Yıldız Ecevit, Varlık dergisinin Mart 1995 sayısında yayımlanan “Dünden Bugüne Türk Edebiyat Eleştirisi” adlı yazısında şöyle diyor: “Fethi Naci, Türk edebiyat eleştirisinin belki de en dikkatli çalışan eleştirmenidir.”
Kuşkusuz bu ifade Fethi Naci’nin eleştiri anlayışını tanımlamaya yetmez ancak onun kendine has eleştirisinde bu dikkatin çok büyük rolü olduğunu söyleyebiliriz.
BUNU HERKES GÖRÜR
İster kurmaca olsun ister düzyazı, bir metinde kusursuzluk onun en büyük önceliğidir. Yanlış yazılan kelimeler, yanlış kullanılan deyimler, imla hataları, bilgi yanlışları ve yazar dalgınlıkları… Aslında her okurun da görebileceği bu somut hataları bir çırpıda yakalar ve eleştirilerinde gözler önüne seriverir. Yazıdaki özen, okura ve aslında yazarın kendisine olan saygının en önemli göstergesi gibidir.
Örneğin “Homeros’ta Balık Sorunu” başlıklı günlüğünde Azra Erhat’ın Odysseia için yazdığı önsözde yer alan “Başlıca yemekleri ettir (…) Balık tutup yediklerini gösteren hiçbir belirti yoktur,” ifadelerine karşın Fethi Naci destanın iki farklı yerinde bunun aksini bulur, biz bir tanesiyle yetinelim:
“…açlık kemiriyordu karınlarını onların,
çengelli oltalarla dört dönüyorlardı adayı,
ölüyorlardı balık balık diye.”
Tahsin Yücel’in Peygamberin Beş Günü romanında yer alan “…birkaç eski tüfek, bir almancı bavulunun başına üşüşmüş köylüler gibi çevresine toplanarak…” ifadesini, olaylar 1942-43 yıllarında geçtiği için, “o yıllarda ne almancı vardı ne almancı bavulu: 1960’lardan sonra yapılabilecek bir benzetmedir o” diyerek eleştirir. (Roman ve Yaşam, s. 170)
Türk Romanında Ölçüt Sorunu’nda kaleme aldığı “Asım Bezirci’nin Şaşırtıcı Yanılgısı” başlıklı yazıda, Orhan Veli’nin çevirdiği bütün şiirleri derleyen Bezirci’nin yaptığı büyük hatayı ortaya koyar: Yahya Kemal’in yazdığı bir rubaiyi ve Hayyam’dan çevirdiği bazı rubaileri “Orhan Veli’nin Hayyam Çevirileri” olarak sunmuştur Bezirci.
“Roman yapısından yoksun, acemiliklerle dolu, sadece belirli bir dünya görüşüne hizmet için yazılmış bir roman,” diye eleştirdiği Tarık Buğra’nın Dünyanın En Pis Sokağı adlı eserinde de hatalar bulur.
