Başak Baysallı, “Fresko Apartmanı” ve “Sarkaç” adlı kitaplarıyla edebiyatımıza yeni bir soluk getirdi. Yazarın tamamlamayı planladığı üçlemenin ikinci kitabı olan “Sarkaç” anlatımı ve sürükleyiciliği ile dikkat çekiyor. Duru ve akıcı bir dile sahip romanlarla çok sık karşılaştığımızı söylemek güç. Başak Baysallı, son dönemde bunu başarabilen nadir yazarlardan biri. Kitabı okurken yerinde betimlemeler ve hareketli anlatım sayesinde olayları bir film kamerasının ardından izliyor gibi takip ettiğimi söyleyebilirim. Romanda güçlü anlatımın yanı sıra zengin bir içerikle de karşılaşıyoruz. Başak Baysallı tarihte sözü edilmeyenlere, görmezden gelinenlere odaklanıyor ve 1940’lı yıllarda İstanbul’da yaşayan Ermeni, Rum ve Yahudi toplumlarının hayatlarının “nafia askerliği” ve “varlık vergisi” ile nasıl değiştiğini eski İstanbul’a ait manzaralarla anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı yıllarına dair ayrıntılar da kurguya ustaca yerleştirilmiş. Romanın 1940’lı yıllarda başlayan hikâyesi 2003 yılına kadar uzanıyor. İstanbul’un farklı kimliklerini bir arada görmek, yalnızca çok kültürlü yaşama dair değil, insanın varoluşu üzerine de birçok şey söylüyor. Yazar, olayları ve karakterleri gerçekçi bir bakış açısıyla ele almayı tercih etmiş, bu sayede okur roman karakterlerinden biri gibi metnin içinde kendine yer bulabiliyor. Başak Baysallı, romanda birer karakter olarak yer alan Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşar Kemal, Adalet Cimcoz gibi dönemin tanınmış isimleri aracılığıyla yüz yıldır tartışılan aydın sorununu, aydınların toplumla ilişkilerini yeniden irdelememize de zemin hazırlıyor. Bu açıdan bakıldığında yazar başka bir edebiyat tarihinin de mümkün olabileceğini satır aralarında dile getiriyor.
Başak Baysallı ile “Sarkaç”adlı romanını bu izlenimler ışığında konuştuk.
Sabri Ergül

Milan Kundera, romanın bilinçdışını Freud’dan önce, sınıf mücadelesini Marx’tan önce tanıdığını söylüyor. Siz de tarihin görmediği insanları, başka bir söyleyişle özneleri görünür kılmaya çalışmışsınız. Kundera’nın dile getirdiği gibi romanın başka alanların önünde ilerlediğini düşünürseniz neler söyleyebilirsiniz bize?
Roman sanatı da diğer sanat dalları gibi insanı merkeze alır. Elbette insanın hangi meselelerle ele alınacağı yazarın duyarlı olduğu, ilgilendiği konulara göre değişir. Psikoloji, felsefe, tarih, politika gibi alanlarda düşünce üreten ve eser veren yazarların bakışıyla sanatçının bakışındaki en temel ayrım kendini duyguların işlenişinde belli eder. Roman, tarihin genel geçer ifadelerle ya da sayılarla simgeleştirdiği insanın hayatına, ruhuna, dünyasına odaklanır. Gerçek, tam da burada gizlidir. Sanatın dışındaki alanların genellemeler ve formüllerle açıklamaya çalıştığı insan, her yönüyle ancak edebiyat metninde görünür olur. Yazar, tarihçinin yıllar boyunca görmek istemediği, ötelediği hikâyeleri konu olarak seçtiğinde toplumun bilinçdışında birikenleri de işlemiş olur. Kundera’nın sözlerini bu bağlamda değerlendirirsek romanın, insanı sosyal bilimlerin farklı alanlarından önce her yönüyle ele aldığını söyleyebiliriz.
Bazı edebiyat kuramcılarına göre tarihe bağlılık edebiyatta ikincil önemde bir sorun. İnsan, varoluşu üzerine yoğunlaşır; siz de Eleni ve onun yaşamını bir varoluş mücadelesi ekseninde ele almışsınız. Eleni ve onun gibiler bu varoluş mücadelesinin sonunda, şu an neredeler?
