Edebiyat dünyamızda yazarlar kadar çevirmenlerin özverili çalışmaları ve ince işçilikleri sayesinde bir kültürü tanıma ve yabancı dilde yazılmış metinleri okuma olanağı buluyoruz. Kültürleri yakınlaştırmak, farklı anlayış ve gelenekteki toplumlar arasında köprü oluşturmak, duygudaşlık kurabilmek bakımından çevirmenlere büyük iş düşüyor. Bir kültürü veya tarihi öğrenmenin yolu bazen de edebiyattan geçiyor. Böylece bilgi ve duygu aktarımı yoluyla okur, daha önce hiç yaşamadığı bir durumu, olayı, deneyimlemediği bir duyguyu yaşamış gibi hissedebiliyor ve başka birinin gözünden bakabiliyor. Bu da farkındalıklara ve farklılıklara giden yolda insana yeni patikalar açıyor. Bu amaçla, çevirmenlik mesleğine gönül vermiş bir dil işçisini konuk etmek istedik. Son dönemde “Yuvaya Dönüş”, “Bizi Saran Deniz”, “Beyazlı Kadın” ve “Tom Amca’nın Kulübesi” çevirileriyle tanıdığımız İsmail Ferhat Çekem’e çeviri mesleğinin inceliklerine dair merak edilenleri sorduk.
Esme Aras

Sizi tanıyalım; kimdir İsmail Ferhat Çekem, hangi eğitimleri aldı, çevirmenlik mesleğinden önce neler yaptı, nerelerde çalıştı?
1973 Adana doğumluyum. 1998 yılında ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümünden mezun oldum. 1999-2018 yılları arasında Türkiye İş Bankası’nda çalıştım. 2018 yılı başında, eşimin işi nedeniyle İsviçre’ye taşınınca çeviriye daha çok zaman ayırmaya başladım. Siyaset bilimi, ekonomi, sosyal bilimler ve edebiyat alanlarında İngilizceden Türkçeye çeviri yapıyorum. Şimdiye kadar iki makalem ve on bir adet çeviri kitabım yayımlandı. Sonuncusu, yakın zamanda Yedi Yayınları’nın okurla buluşturduğu, Thomas Hardy’nin Yuvaya Dönüş (2023) adlı kitabıdır. Bunun yanında beş kitabın çevirisini çeşitli yayınevlerine teslim ettim, kitapların baskıya gitmelerini bekliyorum. Halihazırda çalışma masamda çevirisi devam eden beş kitabım var.

Peki, çeviriyi bir meslek olarak yapma fikrine nasıl evrildi tüm bu süreç? Sevdiğiniz kitapları Türkçeye kazandırma, başkalarıyla paylaşma arzusuyla mı yola çıktınız? Bu noktada sizin için aslolan, çeviri yaparken aldığınız haz duygusu mudur ya da farklı olarak neler söylemek istersiniz?
Çeviriye üniversite yıllarında, Ankara’da başladım. İlk başta, kendi alanlarında İngilizce yayınları okumakta zorlanan birkaç arkadaşıma yardım etmek için makaleler çevirdim. İşin kendisinden keyif aldığımı ama konunun beni çekmediğini görünce çeviride nasıl kendimi geliştirebilirim, nasıl farklı alanlara geçebilirim diye düşünmeye başladım. Ardından üniversitede çeviri dersi aldım; Filiz Dikmen Hoca, ufkumu sonuna kadar açtı ve çeviri meselesinde biraz pişmem için beni tanıdığı, güvendiği bir çeviri bürosunun yanına verdi. Bir buçuk sene kadar o büroda teknik çeviri yaptıktan sonra İletişim Yayınları’nın kapısını çaldım ve siyaset bilimi alanında çeviri yapmak istediğimi söyledim. Tanıl Bora, sağ olsun, bana son derece yardımcı oldu; önce bir iki makale çevirtip beni sınadı, ardından da ilk kitabımı verdi. Bu işi seviyorum çünkü çeviri işinin kendisinden keyif alıyorum: Bir metindeki kelimelere, cümlelere, hikâyelere dalmak, yazarın ne anlattığını kavramaya ve özümsemeye çalışmak bana büyük haz veriyor. Bir o kadar büyük ve kalıcı haz da insanların kitap okumasına aracılık ettiğimi, bundan yirmi sene ya da kırk sene sonra da birilerinin benim çevirdiğim bir kitabı eline aldığında ismimi anacağını bilmek tabii ki.
Şimdiye kadar hangi yayınevleri ile çalıştığınızdan bahsederken, ilk çeviriniz yayımlandıktan sonraki süreci de kısaca anlatabilir misiniz? Editörlere kendinizi kabul ettirmekte zorlandığınız anlar, bu yola baş koymakla doğru adım atıp atmadığınız konusunda endişe ve çekinceleriniz oldu mu?
