele alan Giorgio Agamben, egemenin hukuku askıya alma potansiyelini gözler önüne serdi. “Agamben’e göre istisna hali kavramı, siyasal belirsizlik veya nedeni her ne olursa olsun bir kriz durumunda, siyasal düzenin devamının sağlanması adına hukukun kendini askıya almasıdır.” Bu askıya alma durumunun, sadece belirli dönemlerde gerçekleştiğine dair iyimser inanç ise Mark Neocleous tarafından boşa düşürüldü. Hakim olan görüş kapitalizmin ilkel birikim döneminde hukukun egemenlerin çıkarına askıya alındığı, sonrasında ise kapitalist devletin kurumlarıyla, kurallarıyla kendisini var etmeye başladığıydı. Feodalizmden kapitalizme geçilirken kriz ortamında kuralsızlık dönemi yaşanmıştı. Sömürgelerde, kölecilikte ya da “ana vatandaki” hukuksuzluklarda bu kuralsızlık döneminin izlerini aramak gerekiyordu.
İlkel Birikim, Sömürgecilik, Kölecilik ve Roman
Mark Neocleous ise ilkel birikim fikrinin sadece feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinin ürünü olduğuna dair önyargılara karşı uyarıda bulunur. Neocleous’a göre kapitalizmin kurucu mitinin kendiliğindenlik olduğu yalanı aslında ilkel birikim için yaratılan terör ortamını gizler. Oysa “İlkel birikim, insanları ücret dışındaki bir geçim aracından koparmak için zor ve şiddet kullanımıdır… Kapitalist birikimin temel koşulu, işçilerin tasarruf haklarından mahrum edilmeleridir. Sermayenin, ücret dışındaki geçim araçlarını ortadan kaldırmaya dönük daimi arayışının, ücretleri zorla kabul ettirme yöntemleri bulma çabasının ve insanları, üretken ve etkili işçiler rolünü benimseme ve bu rol içinde kalma yolunda sürekli disiplin altına almak zorunda oluşunun nedeni budur.” Ayrıca ilkel birikim sadece tarihsel bir anın ürünü değil kapitalizmin yapısal bir bileşenidir. “Başka türlü söylenirse, ‘ilkel birikim’, kapitalist ilişkilerin ortaya çıkış sürecindeki bir dönemi ya da sermayenin ‘tarihöncesine’ özgü bir geçiş görünümünü betimleyen bir kavram değil, aksine, kapitalizmin daima piyasayı biçimlendirme ve kendi emek ikmalini yeniden yaratma gereksinimi içinde olduğunu yakalayan bir kavramdır.”
Sömürgecilikten köleliğin 17. yüzyılda yeniden ortaya çıkışına, çalışmanın zorunlu kılınması-aylaklığın yasaklanmasından çit yasalarına kadar tüm kapitalist uygulamalar aynı zamanda egemenin yaşam ve ölüm üzerinde söz hakkına sahip oluşunun tarihini gözler önüne serer. 20. yüzyılda yaşananlar ise aslında kapitalizmin yapısal özelliklerinin yansımasıdır. Achille Mbembe’ye göre sömürgecilik dönemlerinde yaşanan soykırım, vahşet ve köleleştirme süreçleri modern dönemde ortaya çıkan devlet terörünün öncülüdür. Bugün de nekro-siyaset; biyopolitika-istisna hali ve olağanüstü halin olağanlaşmasının birleşmesi sonucu iktidarın yönetim biçimi haline gelmiştir.

İşte roman türü de tüm bu siyasal, ekonomik, hukuki gelişmelerin ortasında doğum sancıları yaşamaya başlamıştı. Sömürgeciliğin yarattığı fırsatlar, kapitalist üretimin ihtiyaç duyduğu sermayeyi biriktirme olanakları yaratıyordu. Güney ve Kuzey Amerika’da ele geçirilen bakir topraklardaki büyük iş gücü açığı ise modern kölecilik tarafından karşılanmaya başlamıştı. Atlas Okyanusu üstünde büyük üçgen kurulmuştu. İngiltere limanlarından yola çıkan gemiler Afrika’ya işlenmiş ürünleri götürüyor, Afrika limanlarında boşalan gemiler insan tacirlerince avlanmış köle adayları ile dolduruluyordu. Kölelerin Amerika kıtasına varmasıyla boşalan gemiler ise hammadde ve altınla birlikte İngiltere’ye doğru yol alıyordu. Tüm bu kirli ticaretin içinde zengin olabilecek fırsatlar vardı ve yeterince atılgan ve maceracı olanlar bu fırsatları yaratıyordu.
İngiltere’de ise nüfusun büyük kısmı hâlâ kırsalda yaşamaya devam ediyor, 18. yüzyılda ortaya çıkan işgücü eksiğini kapatacak atılımlar gerçekleşemiyordu. Bunun için ardı ardına çıkarılan çit yasalarıyla, topraksız köylüler şehirlere doğru sürülmeye başlanmıştı. Aylaklık yasaları ise kapitalist çalışma rejimini kabul etmeyen geniş kitleleri disiplin altına almayı amaçlıyordu.
17. yüzyılda İngiltere’de roman tüm bu koşulların birleşimi içinde kendine yol açmaya çalıştı. Mesela Daniel Defoe’nun kült romanı Robinson Crusoe sömürgecilik, kölecilik, kapitalist sınıf atlama anlatısının bir arada ele alındığı eser olarak incelenmeyi hak ediyor. 19. yüzyıla doğru gidildiğinde ise önce gotik ve romantizm ardından gerçekçilik akımlarının etkisiyle roman kapitalizmin yarattığı yıkımı gözler önüne seren, edebi bir sanat eseri olarak da kendi rüştünü ispat eden bir türe dönüşmeye başlayacaktı.
Sonuç olarak romanın türsel yolculuğunun önünü açan şey kapitalizme geçiş dönemindeki olağanüstü hal koşullarıydı. Roman da diğer tüm türleri içinde eritecek bir atılım gerçekleştirmiş ve edebiyatın olağan üstü halini yaratarak kültür dünyasında kendine bir yer açmayı başarmıştı. Bu yazı dizisinde bir taraftan olağanüstü hal kavramını, güvenlik, ilkel birikim, biyopolitika, ideoloji, disipline edici mekanizmalar çerçevesinde ele almayı diğer taraftan da romanın tarihi ile bu kavramlar arasında kurulan organik bağın gelişimi üzerine tartışmayı umuyorum. Parşömen’de yayımlanacak bu yazıları bir seri olarak tasarladım. “Olağanüstü Halin Edebiyatı ve Edebiyatın Olağanüstü Hali Olarak Roman” başlığı altında her ay konu ile ilgili farklı bir başlığı bu sayfalara taşıyacağım.
Alea iacta est.
Doğuş Sarpkaya