6.Kasım.23

Hafta sonumu Susuz Yaz ile geçirdim.

Elimde üç farklı eser vardı vardı: Öykü, tiyatro oyunu ve sinema filmi olarak Susuz Yaz.

Susuz Yaz’ı yıllar önce okumuştum ama bu “yıllar önce okumuştum” sözü, genelde iki anlama gelir: Ya o kitap hiç okunmamıştır ya da daha kötüsü, okunmuş ama unutulmuştur. İkisi de aynı kapıya çıkar.

Dolayısıyla kolları sıvayıp işe sıfırdan başlamak gerekiyordu. Öyle yaptım.

Kronolojik sıraya koyacak olursak önce hikâye vardır. Cumalı’nın öyküyle aynı adı taşıyan kitabı 1962’de yayımlanır. Sonra Metin Erksan’ın filmi, en son da oyun gelir.

Fakat hikâye, 1947-51 yıllarında Urla’nın Bademler köyünde geçer.

Necati Cumalı’nın günlüğünden (Yeşil Bir At Sırtında) geçen Dünlük’te bahsetmiştim. Cumalı, Susuz Yaz’ı pek anmıyordu günlüğünde.

Fakat yine yakın zamanda okuduğum Erol Güney’in anılarında ilginç bir mevzu vardı.

Eşi Berin Hanım’ın görevi dolayısıyla 1963-65 yıllarını İsrail’de, Tel Aviv’de geçirir Necati Cumalı. Böylece eski dostu Erol Güney’le tekrar bir araya gelme fırsatı da bulur. Erol Güney, kitapta Cumalı’dan bahsettiği bu kısma “Türkçeyi Unutturmayan Adam: Necati Cumalı” başlığını atar. Çünkü yıllardır, yani Cumalı çifti İsrail’e gelene kadar Türkçe konuşmamıştır Erol Güney. Cumalı’nın gelişiyle birlikte Güney de Türkçesine kavuşur. Eski dostlardır zaten. Dora ile Erol Güney’in nikah şahitlerinden biridir Cumalı. 1945’te yapılan ilk Mavi Yolculuk’a birlikte katılmışlardır. Cumalı’nın Dora Güney’le Almancadan Türkçeye ortak çevirileri vardır…

Susuz Yaz filmi 1964’te Berlin Film Festivalinde büyük ödül olan Altın Ayı’ya değer görüldüğünde (ki bu bir Türk filminin uluslararası arenada kazandığı ilk büyük başarıdır) Necati Cumalı İsrail’dedir. Gerisini Erol Güney’den dinleyelim:

“Necati, İsrail’deyken Susuz Yaz’ın film olarak çekildiğini ve Berlin Film Festivali’nde ödül kazandığını öğrenmesine rağmen hiç sevinmedi. Türkiye’den gelen gazete ve dergilerin yazdığına göre hikâye ile film arasında tatsız farklar, ilâveler varmış. Buna çok kızdı, bize uzun uzun bu kızgınlığını ifade eder dururdu. Bu yüzden bu filmi hiçbir zaman seyretmemiştir. Yine de çok daha iyi bir şey yaptı ve bu hikâyeden çok güzel bir piyes çıkardı. İstanbul Şehir Tiyatroları’nda oynandı ve büyük sükse yaptı.”[1]

Erol Güney’in dediği gibi, Susuz Yaz oyununu Tel Aviv’de yazmış Cumalı. Evet, oyunu da okudum. Oyunun sonuna şu notu eklemiş Cumalı:

Tel-Aviv, Ağustos 1964
Paris, Temmuz 1965

Oyuna gelelim o halde. Oyun olarak Susuz Yaz’ın öyküden pek farkı yok tabii. Ufak tefek farklar var ama o da farklı formatların zorunlu kıldığı birtakım değişiklikler bana kalırsa. Cumalı doğaldır ki sahneye konması için yazmış oyunu, başarılı bir oyun yazarı zaten. Dolayısıyla kişi / karakter sayısını azaltmış biraz, birkaç kişiyi değiştirmiş, eklemiş… Öyküdeki ruhsal çözümlemeler ve pek çok ayrıntı da oyunda yer almıyor haliyle. Fakat formatları farklı olsa da iki Susuz Yaz’ın yaratıcısı aynı, ikisi de edebi metin. Öykü hali daha iyi bir metin bana kalırsa, ama çok büyük fark yok öykü ile oyun arasında.

Zurnanın zırt dediği yer film… Metin Erksan’ın yönettiği filmde elbette hikâyenin atmosferi, ana konusu aynı. Fakat çok fark var filmde. Bu da doğaldır sanırım. Film, hikâyeye dayanmakla birlikte sinema başka bir yaratı alanı. Biri yazılı, biri görsel metin. Birinin yaratıcısı Cumalı, diğerininki Erksan.

Necati Cumalı’nın yerinde olsam Metin Erksan’ın yaptığı bütün değişiklikleri bir biçimde anlayabilirdim belki ama karakterlerin adlarını neden değiştirdiğini anlamak mümkün değil gerçekten. (Erksan, Hasan’ı Osman, Osman’ı da Hasan yapmış.) Bu anlamsız ama sonuçta önemsiz değişikliği geçelim hadi. Asıl mevzu başka.