Tarık Buğra, “Halka makbul olmak ister hakka mağfur olmadan” dizesini (“Hak’kın “H”sını da küçük harfle yazıyor) Pir Sultan Abdal’ın sanır; oysa o dize Şem’i Baba’nındır. (Tarık Buğra’nın o şiiri okumadığı belli: Okusaydı, andığı dizeden önce “Bir acaip derde düştü tutuşur Şem’i müdam” dizesinin geldiğini bilirdi kesinlikle.) Gene Tarık Buğra, o çok sevdiği Ahmet Haşim’in “Meh-tabda Leyleklerini okurken iki dizede yanlışlık yapıyor: “Onun böcekleri güya nücumdur yek-ser” dizesindeki “güyayı atlıyor; “Bu haşr-ı nûr-huveynâtı hangi kuşlar yer” dizesinde, “nûr-ı” yerine nûr” yazıyor. Belli, Tarık Buğra aruz bilmiyor; bilseydi, veznin bozulduğunu görür, bu çeşit yanlışlar yapmazdı. (Yüzyılın 100 Türk Romanı, s.338)
Fethi Naci başka bir sefer de Michel del Castillo’nun Şairin Ölümü romanının çevirisine takmıştır kafayı:
Hüseyin Boysan, bir cümleyi şöyle çevirmiş: “Keyifli bir tonla kullandığı gerçek sosyalizm deyiminin onda tiksinti uyandırdığını söylemek az bile kalır.” Belli, Hüseyin Boysan “reel”i “gerçek” olarak çevirmiş; oysa günümüzde, “sosyalist” denen ülkelerdeki “sosyalizm” “gerçek sosyalizm” olmadığı içindir ki “reel sosyalizm” deyimi kullanılıyor. Hüseyin Boysan, “reel” in “gerçek” dışında da anlamı olduğunu bilir. Le Petit Robert’de, felsefe terimi olarak, “fiilen var olan” (olanaklının karşıtı) anlamına geldiği yazıyor. “Reel sosyalizm” de, “gerçek sosyalizm” demek değil, “fiilen var olan sosyalizm” demek. (…) 47. sayfada “Komüntern”i okuyunca dizgi yanlışı olduğunu sanmıştım, ama 53. sayfada da iki kere “Komüntern” geçince çeviri yanlışı olduğunu anladım; doğrusu, “Komintern” ve “komün”le ilintisi yok, Komünist Enternasyonal sözcüklerinin kısaltılmışı. (Eleştiride Kırk Yıl, s.45)

Fethi Naci “Bir Kitabı Yayına Hazırlamak” başlıklı günlüğünü ise tamamıyla Canan Yücel Eronat’ın derlediği “Yakup Kadri’den Hasan Ali Yücel’e Mektuplar” adlı kitapta yer alan hatalara ayırmıştır. Baskıya Selahattin Özpalabıyıklar’ın hazırladığı kitapla ilgili Fethi Naci’den birkaç alıntı (Kıskanmak, s.234) yapalım:
Canan Yücel, Sunuş’ta, “derleyebildiğim on beş mektup” diyor, kitapta on altı mektup var.”
Dipnotlarda ilk düş kırıklığı 32. sayfada başlıyor. “humeur”ü “mizah” diye çevirmişler, belli ki “humeur”ü “humour” okumuşlar. O cümleyi dikkatli okusalardı (“…yalnız humeur’ünü ifşa eden bir takım huysuzluklar…”) mizahın söz konusu olmadığını anlarlar, biraz düşününce de “mizaç” sözcüğünü anımsarlardı. Ayrıca “mizah”ın “humour”u karşılamadığını da belirtmek gerek “mizah” yerine bir başka Arapça sözcük, “istihza”, kullanılabilir ya da “ince alay”.
Birkaç hatayı daha işaret ederek günlüğün sonunda sitem eder Fethi Naci: “Hem bunca yanlış, hem de dört formalık kitaba 350.000 lira fiyat! Pes.”
Yıldız Ecevit de nasibini alır Fethi Naci’nin dikkatinden, hem de kendisini en dikkatli çalışan eleştirmen diye tanımladığı yazısıyla:
Bir eleştirmen, özellikle benim gibi düşündüğünü apaçık yazan, hatır gönül dinlemeyen bir eleştirmen dikkatli olmak zorundadır. Ama Yıldız Ecevit gibi yeni yeni dışa açılan bir yazar da dikkatli olmak zorunda. Yoksa daha ilk yazısında dikkatsizliğinin nelere yol açabileceğini görür. Ecevit, yazısında, “Bir ekoldür Nurullah Ataç (1898-1957)” diyor ve iki sütun sonra “1960’da söylediği şu cümle…” diyebiliyor! 1957’de ölen Ataç’ı 1960’ta konuşturuyor! (Kıskanmak, s.120)

Dil bilinci konusunda da çok hassastır Fethi Naci. “İlhan Berk Mucizesi” adlı günlükten (Denemeler – Gücünü Yitiren Edebiyat, s. 455):
İlhan Berk’in Galata’sını okumaya kalkıştım ama daha ilk sayfasında attım elimden! Niçin mi? İlk sayfa, “İnsanlığın tarihinin yanı sıra kentler de tarihini koyar.” Kitabın başında “şiir” yazıyor. Niçin öyle yazdığı belli: Şiir dili gündelik dilin mantığına uymadığı için şiir dilinde yanlış aranmaz, “şiir” diye bir kayıt koydun mu büyük bir gönül rahatlığı içinde Türkçenin canına okuyabilirsin! Ama “şiir” demekle şiir olmuyor ki…”
(…)
“İlhan Berk’in gerçekten sevdiğim şiirleri var. Yadsınamaz bir gerçek: İlhan Berk ünlü bir şair. Bir gerçek daha: İlhan Berk anadilini bilmiyor. Ve sonuç: İlhan Berk, yeryüzünün hiçbir ülkesinde göremeyeceğimiz bir mucizeyi gerçekleştirmiş, anadilini öğrenmeden ünlü bir şair olabilmiştir!”
