27.Ekim.23

Necati Cumalı benim ilk yazarlarımdandır. İlk gençlik dönemimde okuduğum birkaç yazar oldu: Fakir Baykurt, Aziz Nesin, Nazım Hikmet, Gorki, Muzaffer İzgü, Necati Cumalı, Can Yücel… Bu isimlere özenmem için kitaplarından birkaçını okumam yetiyordu. Önce özenilir yazarlara, yazma tutkusu sonra gelir. En azından bende böyle oldu.

Necati Cumalı’nın şiirlerini, Susuz Yaz, Viran Dağlar ve Makedonya 1900 kitaplarını okuduğumda 15-16 yaşlarımdaydım ve kararımı vermiştim: Ben de onun gibi avukat ve yazar olacaktım. Lisede alan seçimimi de ona göre yapmıştım, Hukuk okuyacaktım. Fakat sonra Can Yücel çeldi aklımı: Şair ve çevirmen olmak daha cazip gelmişti. (Son anda kıvrak bir manevrayla Dil Bölümüne geçiş yaparak hayatımın büyük yanlışlarından birine imza atmış oldum ama bunun konumuzla ilgisi yok şimdi.) Nedir, dön dolaş, iki senaryo da tutmadı. Ne avukat ne şair olabildim.

Cumalı’yı uzun süre tekrar okumadım. Birkaç yıl önce, Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görülen ilk kitabı ​Değişik Gözle’ye (1956) el attığımda pek sarmamıştı. (İki kez almıştır Cumalı Sait Faik’i, ödülü iki kez alan üç yazardan biridir.)

Fakat şimdi, yazarın 1943-1979 yıllarında, arada büyük boşluklar vererek tuttuğu Yeşil Bir At Sırtında (Can Yayınları, 1990) adlı günlüklerini okuduğumda ilk gençliğime döndüm, Cumalı’yı daha yakından tanıdım, yeniden sevdim.

İsrail’e Dair Bir Kılavuz

Dünyanın gözü önünde bir katliam yaşanıyor. Göz göre göre katlediliyor Gazze halkı, kırımdan geçiriliyor. İsrail devlet görevlilerinin yaptıklarını bir kenara koyalım, açıklamaları, beyanları bile korkunç.

İsrail’in 17 Ekim Salı gecesi el-Ehli Baptist Hastanesini bombalamasından sonra, twitter’da gördüm aşağıdaki kısa kılavuzu, çevirdim.

Adam Johannes tarafından 2004 yılında yazılmış olan bu kılavuz, aradan geçen yirmi yıla rağmen aynıyle vaki. İsrailli yetkililer, hastane katliamından sonra da kılavuza uygun davrandılar:

1. Bize ölüm olduğu bilgisi gelmedi, konuyu araştıracağız.

2. Evet insanlar ölmüş ama Filistin roketi/bombasıyla öldürülmüşler.

3. Tamam biz öldürdük ama onlar teröristti.

4. Tamam terörist değil sivildiler ama canlı kalkan olarak kullanılıyorlardı.

5. Tamam vurduğumuz bölgede hiç savaşçı yoktu, hata yaptık. Ama biz sivilleri yanlışlıkla vuruyoruz, onlar bilerek öldürüyor.

6. Peki tamam, biz onlardan daha çok sivil öldürüyoruz ama diğer ülkelerin ne kadar korkunç olduğuna baksanıza!

7. Neden hâlâ İsrail hakkında konuşup duruyorsunuz? Yoksa siz Yahudi düşmanı mısınız?

Bu kısa kılavuzu İsrail’in yapacağı bir sonraki basın açıklamasında test edebilirsiniz.

“Necatiben”

Yaptığımız işi ciddiye almak iyi, kendimizi çok ciddiye almaya gelince… Pek iyi değil sanki.

Erol Güney’in anılarında[1] okumuştum. Necati Cumalı’nın dostudur Erol Güney fakat karısı Dora ile daha yakındır Cumalı, aralarında bir abla-kardeş ilişkisi vardır.

