Feyza Ay’ın Denizağaçları, Kemikyüzleri’ndeki öykülerin anlatıcıları ve karakterleri sesini yükselterek konuşmaktansa, tozu dumana katmadan, kör göze parmak sokmadan sakin sakin adımlıyor kurguları. Kendi içinde tutarlı olmasının sebebi de bu. Kaotik bir evreni küçük harflerle anlatabilmek, travmalarda sakin kalabilmek öykü türü gibi alanını kısa ve yoğun kullanmayı gerektiren bir anlatıyla uyum sağlıyor. Öykülerin sertliği ekseninde Kemikyüzleri ve Denizağaçları olmak üzere iki bölüme ayrılan kitaptaki öykülerde genel olarak karanlık bir hava hakim. İnceleyeceğim husus da karamsar anlatıların kökünü oluşturan meseleler ve çözümsüzlük üzerine olacak. Feyza Ay’ın öykülerinin taşıdığı çatışmalarda karakterler önce çözüm olarak şehri, şehir hayatının keşmekeşliğini, modernliği, fabrikaları ve şehrin insanlarını reddetmeyi deniyor. Şehirden ve beton yapılardan uzaklaşan karakterler alternatif olarak doğaya kaçmaya ve doğayla bütünleşmeye çabalasa da bu noktadan da başarısız dönen karakterler, içindeki onulmaz sıkıntıyı izale etmek için bedenlerden de kaçmaya teşebbüs ediyor ama başarısız denemelerin son halkası olarak, çocukluklarının cennet alanlarına sığınmaya çalışıyorlar. Gel gelelim, çocukluk alanları karakterlere melankolik ya da kuvvetli bir savunma alanı sağlayamayacak kadar yaralı, parçalı olduğu için son kale bir sığınaktan çok bir çöküntüyü ve sonu imliyor. Başka bir deyişle, Feyza Ay’ın öykülerinde yaralı çocukluklarının sıkıntılarını içinden atamayan karakterler, huzursuzluklarını sırasıyla şehirden, doğadan ve kendilerinden kaçarak atlatmaya çalışıp başarısız olurlar; karakterler çocukluğa, oyuna ve yazmaya yönelirler ancak zihinlerinde kalan çocukluk cenneti sakatlanmış bir bilinçten ibaret olduğu için çaresiz kalırlar. Yine de anlatıların işaret ettiği tek umut, ne kadar yaralı olursa olsun çocukluğa inanmaktır.

Şehrin Kemik Yüzleri

Feyza Ay’ın karakterleri şehirden sıkılmış, şehre yüzünü dönen tiplerdir. Bütün bu kaçışların temelinde yine dönülmek istenen çocukluk anlarına varma arzusunu da akılda tutarak, şehir yetişkinlere ait bir dünyadır; kuralları, ahlak yasaları, dış görünüşe inanan insanları, çalışmakla, evrakla dolu bürolar ve fabrikalar vardır. Şehir, insanı kendi tabiatından uzaklaştıran yapılara sahiptir. Kitapta bizi karşılayan ilk öykü “Bir Parça Işık: Gitano”da şehrin yasalarına karşı çıkan Çingeneler vardır. Çingene burada çocuklara has bir dünyanın ve özgürlüğün izleriyle başlar söze: “Allı morlu düğümler bağlanınca fırlanırdı ateşin başına (…) yurdumuz her yer ve hiçbir yerdi.” Göçer hayatını benimsemiş insanlar şehrin katılığı ve durağanlığıyla net bir kontrast oluşturmaktadır. Coşkulu anlatıcı, “Ellerimiz insanlığa nasıl ritim tutulur gösteriyor” derken, bir yandan da vardığı farkındalığı düşünür: “Acaba yerliler bizim gibi olmaya alışabilirler mi? Çatıları gökyüzü, mutfakları yeryüzü olacak bir düzene.” Anlatıcı aşkı yüzünden de bu düzene baş kaldıracak, bir garip olarak dünyayı yakacaktır. Hikâyede şehre sırtını dönmüş kahramanların yanında, çocukluğun yaralanması, saflığın bozulması izleği de görülüyor. Anlatıcı muradına eremez, sevgili İsabella’sına kavuşamaz, öykünün başından beri taşıdığı elma motifi uyumsuz görünür ama elmanın temsil ettiği günah zaten cinsel bir günah değildir. Ruhundaki çocuk böyle bir günah işlemekten alıkoymuştur belki ama anlatıcı şehri ateşe verdikten sonra elmasını iştahla dişler. Onun günahı topluma karşı çıkmak, çocukluktan ve çocuksu hayallerden vazgeçmektir.