Fethi Naci’nin o kitapta bahsettiği kusurdan birkaçı şöyle:
Bir başka cümle: “Bir tarihi yapmasalar da, onu yaşamışlar, dahası katılmışlardır.” Cümle içinde “onu” geçiyor, İlhan’ın Türkçesine göre “… onu katılmışlardır.” gibi bir komiklik çıkıyor ortaya. Doğrusu: “…ona katılmışlardır.” olacak; cümleye “ona”yı eklemek gerek.
Bir cümle daha: “İster yaşayan, ister geçip gitmiş olsunlar, bir ulusu, bir uygarlığı anlamak kentlersiz olanak dışıdır…” İlhan’ın cümlesini Türkçeye şöyle çevirebiliriz: “İster yaşayan kentler, ister geçip gitmiş kentler olsun, bir ulusu…”
Bu günlük sonrası İlhan Berk mektubunda kendisine hak verdiğini ve yazının düzeltilecek tarafı olmadığı için kitabın yeni baskısında o bölümü çıkaracağını belirtir. Fethi Naci “Okurken” başlıklı günlüğünde bu durumu kendi üslubunca aktarır:
İlhan (…) hem o yazım üzerine “Önsöz’ü kitabından çıkarıyor, hem de o “Önsöz”de şiir bulmamı bekliyor! Neylersiniz, yaş haddinden emekli edilemiyor şairler!
İlhan Berk’in, Naci’nin eleştirilerini uygarca karşılayıp arasına mesafe koymadığı beş yazardan biri olduğunu ekleyelim.
KESKİNLEŞEN DİKKAT
Fethi Naci’nin eleştiri yazılarında dikkatini keskinleştirdiği birkaç örnek vermek istiyorum.
“Unutulmaz Bir Kadın Resmi” başlıklı günlükte Necati Güngör’ün hikâye kitabını ele alırken “Hep Böyle Uzun Yollar” adlı öyküsüne odaklanır:
Necati Güngör, hikâye kahramanının dayısı hakkında şu bilgileri veriyor: (…) İnsanların peşine düşüp para istemek ağır geliyordu ona bir kez; yoruluyor, yıpranıyordu dayım bu yolda. İkincisi, alacağını elde ettiği zaman, para bir hayli değer yitirmiş artık pula dönmüş oluyordu.”