Erol Güney’in demesine göre, konuşurken hep kendisinden bahsettiği için “ben”i çok kullanırmış Necati Cumalı. Eşi Dora da bu yüzden, “Necatiben” diye çağırarak takılırmış Cumalı’ya.

Fakat sadece Cumalı değil tüm insanlar aşağı yukarı böyledir. İsterler ki hep kendilerinden bahsedilsin, kendileri konuşsun başkaları dinlesin… Tüm insanlar dedik ya, işin aslı, böyle tiplere en çok “yazar”lar arasında rastlanır. Meşhur hikayedir, bilirsiniz:

Bir yazar ve arkadaşı buluşurlar, otururlar bir meyhaneye. Yazar olan başlar kendini anlatmaya, doyamaz tabii, ha babam anlatır. Hep kendinden, yapıp ettiklerinden bahseder durur. Neden sonra aklına gelir arkadaşının hatırını sormak, sözü biraz da ona vermek ister. “Yahu,” der, “hep benden bahsettik, biraz da sen anlat bakalım. Son kitabımı okudun mu?”

İbretlik hikayedir.

“Olur mu böyle” mualifi

Necati Cumalı, günlüklerinin bir yerinde “bizde çok karşılaşılan biri var” diyerek bahseder bu tipten. Bahsettiği hayali kişi, 1971 yılında “hızlı solcu” olmuştur. Fakat Cumalı evvelinden alır, tek parti döneminde etliye sütlüye karışmadan muhalif olduğunu söyler adamın. Sonra devam eder: “Demokrat Parti döneminde ‘Olur mu böyle?’ muhalifi idi. Kökten çözümlere hiçbir dönemde yanaşmadı.”[2]

“Olur mu böyle muhalifi” ne güzel tanımlama!

Yani bir şeyleri kınamaktan öteye gitmeyen, pek kuvvetli itirazlarını, “böyle bir şey olabilir mi?” ya da “böyle bir şey kabul edilebilir mi?” diyerek dile getirenler… Olur mu böyle muhalifi deyince aklınıza ilk kimin adı geldi? Ne çok var onlardan değil mi?

Vaiz’in Torunu

Vaiz elinde değnek dağ bayır gezerdi. Arada köylere uğrar, kimi bulursa ona söylerdi. Şimdi torunu sosyal medya hesabından yazıyor. Vaiz daha uzun anlatırdı, torunu kısa kesiyor. Fakat aralarındaki görünmez bağ, yazdıklarından belli oluyor. Sahi ya, en büyük farkları da o: Vaiz söylerdi, torunu yazıyor.

Vaiz’in torunu dedi ki:

1. İnsanlar daha tatlı bir içecek bulamadı henüz. Birbirlerinin kanını seviyorlar en çok.

2. Dedikodu bir zehirdir, içtikçe içilir… Öyle tatlıdır ki, farkına varılmaz zehir olduğu. Sonra bir gün aynanın karşısında görülür, içi kararmış bir yüreğin gözleri bakmaktadır oradan size.

3. Yaşamak o kadar basit ki aslında: Nefes alıp vermek, iş görmek, kötülük düşünmemek, kötü konuşmamak, sevmek, sonra sevilmek ve sonunda ölmek. (Evet, ölmek de yaşama dahildir.)

4. Söylemek mi daha etkili yazmak mı? Dedemin sözleri hikmetliydi, kabul. Fakat dedem şanslıydı, söz cevherdi onun zamanında, şimdi pul etmez oldu. Çünkü artık söz bolluğu var. Bir şey çoksa değerini yitirir.

5. Boş insanın aklına türlü zırva gelir. Zihni oyalamalı, o olmuyorsa bedeni, ayakları, elleri… Yeter ki boş durmamalı. Hiç mi bir şey gelmiyor elden? O halde bile vardır yapılacak: Fasulye ayıklanır, tespih çekilir, raftaki kitaplar yere indirilip tekrar dizilir.

6. Ben Vaiz’in torunuyum, doğrudur. Fakat babam, onun oğlu değildir. Annem kızı değildir. Olsun, ben yine de torunuyum Vaiz’in.

