Vacilando Kitap tarafından Nisan 2022’de yayımlanan “Saatçi İbrahim Efendi Tarihi” yazarın ikinci romanı olup ilk kitabı “At Sancısı” 2020 Attila İlhan İlk Roman Vakıf Özel Ödülü’nü almıştır. Her iki kitaptaki farklı dil ve kurgu, tıpkı romanlarındaki karakterler gibi, şahsına münhasır bir yazarla karşı karşıya olmanın sevincini okurlara yaşatmıştır.

Elvan Kaya Aksarı’nın zengin dili ve yarattığı ilginç karakterler, bu sefer de bir öykü kitabında, “Pandispanya Gazetesi”nde bizimle buluşuyor. Kendisiyle bu kitap üzerine söyleştik.

Öznur Unat

Öncelikle yeni kitabın hayırlı olsun. Diğer kitaplarında olduğu gibi sayfayı açar açmaz ilginç bir tasarımla kitap bize merhaba diyor. Kapak tasarımına koşut olarak kapağı (kapıyı) açtığımızda içindekiler sayfası gazete binasının kat planı olarak karşılıyor bizi. Her bir oda, her bir öykünün adıyla anılmış. Gazetenin odalarında dolaşırken, meddahlık geleneğini sürdüren çağdaş bir anlatıcıyı işitiyoruz sanki. Olayları yer yer karikatürize eden bir anlatı. Öykülerin geçtiği zaman, sunulduğu mekân ve dekor, bilginin aktarılışı ve söz söylemedeki hüner dikkate alındığında böyle bir çağrışım yaptı bana. Bu düşünceme katılır mısın?

Tespitinin hakkını teslim ederek söze başlayayım. Voltaire, “Yazı her çeşit yazılabilir, bir tek sıkıcı yazılamaz.” diyor. Hâlbuki bu konuda hayli köklü bir tahkiye geleneğimiz var. Meddahlık da bu geleneğin atardamarlarından biri. Kurgunuz ilgi çekici olacak, dinleyici sıkılmayacak, anlatıcı mizahtan güç alacak vs. Bu yüzden ramazan gecelerinde kahvehaneler dolup taştı. Bu yüzden Şehrazat hayatından emin olabildi. Bu yüzden yakın dönemde meddah hikâyeleri taş plaklara alındı. Bir gazete yazısında Bela Tarr’ın, “Anlatılacak hikâye kalmadı” dediğini okumuştum. Üstat, bunu söyleyen ne ilk ne de son insan. Şairin, “Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar” dediği. Oysa hikâye ve insana dair ne varsa bir doğruyu değil, bir sarmalı takip ediyor gibi. Anlatmaya değer nice öyküler var. Dün meddahların hazırladığı tavukgöğsü bugün kazandibine döndü ama aslolan muhallebi sanırım.

Olmayan “Ğ”nin (aslında var olan ama görmezden gelinen diyelim buna) sonu mezar taşında biten makûs talihiyle bugünün toplumu arasında bir bağ kuracak olsak ne dersin?

Buna müsaade edersen At Sancısı’nın Nazım’ı yanıt versin zira neden bir sürü insan bir araya gelir de böyle bir dernek kurar, bu sorunun cevabı da sanırım bu pasajda saklı: “Şahsî fikrim, Şark’ta her şeyin cem olmaktan geçmesine isnat ediyor bu durum. Camisi, cemiyeti, mecmuası, cemaati, say sayabildiğine her şey cem makamından. Koskoca memleket, işte şu kadar ahali, bir camiadan ibaret. Ama hayat öteki türlüsüne de izin vermiyor. Bunca adam yarın bir sobanın etrafında toplanacak. Her odasında kalorifer yansa böyle mi olur? Üşüyen adam ferdiyetçiliği neylesin, evvela kemikleri ısınmalı. Koyunlar bile üşüyünce birbirine sokulur. Alışmamışız fert olmaya. Herifçioğlu günahının affı için papazın karşısına çıkar bizde âminler bile müşterektir. Hangisi doğru kestirmek güç, gerçi kestirsen ne olacak, öteki türlüsüne de züppe denilmez mi bizde?”

