Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla) 4 milyar 540 milyon 874 bin 674. Yıl, 303. Gün.
BİFED’İN 10. YILI
BİFED (Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali) adını İngilizce açılımından almış: Bozcaada International Festival of Ecological Documentary. Bu yıl 11-15 Ekim tarihleri arasında –şaka değil– 10. yılını, elliyi aşkın filmle sessizce kutlayan festivale adalılar her zamanki gibi yoğun ilgi gösterdi. Yıllardır anakaradan ve yurt dışından gelenler de var. Gösterimler ücretsiz.

BİFED’in önemi, en basit anlatımla bize yaşatılanların, para ve güç sahiplerinin organize ve kötücül eylemlerinin sonucu olduğunu ikna edici bir şekilde ortaya koymasıdır. Bu yıl iptal edilen müzik ve film festivallerinin gölgesinde yapılan festival öncekiler gibi hayli göz açıcıydı. 2023’ün en iyi belgeseli ödülünü alan İsveçli ödüllü yönetmen Fredrik Gertten’in “Toplum Sözleşmesini Yırtmak” (Breaking Social) filmindeki araştırmacıya göre, batı demokrasilerindekiler başta olmak üzere, yapılan tüm seçimlerde (1 insan = 1 Oy) yerine, (1 Dolar veya Avro = 1 Oy) eşitliği geçerlidir. Türkçesi “Ört ki ölem”dir ve durumun içyüzü her dört yılda bir, seçimden seçime oy vererek ülkesi için bir şeyler yaptığını düşünenleri bile ayağa kaldıracak niteliktedir.
Festival Yönetmeni Petra Holzer, BIFED’in 10. yıl kitapçığındaki “BIFED 10 Yaşında” başlıklı yazısında, festivalin bu yıl ilk kez İspanya, Yunanistan ve Almanya’ya taşınacağını belirtiyor ve diyor ki:
“On yılda dünya birçok canlı çeşidini yitirdi ve çok daha kirlendi. Bu on yılda dünyadaki toplam beton miktarı toplam biyolojik varlık miktarını ilk kez aştı. Yağmur Ormanlarının oksijen üretme kapasitesi tarihindeki en az orana indi ve her geçen yıl sıcaklık rekorları kırılıyor. Tüm bunlara karşın gemi turizmini, silahlanmayı, siyanür kullanımını ve estetik burun ameliyatlarını önleyemedik, aksine ölüm ticareti yayılarak büyüyor (ve) neredeyse tüm insani, toplumsal ve ekolojik sorunların arkasında bugün gelişmiş ülkeler diye adlandırdığımız ülkeler var.”
Holder yazısında, sömürünün günümüzde çok daha acımasız bir şekilde sürdüğünü; bütün söylediklerini çok daha estetik ve bilimsel söyleyen çok güzel, çok cesur filmlerin varlığından doğan BIFED’in mavi gezegenden başka bir seçeneğimizin olmadığını ortaya koyduğunu anımsatıyor.

İnsanların yaşama haklarını hedef alan savaşların yıkıcı sonuçları başta olmak üzere, hayatımıza olumsuz etkisi olan gelişmeleri karanlıktan aydınlığa ve bilince çıkaran böyle önemli bir festivalin daha fazla insana ulaşması gerekir.
305. Gün: YEDİSİNDE NEYSE…
Ankara Yenimahalle’deki 5. Duraktan yukarıya doğru çıkan sokağa sapar dümdüz giderseniz sonunda Yunus Emre İlkokulu’na ulaşırsınız. Benim zamanımda (60’ların başı), birkaç derslik yeni bir okuldu. Derslikler aynı uzun koridora açılırdı. Aceleye getirilmiş bu bina benim, Sarıkamış’ta okula başladığım, lojmanımıza yakın olan Fevzi Çakmak İlkokulunun Ruslardan kalan binasının yanında fazlaca zavallı kalıyordu. Binayı geçtim, sınıfta tahta cetvel bile yoktu. Başkentimizin bir ilkokulu böyleyken, “Doğu”daki okulumuzda, sergi salonumuz ve piyanomuz vardı. Bunu ayrıntılı şekilde 48. günlüğümde gezi notları olarak yazmıştım.
Ankara’daki öğretmenimiz, emekliliği gelmiş de geçiyor olan, elini kaldırmaya gücü yetmeyen bir adamdı. Sınıfın en son sırasına boynunu ve heceleri uzatıp bakarak, “Nuuur-ül Hüdaaa-yı Çiii-çek. Gel de tahtayı temizle!” derdi. ‘Tanrı’nın ışığı’nın üstüne düşen başka işler de vardı; her pazartesi tırnak ve el temizliği kontrolü gibi. Bez mendiller sıraların üstüne dizilir, eller ayaları aşağıya gelecek şekilde parmaklar bitişik sıraya bastırılır, Nur beklenirdi. O, önden arkaya bütün sınıfı dolaşır, kirli elleri öğretmenin adına lavaboya gönderir, uzun tırnakları oracıkta tırnak makasıyla keserdi. O yıllarda, kolay kullanımlı şimdiki tırnak kesiciler ne arar! Bayağı bildiğimiz ucu eğri tırnak makasını eline alıp keserkenki hoyratlığı canımızı ve onurumuzu acıttığından pazartesileri okula gelirken son bir kez ellerimize göz atardık. Nur-ül Hüda’nın standardını öğrenmiştik nasıl olsa. Sınıfın yaşça ve boyca en büyük öğrencisiydi. Aramızda birkaç yaş fark vardı. Yarım yamalak beliren memeleri bana doğanın mucizeleri hakkında bir fikir verecek kadar göz önündeydi. Dokuz yaşımdaydım.
Sadede geleyim. Mezuniyet yılı gelince, Yenimahalle’nin ana caddesi üzerindeki, bir konser salonuna sahip, durmuş oturmuş Barbaros İlkokulunda konser vermemiz kararlaştırıldı. Mandolin ekibimiz hazırdı. Tek eksiğimiz koroydu. Kızları ikna etmek zor olmadı. Gönülsüz de olsa, kızların arkasında bir sıra oluşturacak sayıda oğlan da toplandı. Aralarında ben de vardım.
Provalarımız başladı:
“Bahçemde bir çam var,
Boyu evimden yüksek.
Gölgesinde serpilir
Her türlüüü çiçek.”
Nur-ül Hüda’nın çiçeği. Ama o, koroda yok. Boyu, belki de sesi elvermiyor. Her şey güzel de, her provada oğlanlar arasından biri eksiliyor. Bir iki ay sonra, iki kişi kaldığımızı fark ettim. Bir sonraki ve konsere yakın olan haftada artık, tek oğlan olarak yalnızdım. Durumun, bana da sorunsuzca ve sorumsuzca kaçma hakkı verdiği ortadaydı.
Konser günü geldiğinde sahnedeydim. Kızların arasında tek oğlan bendim. Koro tek sıraya düşmüştü ve ben içlerindeydim. Salon velilerle doluydu. Kız sesinden zor ayırt edilen ince sesimle bağırıyordum: BAHÇEMDE BİR ÇAM VAR…