7. Anlatacaklarından başka sermayesi olmayanların kıymetlisidir dinleyici. Fakat sakin olmalı. Dinleyici çekmek için sesi yormamalı. Çünkü yol uzun. Hoş, kısa da olsa fark etmez: Dinleyici çekmek için çırpınan anlatıcı, sesini yitirir. Yok ses telleri kopmaz, çıkar sesi yine. Ama kendi sesinden çok başkalarının sesidir artık o. Kirlenmiş bir sestir.

8. Dinleyici bazen sıkılır. Ne kadar iyi anlatsanız da sıkılır. O vakit susmak gerekir. Susmayı bilmek dünyadaki en büyük erdemlerden biridir.

9. Anne babaya borç ödenmez. Çünkü anne baba, borçlandırmaz evladını. Başka hiçbir ilişki yoktur böyle. Kardeşler arasında bile yoktur. Kardeşlik ile kalleşlik, madalyonun iki yüzü gibidir.

10. Ağızdan kulağa yayılan bir salgın hastalıktır dedikodu. Anlatan kadar dinleyeni de zehirler.

Obruk Meselesi

Emin Alper’in Kurak Günler’i ile Özcan Alper’in Karanlık Gece’sinin benzerlikleri var tabii. Birini anınca diğeri geliyor akla fakat büyük farkları var aslında. Birinde obruklar aniden çıkıyordu ortaya, diğerindeki obruklar hep ordaydı. Bin yıldır.

Birinde kalabalıklar kötüydü ama nedenini bilmiyorduk, pek anlayamıyorduk. Tümden “yamyam” bir kalabalıktı söz konusu olan. Diğerinde o “kötü” kalabalıkları az da olsa tanıyoruz, biz de onlardan biriyiz aslında, bunu görüyoruz.

En önemlisi de şu: Birinde obrukların içinde ne olduğuna bakılmıyordu. Diğerinde obrukların içine giriyoruz. En azından bir çare arıyoruz. İkisi de umutsuz olsa da Karanlık Gece’de cılız bir umut ışığı yok değil. Birinde sadece kaçıyorduk, diğerinde en azından çabalıyoruz karanlığı yenmek için.

***

Bu mevsimde Ankara’da sokakta yürürken başınıza bolca kuru yaprak ve aman dikkat kestane düşebilir. Güz görünümlü bir yaz bu ya da yaz görünümlü bir güz, her türlü kalleşlik beklenir.

30.Ekim.23

Cumalı’nın daha önce hiç okumadığım oyunlarına ve iyi kötü okumuş olduğum şiirlerine döndüm biraz. Tek kelime seçsem onu tanımlamak için, “aydınlık” derim. Tertemiz bir Türkçe, aydınlık bir zihin, eleştirel bir akıl, iyiye güzele yönelmiş bir günebakan gibi… Günlüklerinde güncel siyasi meselelere de değinmiş fakat ben özellikle Paris günlerini anlattığı yerler olmak üzere, edebiyat üzerine, kendi yazdıkları üzerine söylediklerini sevdim.

Söz gelimi, ülkemizde Yalnız Bir Avcıdır Yürek ve Küskün Kahvenin Türküsü kitaplarıyla bilinen Carson McCullers ile 1958 yılında Paris’teki karşılaşmaları tam bir edebi meet-cute, bir mutlu tesadüf. Mutlu olduğu kadar erotik bir karşılaşma. Cumalı’nın öykülerinden aşina olduğumuz bir atmosfer var günlüğün bu kısmında, cinsel gerilimi yüksek. Yeşilçam tadında bir erotizm biraz. McCullers’ın topuğuna bir şey batmıştır, sokakta karşılaşırlar (daha önce bir kez daha karşılaşmışlardır, kısa bir sohbetleri olmuştur). Cumalı, McCullers’ı otel odasına götürür, kadın bacağını erkeğin dizine yatırır. Bir çekim olur aralarında, alev almaz, ateş çıkmaz ama hararet yüksektir. Cumalı’nın kıymığı çıkarması, Türkan Şoray’ı yılan soktuğunda Kadir İnanır’ın zehri emmesine benzer biraz.