Hikâyenin 1985’te yazıldığını kabul edersek, hikâye kahramanı on beş yıl önce dayısının kentinden ayrıldığına (…) göre, dayısının “alacağını elde ettiği zaman paranın bir hayli değer yitirmiş artık pula dönmüş” olduğu yıllar 1968-1969 yılları oluyor. Ve burada Necati Güngör’ün “gerçekçiliği” ile çelişen bir durum ortaya çıkıyor: Necati Güngör, ülkesinin on beş yıl kadar önceki ekonomik durumunu bile merak edip öğrenmemiş! Çünkü, Türkiye’de, 1963-1969 yıllarında enflasyon sadece yüzde 5 (BEŞ)’tir! Bunun için “para bir hayli değer yitirmiş artık pula dönmüş oluyordu.” sözlerinin gerçeklikle bir ilintisi yok. (Denemeler – Gücünü Yitiren Edebiyat, s.421)
Türkçede okuduğum en güzel aşk romanı, diye tanımladığı Huzur için de Naci’nin kusursuz dikkati devreye girer. Tanpınar’ın şairane ve süslü söz etme merakının romanın üslubuyla bağdaşmadığına vurgu yaparak şöyle devam ediyor:
Tanpınar hızını alamıyor, şiirlerinde kullandığı kimi dizeleri de cümlelerine sokuşturuyor: “Bir masal meyvasının yarım dilimine benziyordu.” (s. 163. bkz. Şiirler, Yeditepe Yayınları, 1961, s. 34); “Anları birleştirip düz ve yekpare zaman kurabildiğim için!” (s. 217. bkz. a.g.e., s. 7). Böyle bir yazarlık zaafı var Tanpınar’da; kimi söz buluşlarına pek hayran, onları tekrarlamaktan alamıyor kendini. Sözgelimi Yaz Yağmuru adlı hikâyesi şöyle biter: “Hayatına bütün müdahalesi kendi kendini göz hapsine almaktan ileriye gidemiyordu.” Bir başka romanında da, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, 145. sayfada şu cümleyi okuyoruz: “Bunları hatırlar hatırlamaz, oraya, kahveye, az çok benden başka türlü yaşayanların, kendilerini hiç olmazsa benim gibi göz hapsinde tutmayan insanların arasına gidiyordum.” Bir karikatüristin daha önce çizdiği bir karikatürdeki çizgileri tekrarladığını düşünün; Tanpınar’ın bu tutumu onu hatırlatmıyor mu? Oysa sanatçı, yalnız başkalarından değil, kendinden de “intihal” yapmaz. (Yüzyılın 100 Türk Romanı, s.207)
Evet, bir sanatçı kendinden intihal yapabilir mi?
DİKKATİN ELEŞTİRİYLE BÜTÜNLEŞTİĞİ AN
En beğendiği yirmi Türkçe romandan biri olan Sahnenin Dışındakiler için Naci’nin dikkati meyvelerini verir:
Ve roman Nâsır Paşa’nın öldürülmesiyle biter.
Oysa ben romanın gerçekten bittiğini sanmıyorum. Bana öyle geliyor ki Tanpınar yorulmuş romanını yazarken, anlatacağı şeylerin hepsini anlatmaya gücü yetmemiş ve romanını bir yerde bırakıvermiş. Bunu romandaki bazı sözlerle açıklamak mümkün. Sözgelimi 268. sayfada şu cümleyi okuyoruz: “İlerde anlatacağım gibi bu balıkhanede bizzat ben de bir gece kaldım.” Tanpınar, “İleride anlatacağım gibi” diyor, ama roman bitiyor ve hâlâ anlatmıyor.
Bunun gibi birkaç örnek sıralar Naci ve şöyle bitirir:
Bütün bunlar, ayrıca bazı olayların sadece bir başlangıç olarak kalışı ve romanın yapısındaki dağınıklık, Sahnenin Dışındakiler’in tamamlanmamış bir roman olduğu izlenimini bırakıyor. Ayrıca, Tanpınar’ın Sahnenin Dışındakiler’i sağlığında kitap halinde yayımlamayışı da ilginç; benim iddiamı destekler nitelikte bir tutum. (Yüz Yılın 100 Türk Romanı, s.218)
Yılmaz Karakoyunlu’nun Güz Sancısı romanına dair, yazar sorumluluğu ile ilgili söyleyecekleri vardır Naci’nin:
Güz Sancısı’nda 6-7 Eylül’ün ayak sesleri var, 6 Eylül gecesi var. Rumlar’a Türkler’in reva gördüğü vahşeti uzun uzun anlatıyor Karakoyunlu; Bayar’ın olayı önceden bildiğini, Menderes’in sorumluluğunu belirtiyor. 6-7 Eylül olayının ayrılmaz bir parçası var ki bundan hiç söz etmiyor Karakoyunlu. Türkler’in Türkler’e ettiklerini sükûtla geçiştirmesini anlamak benim için mümkün değil: 6-7 Eylül olayının sorumluluğunu komünistlerin üzerine yıkmak isteyen siyasal iktidar bir gecede, 70-80 (Belki de daha fazla!) solcu Türk yazarını, aydınım (Kemal Tahir’den Asım Bezirci’ye kadar) tutuklatmıştı. Çok iyi anımsıyorum, çoktan ölmüş komünistleri bile aramışlardı tutuklamak için! Bir süre sonra salıvermek zorunda kaldıkları o suçsuz insanlar çektikleriyle kaldılar. Romanını malumat kırıntılarıyla tıka basa dolduran Karakoyunlu’nun bu gerçekleri bilmemesi olanaksız Niçin yazmamış öyleyse? (Eleştiride Kırk Yıl, s. 18)