Elvan Kaya Aksarı

Boş Zamanların Peygamberi isimli öykünde önceki hayatında Yuşa Peygamber olduğunu söyleyen bir karakter üzerinden hikâyeyi kuruyorsun. Ezberlediği kitaplarla kendini ortaya koyan Özcan, mimar Perihan ve anlatıcı, Dündar Kafe’de sohbet eden dört marjinal karakter olarak bizi bu eğlenceli ortama hızla çekiyorlar. Konu Mevlana’dan, Taoizm’e, Platon’dan, Yunus Emre’ye oradan Sümerlere giden bir bilgelik halinde ilerlerken, Özcan ortaya karışık bir tost söylüyor.

Günümüzde her şeyi bilmenin güç ve erdem addedildiği, bilmiyorum demenin ayıp sayıldığı, “sıradan olma da ne olursan ol” düsturunun hüküm sürdüğü bir devirde, bu hikâyede birinin çıkıp “ben peygamberim” demesi, hatta Hz. Muhammed’in İngiltere’de yaşayıp rock müzikle uğraştığını söylemesi, aslında bana delilik gibi değil de bilakis deli taklidi yapan akıllılık gibi geldi. Öyküde geçen karakterlerden kimi Kemalistliğe, kimi muhafazakârlığa kimiyse mohitonun kimyasına tutunurken, herkesin kendi çapında kendini peygamber gördüğü bir toplumda, “Kral Çıplak!” demek gibi bir şey mi “Ben Hz. Yuşa’yım” demek. Ya da topluma uyum sağlamak ancak bu şekilde mi olanaklı?

Erasmus Deliliğe Övgü’sünde “sulandırılmış bilgeler” diyor. Yuşa yahut adı her neyse, bu muhterem de o kafileden denilebilir. Hareket ve tavırlarıyla asla ama muhakeme ve mukayesesiyle cıvık bir bilge. Yine de bir mukallit olduğunu söyleyemem. O deliliği taklit eden bir akil değil. Aslında senin de söylediğin normlar, deliliği kötü bir “şey” olarak dayatıyor. Çekiştirerek bir deliyi bir akıllı olarak görmemiz gerektiği salık veriliyor. Delikanlı olmak kötü bir şey midir? Bir şeyin derecesini belirtmek için “deli” sıfatından istifade etmez miyiz: Deli biber vb. Yuşa, keyfiyle keyfiyetiyle çağdaş bir Tuzsuz Deli Bekir. Ondan deliliğini almak, onu “tatsız tuzsuz” bir hâle getirecektir. Deli Dumrul’un canını Azrail bağışladı ama toplum, Azrail kadar bile cömert değil.

Melih Cevdet’in Rahatını Kaçırdığı Adam isimli öyküde, öykünün kahramanı çalıştığı gazetenin kültür sanat haberlerini yapıyor. Öyküde Ece Ayhan, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ataol Behramoğlu gibi şairler de selamlanmış. Bu vesileyle sormak isterim; şiirle aran nasıl? Hiç şiir yazdın mı? Öykü yazmadan önce şiir okumak gibi ritüellerin var mı?

Hiç şiir yazmadım dersem yalan olur. Şiirle aramdaki muhabbet okuma yazmayı bildiğim ama kerrat cetvelini henüz ezberleyemediğim yaşlara denk geliyor. Artık şiir hususunda bir çabam yok. Gelgelelim ölünceye dek iyi bir şiir okuru olarak kalacağım. Özel olarak yazmaya başlamadan önce şiir okumam ama hemen her gün birkaç şiir okumaya çalışırım. En son, Murat Özel’in Aynı’sını ve Zeynep Arkan’ın Gözleri Olan Hiçbir Şeyi’ni keyifle okudum.

Korsan Bir Devrim Denemesi öyküsünde, Cevat’ın okuduğu “Sofie’nin Dünyası” ile başlayan dünyaları değiştirme hadisesi, bir koyup üç alacağız hayallerinden devam edip beklenmedik bir sona evrilerek işimiz şansa kaldıyla bitiyor. Şimdi biraz edebiyata siyaset karıştırırsak, kitabın içinde de yer yer eleştirisini yaptığın bu düzeni edebiyatla değiştirmek mümkün mü?