Filmin bir yerinde, cezaevindeki Hasan, yazdığı mektupta Osman’a “emmoğlu” diye hitap eder ki bunu, hele bunu, anlamak hiç mümkün değildir doğrusu. Asıl hikâyeye sadakati bir kenara bırakalım, filmin kendi iç tutarlılığını da zedeleyecek bir şeydir bu. Çünkü Osman ile Hasan özbeöz kardeştir. Filmde de, mektubun okunduğu o sahneye kadar (merak eden varsa, tam olarak 1:08:03’te) aksini düşündürecek hiçbir şeyle karşılaşmayız.

Cumalı filmi izledi mi bilmiyorum ama sinirlenmesini anlayabiliyor insan.

Susuz Yaz‘ın çekimleri sırasında Urla’da: Ulvi Doğan, Hülya Koçyiğit ve Erol Taş

Buraya kadar Cumalı cephesinden baktık. Fakat film, yani Metin Erksan’ın yapıtı da en az Cumalı’nınki kadar büyük, önemli. Cumalı, hikâyesini öyle katmanlı ve derinlikli yazmış ki iyi bir yönetmenin elinde değerini bulmuş.

Filmin Altın Ayı alması, öncesi ve sonrasında yaşananlar ise başka bir hikâye…

Zeynep Miraç’ın 25 Mayıs 2008’de Milliyet gazetesinde yayımlanan bir söyleşisi var Metin Erksan’la. Söyleşinin vesilesi, Susuz Yaz’ın restore edilmiş halinin o yıl Cannes Film Festivalinde galasının yapılması.

Erksan, bu galaya katılmıyor ve Zeynep Miraç nedenini sorduğunda şöyle yanıtlıyor:

Ben festivalleri sevmem. Üstelik dün akşam bir iki parça gördüm Cannes Festivali’nden, soytarılık! Herifler smokinlerle penguenlere benziyor, bütün kadınlar da Harry Potter’daki cadılara! Bir kere daha nefret ettim. Giremem onun içine. Bak, Roma İmparatorluğu zamanında gladyatörler vardı. İmparatorluk son derece rezil bir şekilde insanları dövüştürür, birbirlerine öldürtürdü. Mecburdu insanlar, köle çünkü… Cannes’daki imparator da para, bunlar da paranın köleleri. Aynı gladyatörler gibi dövüşmeye gelmişler. Bu sefer bıçaklarla, silahlarla değil, filmlerle dövüş ediyorlar para uğruna. Öyle festivale gitmem ben!

Fakat biz önce 1964 yılına dönelim… Susuz Yaz’ın çekimleri bittiğinde sansüre takılır ve gösterime giremez. Bunun üzerine filmde Hasan karakterini canlandıran ve aynı zamanda filmin ortak yapımcısı olan Ulvi Doğan filmi yurtdışına kaçırır. Yine 2008 yılında, 21 Mayıs tarihli Hürriyet gazetesinde Ömür Gedik’in Fatih Akın, Ulvi Doğan ve Hülya Koçyiğit’le yaptığı söyleşide Ulvi Doğan’ın demesine göre dönemin Berlin Belediye Başkanı (sonradan Federal Almanya Şansölyesi) Willy Brandt yüzünden filmin yönetmeni değişir:

“Susuz Yaz” yasaklanınca, ben de filmi kaçırmak zorunda kaldım. Yönetmen Metin Erksan “Ben komünistim” deyince, filmin Berlin’de gösterilmesi tehlikeye girdi. Berlin belediye reisi odama geldi ve “Burada bir komünistin filmini oynatamayız, ya yönetmenin adını değiştirin ya da yarışmadan çekilin” dedi.

Metin Erksan’ın yukarıda bahsettiğim söyleşide bu iddiaya verdiği yanıt net: “Yalan söylüyor, alakası yok. Dolandırıcılığından öyle yaptı.” Söyleşinin başka bir yerinde, Ulvi Doğan ile aralarının neden açıldığı sorusunu da şöyle yanıtlıyor: “Dolandırıcılığından. Biz filmde ortaktık, bütün parayı kendisi alsın istedi. Sonunda ben de alamadım o da. Halbuki çok para kazandı film.”

Gerçeği saptamak pek kolay değil. Biz bildiklerimizi sıralayalım: Film Altın Ayı ödülüne değer görülünce Ulvi Doğan, “yeni görüntüler” ekleyerek filmi Birleşik Devletlerde ve bazı Avrupa ülkelerinde gösterime sokmaya çalışır. Sonradan eklenen bu “yeni görüntüler” Erksan’ın iddiasına göre pornografik parçalardır.

Biz yazılanların yalancısıyız, Hülya Koçyiğit’e benzeyen bir oyuncu bulunur ve eklenen bu yeni parçalarla film “Kardeşimin Karısı” adıyla gösterime sokulur.

Yıllar geçer, köprünün altından çok sular akar. Martin Scorsese’nin girişimiyle kurulan Dünya Sinema Vakfı’nın “World Cinema Project” adlı projesi kapsamında farklı ülkelerde çekilmiş, kopyaları hasar görmüş, unutulmuş filmlerin restore edilmesi amaçlanır.