Oktay Rifat’ın Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üzerine Şiirler adlı kitabının ilk baskısı (1946) Fethi Naci’nin kitaplığında yer almaktadır ve o kitapta çok sevdiği şiirler vardır ancak bir dostunun ölümü sonrası “Karga” şiirindeki iki dize onda büyük yer eder: “Sen ömrün hercümercinde / Daima aydınlık ve güzelsin.” Oktay Rifat’ın o kitabı, otuz yıl kadar sonra başka beş kitabıyla birlikte yeniden yayımlanınca Fethi Naci’nin dikkatini çeker:
Şurasından burasından okurken bir de baktım ki o iki dizeyi değiştirmiş Oktay Rifat: “Sen ömrün kargaşasında / Hep aydınlık ve güzelsin.”
Belli, dil kaygısıyla… “dil kaygısıyla.” demek galiba doğru değil, Türkçe kaygısıyla yapmış bu değişikliği Oktay Rifat. Ama şiir Türkçeleşmemiş, şiirlikten çıkmış. Eski biçiminde, birinci dizedeki ō, ü ve r sesleri kargaşanın duyumsanmasına yardımcı oluyorlardı, bir görevleri vardı şiirde; oysa “kargaşa” sözcüğü “hercümere” yerini anlam olarak doldursa da ses olarak dolduramıyor; söylenmesi de güç: “Yaz köşesi” gibi. “Hep” de, “daima”yı karşılamıyor; “daima”da “aydınlık ve güzelsin”e uygun düşen bir genişlik vardı, “hep” bunu yok ediyor, bunun için de “aydınlık ve güzelsin”le uyuşamıyor.
Oktay Rifat’ın “şiirini Türkçeleştirme” kaygısı, öyle sanıyorum, yanlış bir temele dayanıyor; şiirde “ses”i bir yana bırakarak yalnız “anlam”ı düşünüyor; bunun için sözcükleri değiştirirken şiire gücünü veren “ses”in yitip gitmesine, şiiri de kendi ardından sürükleyip götürmesine aldırmıyor. Sesten bağımsız bir anlam düşünmek, şiire, düz yazısal bir yaklaşım olmuyor mu? (Denemeler – Türk Romanında Ölçüt Sorunu, s.99)

Orhan Pamuk’un Yeni Hayat romanı da dikkatinden kaçmıyor Fethi Naci’nin:
Orhan Pamuk, yeni romanını, gözlemlediği bireylerden ve toplumsal gerçeklikten çıkarmak yerine, birtakım önyargılara dayandırmayı daha uygun bulmuş, kahve müdavimi emekli memurlar gibi konuşuyor: “İnsanlar kurulu düzenin değişmesinden fazla da yana değiller. Solcular da böyle, sağcılar da böyle.” “Bir başbakan… Bir milli piyango bileti… ve bütün hayatımız düzelecek. Bu çeşit umudun renkleriyle teselli bulabilen bahtsızlar dünyasında yaşıyoruz ve hepimiz de öyleyiz.” Bu kesin yargılar, gerçekte, uzlaşmacılığın yeni örnekleri: “Kurulu düzeni bu duruma getiren ve bu durumda sürdürmek için elinden geleni ardına koymayan toplumsal sınıfı görmüyor da eleştirilerini bütün topluma yöneltiyor, zaman zaman da Batı’ya. Bunlar nasıl etkiliyor romanı? Yazınsal dilin yerini köşe yazısı açıklamaları alıyor, roman kişilerinin yerini de yazarın düşünceleri… (Kıskanmak, s.94)
Cevdet Bey ve Oğulları romanıyla ilgili olarak Fethi Naci’den bir alıntı yapmanın sanırım tam zamanı:
Fatma Akerson’un Çağdaş Eleştirinin Ekim 1982 sayısında yayımlanan “Anlatımda Kurgunun İşlevi” başlıklı nefis eleştirisinde dediği gibi, “Bir kahraman sahneye çıkınca, en fazla birkaç saati anlatılıyor. Bu birkaç saat ayrıntılara inilerek, neredeyse bir saatlik süre bir saat içinde okunacak biçimde veriliyor.” Ağaçlardan ormanı göremiyorsunuz roman boyunca, ama roman bitince ağaçlar görevini yapmıştır artık: Bir ormandır karşınızdaki; her bölüm, sanki nicel bir birikimdir, nicel birikimlerin nitel değişimi ya da Orhan Pamuk’un romanıyla söylemek istedikleri son bölümde somutlaşıyor.