Ne yazık ki, edebiyatla toplumlar değil, bireyler değişebiliyor. Kaldı ki, sermayeci sistemi değiştirmek şöyle dursun, o, edebiyat dünyasını “hizaya getiriyor.” Yayıncılık dünyasının “maestro”su, burjuva sınıfı. Kuralları koyan da, tatbik eden de o. Bugün bir kâğıt değirmeniniz olsa, alaylı bir mücellit olsanız, kitap dikiş tezgâhınız bulunsa dahi ancak eşe dosta kitabınızı ulaştırabilirsiniz. Bunca meziyet bile yeterli gelmiyor. Edebiyat dünyayı değiştirmiyor, değişen dünyayı yazıyor.

Dipnot Parodileri isimli öykünde de bir toplum eleştirisi var bana kalırsa. Bir deli kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış, sözünü adeta bu öykünle değiştiriyorsun. Deli kuyuya taş atıyor ama kırk akıllı ile imlenenler, günümüzde deliden daha deli. Hikâyede geçen “sözdelik, gerçekliğin kendisini inşa etmeye başladı” cümlesi, benim aklıma hemen Guy Debord’un Gösteri Toplumu adlı kitabını getirdi. Kişinin -aslının- yerine geçen üretilmiş imajlar, görünür olmak için girilen türlü türlü roller… Sence bu halimizin bize maliyeti nedir?

Bu soru, bir önceki soru ile anlam genişlemesine vesile olacak. Teşekkür ederim. Debord’un Gösteri Toplumu dediği şey bugün aslında toplum düzeni. 17. yüzyılın aristokrat yazarlarından Madame de Sevigne, “Aşağı tabakanın horlanması, toplumsal düzenin devamı için gereklidir.” demişti. Bugün de insanların çoğu, toplumsal düzen şemasından değil, o şemada yer aldıkları yerden şikayetçi. Marx’ın ironik bir cümlesi var: “Haftada 15 şilinle nasıl kapitalist olunacak!” 15 şilinle kapitalist olamıyoruz ama en azından kapitalist ya da burjuva gibi görünmeye çalışıyoruz. Sözde işlerle uğraşıp, entelektüel bir konfor alanı yaratmaya çabalıyoruz. Selimiye’nin minaresini gören bir oryantaliste dönüşüyor. Müstakil bir “tez edebiyatı” sahamız oluştu; ne yazık ki, bu da bir tezin konusu olmaya namzet. Etin yoksa, sosun da mı yok? Acılı mayonez, mayhoş ketçap, bol bolamat dipnot. Berlin usulü Türk dönerinden hâllice akademilerimiz…

Son sorumu günümüz edebiyat dünyasında yeterli kritik yok, eleştirel bakış açısı yok üzerinden yürütülen eleştirilerle ilgili sormak istiyorum. Milan Kundera’nın Gülünesi Âşıklar isimli öykü kitabının “Hiç Kimse Gülmeyecek” adlı öyküsünde kahraman, “Bu biricik hayranımı kendime neden düşman edeyim?” diyerek, kendinden istenen tanıtım yazısını yazmamaya karar veriyor. Ancak bu kararını bildirmekten çekindiği için başına gelenler, yılan hikâyesine dönen bir durum komedisi olarak okuru güldürüyor. Sence edebiyat dünyamızda gerçek ve sağlam kritikler yapılabiliyor mu? Yoksa ne şiş yansın ne kebap, tarzında, al takke ver külah diye de ifade edilebilecek ilişkiler mi baskın?

Ben otokritiğe inanıyorum. Yunus Emre, henüz Molla Kasım gelmeden kendini sigaya çekti. “Sözü eğri büğrü söyleme” diyerek öz eleştirisini yaptı. Yazar istediği eleştiri ortamını bulamayabilir, bunda yazar dışı birçok unsur sayılabilir. En azından Herakleitos’un kadim tavsiyesini dinleyerek, aynı nehirde iki kez yıkanmaya çalışmamalıdır. Bir damar yakalayınca oradan devam etmeye çalışmak, altın avcılarının işi olabilir ama yazarların işi bu mudur, tartışılır. Formül, bilim bahsinde işe yarayabilir ama sanat mevzusunda insanı kısır döngüye hapseder. Soruna gelince, bizde saat gibi işleyen bir eleştiri kurumu yoktur. Münekkidin Yahuda muamelesi gördüğü yerde kimse İsa’yı karşısına almak istemez.