Şimdi bu da nereden çıktı, diye sorulabilir. Parşömen’deki yazılarıma başlayalı 3,5 yıl olmuş ve bu da ellinci günlük yazım. Aslında geleneksel günlükten çok, deneme, eleştiri, anı, kurmaca türlerinin karışımı, bazen “gelişine vurulan” ve bazen de “göğüste –belki de gönülde– istop edilip yumuşatılan” yazılar bunlar. 11 yaşımdaki aklımla bir uğurda kararımdan nasıl caymamışsam bu yaşımda da benzer bir anlayışla hareket edebilmemi, Parşömen’in sağladığı gelişkin ortama ve başta Onur Çalı olmak üzere Parşömen’i yaşatan edebiyatsever yazar ve okurlara borçluyum.
308. Gün: CEK VE CAK
Gençler geleceği düşünmezler: Biyolojik yaşamları garanti altındadır. Yaşlılar ise, gelecek endişesi taşırlar. Bu, güneşin eğikliği ölümün gölgesini onlara doğru uzattığı içindir.
Hayatlarının baharındaki ikiz kardeşler Cek ve Cak sinemaya giderler. Bilet kuyruğunda önlerinde gördükleri iki güzel kız dikkatlerini çeker. Kızlardan yayılan, kulakların duyamayacağı kadar ince sesler içlerini gıcıklatmıştır. Kendi aralarındaki kaşgözle aynı dalga boyunda olduklarına emin olurlar. Kızların yanlarındaki koltuklardan bilet alabildiklerine sevinirler, çünkü “Tanışma” adlı kayığın mutlaka “kader”in çalkantılı denizinden çıkıp “irade”nin kararlı topraklarının kıyısına ulaşması gerekir.
Sinema salonunda, –yalnızca söz konusu aşk ise göz yumulabilen– “tesadüfün istismarı” yoluyla yakınlaştıkları kızlardan birinin adının Düşüne, diğerinin Yapa olduğunu öğrenirler. Çıkışta kızlarla birlikte bir kafeye gitme fikirlerinin parlaklığı gözlerini kamaştırır ama bu önerinin pırıllığı kızları körleştirmez. İzin isteyip biraz açılırlar.
Cak ve Cek, kızların kararını beklerken huzursuz ve hareketsizdirler. Fiskosun uzaması kızlardan birinin gönülsüzlüğünü mü, yoksa başka bir şeyi mi göstermektedir? Yarım Ayların hiçbiri dolunayda tam tepeye çıkan Ayın parlaklığını nasıl veremezse yarım bilgi de insanı bütünüyle harekete geçirmez.
Daha sonra onları hep birlikte yan yana kafeye doğru yürürlerken görürüz. Böyle yürüyen gençler kaldırımda yaşlılara geçecek yer bırakmazlar. Ama, biz şimdi duruma gölge düşürmeyelim. Kızlar ikizleri ortalarına almışlardır. Onlar da, kızlar tarafından seçilip paylaşıldıklarını şıppadak anlamışlardır, çünkü Düşüne Cek’in tarafındadır, Yapa Cak’la birlikte yürümektedir. İkizler, kızlarla arkadaşlıklarından ümitvardırlar.
Not: Kıpkısa öykülerde olay örgüsü yerine tema arayan okurlara: Sahi! Eylemsiz aklın, akılsız eylemle akrabalığı olduğunu hangi yazar söylemişti?
310. Gün:
Nezaket kurala saygı gösterir.
Nazmi Özüçelik
Sevgili Nazmi, iyi ki yazıyorsun. Her günlüğü merak ve keyifle okuyor, öğreniyorum. Hayata, dünyaya çok yönlü bakışını, entellektüel birikimini paylaştığın için teşekkür ederim.
Sevgili Servet, sağ ol. Çok mutlu oldum. Güzel yorumun için asıl ben teşekkür ederim.