BİTİRİRKEN
Yıldız Ecevit’in “en dikkatli çalışan eleştirmen” değerlendirmesine Fethi Naci şöyle yanıt veriyor:
Ecevit’in bu yargısı beni yıllar öncesine götürdü. Yusuf Atılgan’ın 1957-1958 Yunus Nadi Roman Armağanı’nda ikincilik kazanan ve 1959’da yayımlanan ilk romanı Aylak Adam için yayımlanır yayımlanmaz, Pazar Postası’nda bir eleştiri yazmış, Dost dergisinde de bir açık oturum düzenlemiştim. O sıralarda Ankara’da askerliğimi yapıyordum. Askerlik 1959 sonunda bitmiş İstanbul’a dönmüştüm. 1960 başlarında, bir akşam, Edip Cansever’le Lefter’in meyhanesine gitmiştik. O zaman “Nevizade Sokak” adını kimseler bilmezdi, Lefter’in meyhanesine de “Laternalı meyhane” derdik. Bir laterna vardı. Kafasına tabak koyarak oynayan Rum garsonu da anımsıyorum. Yusuf Atılgan’la orada tanıştık. Sohbet koyulaşınca, bir ara, “Siz Türkiye’nin en dikkatli okurusunuz,” demişti. Ben de “Okurun o kadar dikkatlisine eleştirmen diyorlar,” diye cevap vermiştim. Ertesi gün de Refik’te buluşmuştuk. (Kıskanmak, s.119)
En ufak bir eleştiride “Aman canım, sen de buna mı takıldın, bütüne baksana” diyen yazarlarımızın, ayrıntılar üzerine düşünmesinde fayda var. Fethi Naci’nin bu kadar dikkatli çalışmasının nedeni yazının aslında ayrıntılarla nitelik kazandığının bir göstergesi değil mi?
Çağdaş Küçük
Kaynakça
Fethi Naci, Denemeler – Türk Romanında Ölçüt Sorunu,Destek Yayınevi, 2010
Fethi Naci, Denemeler – Gücünü Yitiren Edebiyat, Destek Yayınevi, 2010
Fethi Naci, Roman ve Yaşam, Can Yayınları, 1992
Fethi Naci, Eleştiride Kırk Yıl, Adam Yayınları, 1994
Fethi Naci, Kıskanmak, Oğlak Yayınları, 1998
Fethi Naci, Yüz Yılın 100 Türk Romanı, İş Bankası Yayınları, 2007
Elinize sağlık. Fethi Naci’yi unutmamamız lazım gerçekten de. Ama şu “Yakup Kadri’den Hasan-Âli Yücel’e Mektuplar” olayına bir de benim gözümden bakın derim: Selahattin Özpalabıyıklar, “Fethi Naci’ye Açık Mektup ya da Bir Köşe Yazısını Yazmak, Ama Önce Düşünmek”, İtalik Benim: Yazı, yanıt, söyleşi, anı, Everest 2021, s. 172.