Şehrin sevilecek bir yanının olmadığı, onun daha çok yetişkinlerin ve ruhsuzların dünyası olduğu tekrar tekrar öykülerde karşımıza çıkar. “Kuklalar Temaşa Eder” öyküsünde karakter kılık değiştirip durduğu bir oyunla avunur. Kılığına girdiği karakterler de başa çıkamaz şehrin yabancılığıyla. Kemal Bey, “Eve dönüyorsanız istediğiniz kadar mübalağa edebilirsiniz,” der. Eve dönmek çoğu zaman çocukluğa, bazen de şehre dönmektir metinlerde. Aynı öykünün başka bir karakteri huysuz, kural tanımayan yaramaz bir çocuk olarak betimlenir: “Bir çocuktan ne beklenirdi bilmiyorum, ben sadece sabah kalkınca yüzümü yıkamayı öğrenmiştim.” Karakterimiz saman gibi saçlarını asla düzeltemez. Keloğlan türküsüyle kendini doğaya ve ormana verir ama orada da en başında belirttiğim gibi bir çözüm bulamaz: “Gözlerimden kalpler çıkarken ormandan çıt çıkmıyor, rüzgâr bile yapraklara küsmüş. Beklediğim şeyin ne olduğunu bilmiyorum ama beklediğim gelmiyor.” Karakter şehirden uzaklaşsa da istediği şey gerçekleşmez. Hüzün ve melankoli ormanda da peşini bırakmaz. “Taş Bile”de çocuğunu kaybettiği için travması olan Çerçi Ahmet de sevgisiz kalan çocuk İsmail de doğaya kaçarlar. Rüzgâr, dağ, bulut gibi imgeler karakterlerin şehirden uzaklaşmaya çalıştığı anlarda betimlenmeye başlanır. “Zımba Teli”nin karakteri iş hayatında rahat değildir çünkü sahteliklere bir türlü alışamaz: “O zaman mesai arkadaşları memnuniyetsizce, dillerin ucuyla selam vermezdi (…) Suat’ın dediğini yapsalardı bir merhaba daha kaybolmaktan kurtulurdu.” “Sahipsiz Mektup Anlatısı”nda baş karakter yine şehre, mahalleye, mahallenin dedikoducularına dayanamaz ve evini çok sevmesine rağmen terk etmek zorunda kalır. “Yerçekimsiz Kronotop”ta çocuk karakter doğada, ağacın dalında bulur kendini. Şehir uzaklarda kalmıştır: “Şehrin ormanla tek bağlantısı olan eski köprünün üzerinde zıplayarak oynayanların eziyetine dayanamayıp böğürtüyle yıkılışını seyretti. Eve nasıl döneceğini düşünmedi.” Çocuğun şehirden kurtulup ağaca nasıl çıktığı anlatılmaz, ama çocuk şehrin kurallarına bir başkaldırıdır. Tükürüğüyle oynayıp duran yabani bir çocuk olarak betimlenir. Çocuk olmak biraz da yabanilik barındırır zaten, ama orman yine tekinsizdir. Köprünün üstüne bir çeşit ayin yapan insanlar ormanın karanlığından faydalanır.

Ormanın, doğanın, insan doğasının masum olmadığı, saflığa doğada ulaşmanın imkansızlığı çıkar bu kez karşımıza. Yabani çocuk doğada saflığa dönmez. Ergenliğe geçişi görür. Ormandaki yetişkinlerin eylemlerine şahitlik etmiştir. Ateşin başındaki yetişkinlerden biri olma endişesi vardır yüreğinde. “Tükürüğü durmadan boynundan aşağı akan” çocuk son bir eylem olarak tişörtünü çıkarıp koşmaya başlar. Medeniyeti reddettiği açık olsa da huzuru ormanda ya da çocuklukta bulduğunu söylemek zor. Doğanın kaçılacak bir yer değil, kabul edilmesi gereken bir yer olduğunu en net gösteren öykülerden biri de “Tufanda Dağ Karası”dır. Bu öyküde yüce, başı dumanlı dağlardan bahsedilir. Yavuz bir oğlan dağa tırmanırken dağın yüceliğinde sıcak bir yuva bulamaz. Çocuk inatçıdır. Çocuğun küçüklüğü karşısında dağ tam bir zıtlık oluştursa da çocuk olmak gücünü mantıktan ya da fiziksel kuvvetten değil, oyundan, inattan, mantıksızlıktan ve bencillikten alır. Bu mücadele çocukluğu korumakla değil, çocukluğun kurtarılmış cennetinden kovulmaktır:

“Kan ter içinde ilerlemeye devam ettikçe ne kadar kararlı olduğumu fark ettiler ki sis de bulutlar da dağıldı. İşte böyle. Dudağımın kenarındaki sinsi gülümseme çocuk yüzüme ait değildi. Zirveye yaklaştıkça büyüdüğümü hissediyordum.”

Doğa çocuğa hayatın gerçeklerini gösterir. Çocukluk geride kalmıştır. “Bir Parça Işık”taki elma daha önce değindiğim gibi bu yüzden vardır.

Şehirden ve doğadan kaçıp, çare bulamayınca bedeni inceleyen, bedenin ve uzuvların altında bir şeyler bulmaya çalışan karakterler de vardır. Bu karakterler deliliğin sınırlarında sert adımlarla ilerlerken kendine dönmenin beyhudeliği üzerine bir alegori halini alır. “Ellerinde Çoğalan”da sessizliğiyle deliliğin sınırlarında dolanan, gidecek yer bulamayan bir karakter ellere takıntılı bir tavırla yaklaşmaktadır. Anlatıcının doğaya kaçışı çaresizce betimlenmiştir:

“Kulaklarındaki enine çizgilerden kan sızdı. Durmadı. İnce bir patikaya saptı, dağ yoluydu, yokuş aşağı inerken ayakları birbirine dolanıp çözüldü. Ağaca yaslandı, devam etti, başka bir ağaca çarptı, devam etti (…) Dağın, bozkırın, çölün her neresiyse onun ortasında soluk alamıyordu.”

Gidecek yerlerden medet bulamayınca bedenine dönüş yapar. Kendi içinde kendiyle karşılaşmak için önündeki engel, fiziksel bedeni gibi görünmektedir: “Elini suya daldırdı. Oradan hiç çıkarmasa da olurdu. Yıkadı, geçmedi. Kanatana kadar kaşıdı, derisini yüzmeliydi.” Eline olan bu saplantısı ellerinin fail olduğu bir suçtan dolayı da olabilir. Her hâlükârda kendiyle karşılaşmanın korkusu içindedir ve finalde bu karşılaşma yaşanır. Kaçışı kendine yöneltip bir şey bulamanın en çarpıcı öyküsü “Radius, Ulna ve Birkaç Kemik Daha” olabilir. Öykünün başkişisi sapkın katil, kolundaki kemiklerin şekline inanamamakta, bedenleri kesip biçerek onların altında bir anlam bulmaya çalışmaktadır. Bu çarpık merak, onu bir nebze rahatlatır aslında. Kemiklerinin röntgenine bakarken bir hakikate ulaşmış gibi sakinleşir. Fakat nihayetinde bir anlamı bulmak değil, bir anlam bulamadığı için bedenleri yok ettiğini kendi de bilmektedir kurbanlarıyla oynarken: “Her şeyi anladıkları yerde donduruyorum yüz ifadelerini. Hayal kırıklığına, af dilemeye, üzüntüye, başka hiçbir duyguya geçmesine müsaade etmeden her şeye son veriyorum.”

Kurbanlarının derilerini tekrar tekrar sıyırıp etlerini parçalayan katil her zaman aynı sonuçla karşılaşır. Bir anlam bulmak olası değildir, ama o heyecanla bir sonraki avının peşine düşer çünkü aradığı şeyi aslında bedenlerin altında da bulamaz.