Martin Scorsese, Fatih Akın’dan “kurtarılacak, restore edilecek” bir film listesi isteyince Akın’ın aklına –doğal olarak– Susuz Yaz gelir:

Martin Scorsese “Bana bir liste ver” dedi. 10 film istiyordu. Ben bu süreçte işi bilenlerle ve üniversitelerle görüştüm. Yılmaz Güney’in filmlerinin Londra ve İsviçre bağlantıları var. Onlar kendileri uğraşabilir ve düzeltebilir diye düşündüm. Diğer yanda “Susuz Yaz”a kişisel bir merakım da vardı. “Duvara Karşı”nın Altın Ayı kazandığı günün ertesinde gazetede “Susuz Yaz”ın resimlerini gördüm. “40 yıl sonra Türkiye bir Altın Ayı daha kazandı” diye yazıyordu. Ben de bu filmi çok merak ettim ve hemen izledim.

Olayların devamı şöyle gelişir: Fatih Akın, Metin Erksan’a filmi sorar ama Metin Erksan filmin yurtdışına kaçırıldığını söyler. Filmin orijinal negatifi Ulvi Doğan’dadır, Fatih Akın pes etmez, güç bela bulur Doğan’ı. Film meğer yıllardır, İstanbul’da bir banka kasasında saklanmıştır Ulvi Doğan tarafından. Fakat ortaya çıkar ki son bobin kayıptır. Dünya Sinema Vakfı’nın ve Martin Scorsese’nin desteğini arkasına alan Fatih Akın, işin peşini bırakmaz, Berlin Film Festivali’nin arşivindeki bir kopyadan faydalanılarak filmin son sahneleri de restore edilmiş haline eklenir ve nihayet bendeniz, bütün bunlardan habersiz, MUBI’de Susuz Yaz’ı seyrederim.

8.Kasım.23

Metin Erksan hakikaten ilginç bir adam.

Kırmızı Kedi Yayınlarının “Turuncu Kitaplar”ını bilirsiniz, o diziden yayımlanan “Aşktan, Ölümden Başka Bir Şey Kalmadı” Erksan’la yapılmış iki söyleşiden oluşuyor. Enis Batur’un deyimiyle bu “küçümen kitap”taki söyleşilerden ilki Ömer Madra ve Batur’un Metin Erksan’la 1987 yılında Gergedan dergisi için yaptıkları söyleşi. İkincisi ise (kitapta söyleşinin tarihi yok ama bakınca buldum: Mart 1996’da Fol dergisinde yayımlanmış) Yıldırım Türker’in Erksan’la konuşması. Susuz Yaz‘la ilgili bir şey bulurum umuduyla el attım kitaba ve buldum.

Erksan, Yıldırım Türker’le söyleşisinde Susuz Yaz’dan bahsediyor (s.61-62) ve filmi bıçak gibi kullanarak Türk sinemasını ikiye ayırıyor:

(…) Ben de “Türk sineması” dedim, “iki döneme ayrılır; Susuz Yaz’dan önce, Susuz Yaz’dan sonra.” Susuz Yaz gerek biçimsel gerek içeriksel olarak bir dönemi bitirip yeni bir dönemi başlattı.

Necati Cumalı’nın adını vermeden, hikâye ile film senaryosuna dair de şunları söylüyor yine aynı sayfalarda:

Ben o filmin senaryo yazarıyım da. Hikaye sahibi kendisi de “senaryonun benim hikayemle bir ilgisi yoktur” diyor. Ben yaklaşık 30 yıldır bu konuda bir şey söylemedim. Ama 31 yıldır Türkiye’de birtakım bilim kurulları var, sinemayla uğraşıyor. Susuz Yaz’ın senaryosuyla hikayeyi karşılaştırmak lazım. Sinema çalışması, seminer olabilir, hatta ders olarak konulabilir.

Yukarıda andığım maceraların dışında bir “küslük” ve “dargınlık” halesi de var filmin başında. Filmle ilgisi olan herkes birbirine kayıtsız, hatta kızgın gibi. Fakat sonuçta, her şey geçip gidiyor. Geriye yapıt(lar) kalıyor.

9.Kasım.23

Bu aralar memleketi çok özlüyorum. Burnumda tütüyor, o kadar.

Cumalı’nın Adam Yayınları’ndan çıkan Seçme Şiirler (Şubat 1998) kitabında rastladığım “Urla” başlıklı şiiri de, şiiri ne zaman nerede yazdı kim bilir, onun Urla özlemini yansıtır:

Diyelim bir masa var önümde
Elimde bardak
Oturmuş içiyorum
Bardak mı Urla mı tuttuğum?

Bardağı masaya
Tak!
Vurdum mu vurdum
Masaya dönüyorum
Urla, uzak, uzak, uzak

Uzak.

Onur Çalı


[1] Erol Güney’in Ke(n)disi, Hazırlayanlar: Haluk Oral, M. Şeref Özsoy, YKY, 3. Baskı, 2014, s. 189-190.