Edebiyatın, tarihi gerçekliğe yaslanmaması, oradan yola çıkmaması pek mümkün değil. Yazar, gerçekten yola çıkarak yeni bir gerçeklik kurar, ancak bir tarihçi gibi davranmak ve bakmak zorunda değildir. Yeni bir gerçeklik kurmak, kimi zaman var olanı yıkmakla mümkündür. Tam da bu nedenle yazar tarihi aktarımı sorgulamalı ve eleştirmelidir. Tarihe bağlı kalmak yerine ona başka bir açıdan yaklaşmak zorundadır. Ben de Sarkaç’ta resmi tarihin ötelediği gerçekleri, sizin de söylediğiniz gibi Eleni’nin ve zulme maruz kalmış diğer karakterlerin varoluş mücadelesiyle birleştirmek istedim. Eleni ve onun gibiler şu an neredeler sorusuna, mücadele sonuç verdi, buradalar diyebilmeyi çok isterdim. Çok kültürlü, çok sesli, çok renkli bir ülkede kavga etmeden yaşayabilmeyi de… Özellikle 1950’li yıllarda İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalan Rum, Ermeni ve Yahudi toplumu dünyanın başka yerlerinde dillerini, kültürlerini yaşatmaya devam ediyor. Burada kalanlar da var elbette. Mücadelenin bittiğini söylemek güç. Geniş toplumun dışında kalan herkes için mücadele hep devam ediyor.
Çok kültürlülük ve çoğulcu yaşam romanınızın merkezindeki konular. 1940’ların İstanbul’u bugüne kalabilseydi nasıl bir İstanbul olurdu?
Bazen ben de sokakta yürürken durup bunu hayal ediyorum. Özellikle Beyoğlu’nda dolaşırken… Siyah beyaz fotoğraflardaki görüntüleri canlandırmaya çalışıyorum. Esnafın birbirine Rumca, Ermenice, Türkçe seslendiğini düşünüyorum. Yürüdükçe farklı dillerdeki şarkıların bize eşlik ettiğini de… Başka kültürlere yakın mesafede yaşamak insanın duygu ve düşünce dünyasını zenginleştirir her şeyden önce. Yeniliğe, değişime açık olmak gelişmenin de ilk adımı. Etrafımızdaki insanların hangi kimliğe, hangi dine mensup olduklarını bilmeden, bunu düşünmeden onlarla sohbet edebildiğimiz, tüm farklılıklara rağmen ortak bir dil kurabildiğimiz bir şehirde, hatta böyle bir ülkede yaşamak güzel olurdu.

Hasan İzzet Bey romanda dikkatimi çeken karakterlerden biri. Türk kimliğine mensup, cana yakın bir bürokrat. İyi kalpli biri. Varlık Vergisi’ne karşı gayrimüslim dostlarını korumaya çalışıyor ama başaramıyor. Bireyin bürokrasi içinde kayboluşunu, hiçe dönüşmesini Kafkavari şekilde işlemişsiniz Sarkaç’ta. Hasan İzzet Bey hem korkuyor hem de bir şeyler yapmak istiyor ve elbette çabaları yalnızca bireysel düzlemde kalıyor. Hasan İzzet Bey nasıl daha güçlü olabilirdi? Hasan İzzet Bey olmak, konforlu bir alanı utanç duygusuyla savunmanın bir imgesi mi, yoksa gelecekteki uyanışın sesi mi?
Romandaki Hasan İzzet Bey gibi kişilerden sözlü tarih çalışmalarında da bahsediliyor. Komşularını, arkadaşlarını, dostlarını zulümden koruyan, onların başına bir şey gelmemesi için çabalayan kişiler elbette vardı. Özellikle 6-7 Eylül’ü anlatan tanıklıklarda “Müslüman komşularımızın evine sığındık, onlar korudu bizi” cümlesiyle karşılaşıyoruz. Bunlar, sizin de belirttiğiniz gibi bireysel çabalar. Hasan İzzet Bey, maliyedeki konumunu, işini kaybetmek istemiyor, korkuyor da… Hem devletin hem toplumun baskısı altında vicdanlarıyla baş başa kalan insanlar ne yazık ki gerçek bir başkaldırı sergileyemiyor. Bir şeyler yapmaya çabalasalar da günün sonunda olan bitene seyirci kalıyorlar. Üzülmek, bir şeyleri değiştirmek için yeterli değil maalesef. Varlık Vergisi’nin uygulandığı yıllarda İstanbul defterdarı, Faik Ökte idi. Ökte, verginin kanuna dönüşmesi ve uygulanması sürecinde yaşananları “Varlık Vergisi Faciası” isimli kitabında anlatıyor. Düşünün, verginin uygulayıcılarından biri bunu “facia” olarak nitelendiriyor, bu kitap 1951’de yayımlanıyor. Bireyin bürokrasi içinde nasıl kaybolduğunu orada görebilmek mümkün. Ben, Faik Ökte’nin bu kitabı çektiği vicdan azabı neticesinde yazdığını düşünüyorum ki sonrasında da bir sürü dertle uğraşmak zorunda kalıyor. Baskının karşısında bireyin ne yaparsa yapsın tek başına güçlenebileceğine inanmıyorum, bunun için örgütlü bir mücadele gerekiyor, ancak insanların kendi çıkarlarını bir kenara bırakarak başkasının sorunları için mücadele edebileceğine de hiç inanmıyorum. Hasan İzzet Bey, konforlu bir alanı utanç duygusuyla savunmanın bir imgesi olabilir ancak, en azından ben böyle yorumluyorum, gelecekteki uyanışın sesi olsaydı bugün benzer sorunları yaşamazdık, uyanmış olurduk.