Az önce de sözünü ettiğim gibi çeviri yapmaya İletişim Yayınları ile başladım ve 2018 yılına kadar sadece onlarla çalıştım. Bu işe daha çok zaman ayırmaya başladıktan itibaren düzenli olarak diğer yayınevleriyle görüşür oldum; hâlâ, dönem dönem yeni yayınevlerine çeviri özgeçmişimi yollar ve birlikte çalışma imkânlarını kovalarım. Şimdilik İş Bankası Kültür Yayınları, Livera Yayınları, Yedi Yayınları ve Tellekt Yayınları ile çalışıyorum.
Bu işi yaptığıma memnunum şu an, öyle varoluşsal kaygılar yaşatmadı bana neyse ki. İşimi severek yaptığım için aklıma hiç “acaba başka iş mi seçmeliydim” sorusu gelmedi. Bunun en önemli sebebi, benim çok uzun süre kurumsal bir işte çalışıp daha sonra tam zamanlı çevirmenliğe geçmem, yani o “başka işin dünyasını” da görmüş, tecrübe etmiş olmam. Tabii işin maddi boyutu da önemli; ne mutlu bana ki bunu dert etmeden çeviri yapma imkânım var, aksi takdirde o kaygıları yaşar, o soruları kendime sorardım.

Çeviriye başlayacağınız kitaba siz mi karar veriyorsunuz yoksa yayınevi mi öneride bulunuyor; iş süreciniz ve bir kitabın okura uzanan yolculuğu nasıl ilerliyor? Bir tercihiniz, sevdiğiniz tür ya da üslubuna yakınlık duyduğunuz ve özellikle odaklandığınız, çevirmek istediğiniz yazar/lar var mı?
Ben yayınevlerine ana hatlarıyla hangi alanlarda çeviri yapmak istediğimi söylüyorum, onlar ellerinde bana uygun olduğunu düşündükleri kitapları öneriyor, ortada bir yerlerde buluşuyoruz. Kitap kararlaştırılıp sözleşmesi imzalandıktan sonra çalışmaya başlıyorum. Şimdilik özellikle odaklandığım, eserlerini mutlaka çevirmeliyim dediğim yazarlar yok; adını duyduğum duymadığım her yeni metin, her yeni yazar benim için kendimi sınamanın ve geliştirmenin yeni bir yolu.
Çeviri yelpazenizde kurgu kadar kurgu dışı olmak üzere eğitimini aldığınız politika, ekonomi, sosyal bilimler alanlarında çevirileriniz var. Dilin içinde yaşadığı tarihsel ve kültürel öğeleri, dönemin edebi ortamını, siyasi iklimi hatta yazarın hayatını özümsemek, kısacası bir metnin ruhunu, çevirinin estetiğini yansıtmak bakımından çeviriye başlamadan önce nasıl hazırlık yapıyorsunuz?
Gerek aldığım eğitimler gerekse okumayı sevdiğim alanların farklı olması nedeniyle, bahsettiğiniz üzere, politikadan ekonomiye, oradan da edebiyata uzanan bir çeviri portföyüm var. İlk önce kitap ve yazar hakkında bulabildiğim temel bilgileri, tanıtım yazılarını, kısa özgeçmişleri okuyup çok kaba hatlarıyla bir resim çizmeye başlıyorum kafamda. Çeviri sürecine başladıktan sonra kitap hakkında ayrıntılı incelemeler, akademik çalışmalar, eleştiriler, yazarın diğer kitapları vb. okuyarak bu resmi zenginleştiriyorum. Tabii burada çok dikkatli olmak, çevrilecek metin dışındaki kaynaklardan edinilen bilgilerin, örneğin yazarın siyasal tutumunun, özel hayatının, çeviriyi olumlu ya da olumsuz etkilemesini engellemek gerekiyor. Elimden geldiğince, farklı türlerden kitapları sırayla çevirmeye çalışıyorum: Siyaset bilimi çevirdiysem edebiyata, Viktorya dönemi İngiltere’sinde dolaştıysam sosyal bilimler alanına dönüyorum. Bir nevi nadasa bırakıyorum kendimi ve bir sonraki kitap için toprağımı dinlendiriyorum.

Çevirmenlik hem ana dilde hem de kaynak metnin dilinde bir yetkinlik gerektiriyor. Öyle ki bir dili bilmek, çeviri yapabilmek için yeterli değil; yoğun emek, incelikli bir mesai ve sabır istiyor. Özellikle Edgar Allen Poe çevirileriyle tanıdığımız Hasan Fehmi Nemli bu konuda, “Çeviri bir dilden bir dile değil, bir kültürden bir kültüre yapılır. Bu nedenle her iki dilin ait olduğu kültürü de iyi bilmek gerekir,” diyor. Siz ne düşünüyorsunuz, kendisine katılır mısınız?