Günlüğün bu kısmı kurgu mu diye düşünmeden edemedim. Yazarların günlük diye yazdıklarına kurgunun sızmadığını kim iddia edebilir? Öyle ya, kurgu diye yazdıklarının içine de düpedüz “gerçekler” sızar bazen.

Sonra Cumalı’nın Nazım Hikmet’le karşılaşmaları… Bu kısımlar daha çok sardı beni.

Cumalı ve Akbal, yıl 1992 olmalı

Cumalı, Oktay Akbal’ın Tolstoy hakkında yazdığı bir yazıdan bahsederken şöyle diyor: “Akbal yazın adamı. Yazın âşığı. Nasıl inandırıcı nasıl da dolu dolu bu sabahki yazısı. Bitirdikten sonra bir kez daha okuma gereksinimi duyuruyor… Oysa politika yazılarında kulüp hastalarına dönüyor.”[3]

Belki aynı şey Cumalı için de söylenebilir. Nedir, bana kalırsa Cumalı futbol takımı taraftarlığı düzeyinde görünmüyor siyasetten bahsederken. Daha eleştirel yaklaşıyor meselelere, ideolojilere, genel olarak her şeye. Hazır kalıp fikirler, ilişkiler ona göre değil.

Bu ikisi yakın dostlar.

Sevengül Sönmez editörlüğünde yeni baskısı geçenlerde yapılan Şairler ve Ben (Doğan Kitap) kitabında Oktay Akbal’ın da dostunu eleştirdiği yerler var.

Önceki nesillerin alametifarikası bu zaten: Onlar dedikodu masalarında, sosyal medya bataklığında hiç etmek yerine, yazıya dökmüşler rahatsızlıklarını.

***

Muhsin abiyi kaybetmişiz. Muhsin Kıratlı’yı. Bergama, değerli bir sanatçısını, müzisyenini yitirmiş oldu. Ben de çok sevdiğim, saygı duyduğum bir abimi.

Geç tanıdım, çok fazla vakit geçiremedik belki ama onunla tanışmış, sohbet etmiş olmak, aynı sofrayı paylaşmak, yaptığı müziği canlı dinlemiş olmak tek tesellim şimdi. Evinde ağırlamıştı bizi, uzun sohbetler etmiştik Bergama’da. Son birkaç yıldır Dikili’ye yerleşmişti, orada da karşılaşırdık, yazdıklarından bahsederdi, bir akşam uzun oturalım deyip ayrılırdık hep. Hiçbir şeyi ertelememek lazım şu hayatta. Sevdiklerimizle daha çok görüşmek, hasret gidermek lazım…

Taci Uslu, Muhsin Kıratlı, Halim Yazıcı ve Zafer Muhlis Uslu ile bir Kermes gecesinde oturmuştuk yıllar önce. Teslim Oldum’u söylemişlerdi. Taci abi gitarla eşlik etmişti. Büyülü bir andı. Fotoğraflara bakılacak olursa yıl 2014’tü.

Bergama Kültür ve Sanat Vakfı BERKSAV’ın yayımladığı, yakın zamanda çıkan “Bergama’da Pop Müziğin Yakın Tarihi” adlı kitabını görünce sosyal medyadan yazışmıştık. Manisa’da hastanedeyim, çıkınca görüşelim demişti. Ertelemeye gelmiyor hayat.

Şu hayatta gördüğüm en janti adamlardan biriydi o, Bergama’nın en janti delikanlısıydı.

Eyvallah Muhsin abi!

Onur Çalı


[1] Erol Güney’in Ke(n)disi, Hazırlayanlar: Haluk Oral, M. Şeref Özsoy, YKY, 3. Baskı, 2014.

[2] Necati Cumalı, Yeşil Bir At Sırtında, Can Yayınları, 1990, s. 112.

[3] Necati Cumalı, Yeşil Bir At Sırtında, Can Yayınları, 1990, s. 279.