Romanda Tan, Cumhuriyet gibi gazetelerden haberler, yazılar ve dönemin önemli siyaset lideri İsmet İnönü de yer alıyor. İsmet İnönü, yaz aylarını Heybeliada’da ailesiyle geçiriyor ve tıraş olmak için adanın berberlerinden Yani’ye gidiyor. Yani Rum karakterlerden biri. İnönü bir yandan Yani ile yakın ilişki kurarken öte yandan 28-48 yaş arası gayrimüslim erkeklerin yol yapımı için çalışma kamplarına gönderilmesini destekliyor, Varlık Vergisi kanununun çıkarılması ve uygulanmasında etkin rol oynuyor. Vurgunculukla suçlanıp gelirlerinin çok üstünde vergi borcuna maruz bırakılan masum insanların da Aşkale’ye gönderilmesini onaylıyor. Savaş dönemi vurgunculuğu reddedemeyeceğimiz bir gerçek. Her savaş döneminde, bunu fırsat bilip zenginleşen insanlar var. 1940’lı yıllarda ülkemizde bu faturanın sadece gayrimüslimlere kesilmesi, tartışılması gereken bir konu. Vurguncular, adil yargılama ile mahkemede hâkim karşısına çıksaydı ve yalnızca suçlular cezalandırılsaydı bugün daha farklı bir ülkede yaşıyor olabilirdik. Bu konuda siz neler söylemek istersiniz?
Biz geçmişte yaşananlardan söz ederken ülkeyi yönetenlerin isimlerinden ziyade devlet kelimesini kullanmayı tercih ederiz. “Devlet, Varlık Vergisi kanununu çıkardı,” deriz. Ben romanda “Bu kanunu kimler çıkardı? Kimler uyguladı? Bunun sonucunda neler oldu?” gibi sorulara odaklanarak hikâyeyi bu sorulara verdiğim yanıtlar üzerinden kurmaya çalıştım. Dönem iktidarını oluşturan isimlerden söz etmesem olmazdı. Bu nedenle romanda İsmet İnönü’ye de karakter olarak yer vermek istedim. Vurguncular, adil mahkemelerce yargılansaydı ya da çıkarılan vergi borçları sürece yayılarak ödenebilseydi, onca insan haksızlığa uğramasaydı bugün belki de adaletin sağlanabildiği bir ülkede yaşıyor olurduk. Belki de en önemlisi duygu ve düşünce dünyamızdaki zenginliği kaybetmemiş olurduk. “Tarihte yaşananları dönemin şartlarına göre değerlendirmek lazım,” derler, buna hiç katılmıyorum. Bugünden geçmişe baktığımızda yaşananları eleştirmeyeceksek, o zamanlar öyle gerekiyormuş diyeceksek nasıl ilerleyeceğiz? Yaşadıklarımızdan ders almak ve aynı hataları yapmamak için önce gerçeği kabul etmek ve onunla yüzleşmek gerekiyor.
Romanda Eleni’nin annesi Lena’nın yüreğinde geleceğe dair ümit yeşertilmek isteniyor. Lena’nın ölümü savaşsız ve kinsiz bir dünyadan ümidi kesmemiz için bir işaret mi? İstanbul’da sinagoglara yapılan saldırıların birinde İzak’ın ölmesi de keza aynı şekilde yorumlanabilir. Üçlemenin son kitabını yazmakta olduğunuzu biliyorum. Hikâyenin sonunda ümit var mı?
Bugün toplum olarak geçmiştekine benzer bir zihniyetle söylem üretiyorsak ve hareket ediyorsak gerçekle yüzleşmemiş, hatalarımızı kabul etmemişiz demektir. Savaştan, kinden, nefretten kurtulamadık. Dünyanın dört bir yanında bombalar patlıyor, masum insanlar ölüyor. Kötülük her yanda kol geziyor. Gücü elinde bulunduran güçsüzü ezmeye devam ediyor. Elbette hayatta güzel anlar da yaşanıyor, ama dünyanın bir gün daha güzel bir yer olacağına dair benim umudum yok. Hikâyeye gelince kim bilir, belki karakterlerimden biri yarınlara umutla bakmayı tercih edebilir.
İletişimin giderek sertleştiği, görüşlerin kutuplaştığı bir dünyada yazar olarak biz okuyuculara neler önerirsiniz?
Kendimizi bir grubun içine dahil etmeye, taraf olmaya çalıştıkça aslında daha da yalnızlaşıyoruz. Karşımızdakini düşüncesi ne olursa olsun dinlemeyi başarabilsek ve onun neden öyle düşündüğünü anlayabilsek, kendimizi bir başkasının yerine koyabilsek her şey çözülecek aslında, huzura ereceğiz. Aidiyet duygusuyla hareket ettikçe ve bize dayatılanlardan kendimizi kurtaramadıkça bir arpa boyu yol gidemeyeceğiz.