Çocukluğun Deniz Ağaçları

Denizler, okyanuslar, derinliği ve karanlığı olan mekanlar insanlar için bilinmezin eşiğini, bilinçaltını simgeler. Ağaçların dalları ve yerin dibinde ne kadar uzadığı bilinmeyen kökleriyle yine bilincin gerilerine ve derinliğine simge olabilecek yapıdadır. Yazar bilinçli bir tercih yapmamış olsa dahi “denizağacı” köklerin ve dalgaların birbirine dolaştığı bilinmez ve görünenden çok daha derin bir imgeyi temsil eder. Hikayelerin geneline baktığımızda karakterlerin çoğu ya çocuk olarak çocukluklarının geçişini tecrübe eder ya da geçmişteki çocukluk anlarındaki yaralar, sakatlıklar, hüzünler onları bir lanet gibi takip eder. Öykülerdeki çocukluk tam olarak saflığı temsil etmez. Saf çocuk yoktur. Onlara “mış”lı zamanlarda rastlanabilir ama Feyza Ay’ın öykülerinde çocuklar erken büyümek, yetişkinlerin dünyasıyla tanışmak, inatçı olmak ya da mücadele etmek zorundadır.

“Taş Bile” öyküsünde İsmail sahipsiz kalmanın acısını yaşar. Kendisi çocukken ve yardıma muhtaçken bir yetişkini, Çerçi Ahmet’i ölmekten kurtarır. “Zımba Teli”nin Suat’ı çocukluğunda yaşadığı bir cennet anının nasıl kâbusa döndüğünü gösterir. Bütün çocukların onunla eğlendiği bir anıyı anımsarken, aynı anıda kendini kaptıran Suat dilini zımbalamasına yol açacak travmatik olaya geçer. “Sahipsiz Mektup Anlatısı”nın ana karakteri de çocukluk travmasını atlatamayan, kendini yazarak zamanın anlamsızlığından kurtaran bir diğer karakterdir. “Oralet Siperi” çocuk saflığının bu dünyada yer edememesini bir yetişkinin gözünden anlatır. “Tren Sesi İki Çizgi” bacaklarını kaybeden Yadigar’ı merkeze alırken, “Kübist Kırmızı” çocukluktan aşka, aşktan yetişkinlerin kirli dünyasına geçişi anlatır. “Başlangıçsız Bir Çiçek” kendisi fiziki yara almasa da çevresindeki yaralıları, çarpıklıkları sırtlanmak zorunda kalan çocukların büyümesini karamsar bir atmosferle harmanlar.

Oyunlar ve Oyun Olarak Yazma

Her ne kadar geçici bir çözüm olsa da şehre, kendine, çocukluğu terk etmeye dayanabilmenin yolu oyundan ve yazmaktan geçer. “Kuklalar Temaşa Eder”de anlatıcı öyküyü senaryo diliyle kurgular, kılıktan kılığa girer. “Kumları Yutarken”de kendine gizli görevler verildiğini düşünen anlatıcının zorlu bir işi yoktur. Şehir hayatına maruz kalmaktan başka. Betonarmeye karşı insanın içgüdüsel korunma ihtiyacını şöyle ifşa eder: “Yoksa bir insan, eski beton binada üzerine çarşaf bile örtmeden rahatça uyuyamaz.” Başarılı olduğu görevler şehre maruz kalmaktır: “Elleri arkasında yürüyen altmış yaş üstü insanları not aldım (…) köprüden geçerken intihar etmeyi düşünenleri sonra cesaret edemeyip vazgeçenleri, onların ertesi gün ve ertesi günlerini izledim.” Ancak kendine gelen gizli mektuplar ve görevler onu kısıtlayıcı zamanın ve mekânın dışına çıkarabilir. “Sahipsiz Mektup Anlatısı”nda, “Kalem yazabildiği sürece konuşabileceğim. Kaderim çekmecenin bir köşesinde unutulan bir kalem olmak,” der anlatıcı. Yazmak anlatıcıyı gerçek kılan tek eylemdir. Yazmak anlatıcının sahip olduğu tek sesidir.

Kendini gizli görevlerin, farklı zamanların içinde bulanlar, yazarak kendi zamanlarından uzaklaşmaya çalışanlar çocukluklarının cennet anlarına dönmek isteyenlerdir ama bu karakterler ya çocukluğun saf sınırlarını dış etkenler yüzünden delik deşik bulmuş ya da ergenliğin çitlerinden zorlu bir atlayışla çocuklukları geride bırakmak zorunda kalmışlardır. İçlerindeki bu yarımlıktan kurtulmak için şehirlerden, doğadan, kendilerinden ne kadar kaçarlarsa kaçsınlar, buldukları her çare geçici bir liman olmaktan başka bir şey değildir.

Bülent Ayyıldız