Çeviri yaparken önem taşıyan, dikkate alınması gereken pek çok unsur var ama sıralama yapmam gerekirse ilk başa Türkçeye hâkimiyeti yazarım. Bunu yalnızca genel olarak Türkçe’nin anlatım imkânlarına, gramerine, imlasına hâkimiyet olarak söylemiyorum: Denizcilik üzerine bir kitap çevirecekseniz, örneğin, ya Türkçedeki denizcilik terimlerini iyi bilmeniz ya da bu konudaki kaynakları elinizin altında bulundurmanız şart. “Bunlar evrensel konular, terimler Türkçede de bu şekilde kullanılıyordur,” kolaycılığına kaçarsanız iyi okur hemen yakalar.
Orijinal dilin ait olduğu kültürü bilme meselesine gelince, evet, kaynak metni, kültürü ne kadar bilirseniz o kadar iyi çeviri yaparsınız. Öte yandan bu tespit bizi şu indirgemeciliğe de sürüklememeli: “Orijinal dilin konuşulduğu ülke(ler)de yaşamadan ne o metin anlaşılabilir ne de Türkçeye doğru aktarılabilir.” Orijinal dile ve kendi dilinize hâkimseniz, çeviri sürecinde neyi iyi bildiğinizi, neyi ayrıntılı araştırmanız gerektiğini ayırt edebiliyorsanız bu işi yapabilirsiniz.
Özellikle kurmaca çevirilerinde Yüksel Pazarkaya’nın dediği gibi “estetik iletiyi” sağlamak kolay değil. Çevirmen o noktada bir kültür elçisi gibi çalışarak kaynak ile hedef dil arasında yeni bir patika açmaya çalışıyor, köprü oluyor. Örneğin bazı metinlerde yazarın sesinin duyulması istenen bir durum değilken, çeviride de kişinin kendisini geri çekip görünmez kılabilmesi ne ölçüde mümkün? Temel kaygısı anlaşılır bir metin ortaya koymak olan, sonuçta yazarın üslubunu yansıtırken yazınsal bir yapı inşa etmeye çalışan çevirmen, öykü türünde nasıl ki boşluklar bırakılarak okurun katılımı sağlanıyorsa, çeviride de okurun bu çabasına olanak tanımalı mıdır?
Çeviri metinlerde metnin “çeviri kokmamasını” sağlamak esas olduğu gibi, yazarın anlattığını onun anlattığı şekilde –üslubuyla, ritmiyle, vurgusuyla– vermek de esastır. Yani “Yazar bunu demek istemiş olmalı” bakışıyla metne müdahale etmemek gerekir. Yazar cümleleri uzun tuttuysa, devrik yazdıysa, bazı kelimeleri hiç beklenmedik yerlerde tekrarladıysa çevirmen, “Önemli olan okurun anlaması, cümleyi kısaltalım, düzgün ifade edelim, tekrardan kaçınalım” dememeli, bunu yapmamak için sonuna kadar direnmeli. Yazar, orijinal metinde, okurun anlayışına, hayal gücüne, bilgisine, tecrübesine neleri bıraktıysa çevirmen de kendi metninde bu sınırları aşmamaya özen göstermeli. Benzer bir şekilde, orijinal metinde kullanılan deyimler, argolar, göndermeler, şiveler, bozuk konuşmalar Türkçe metinde nasıl verilecek, bunun üzerine çok derinlemesine düşünmeli.
Öte yandan çevirmenin bakış açısı, algısı, kültürel özellikleri ve metne yaklaşım tarzı düşünüldüğünde, çeviri bir yorumlama biçimidir, diyebilir miyiz? Kaynak dilden hedef dile kılavuzluk ederken yazarın estetik kaygısı, duygu ve düşünce aktarımı gibi konularda anlam çeşitliliğinin sağlanabilmesi yönünde çevirmen metne ne kadar müdahale etmelidir, bunun yani yaratı müdahalesinin bir sınırı var mı? Çevirmen, yazarın amacından kopmadan, karşılaşacağı en büyük tehlike olan aşırı yorumdan kaçınmak amacıyla ne yapmalıdır peki?
İşte tam da burada kültürler arası aktarım meselesi devreye giriyor. Kaynak metindeki dili konuşan insanların başka hiçbir açıklamaya ihtiyaç duymadan anladığı deyimlerin, argo ifadelerin, mesleki jargonların Türkçede birebir karşılığı olmadığını biliyorsak ne yapacağız?
Yöntemlerden biri bunları dipnotlarla açıklamak, diğeri de dipnotta verilecek açıklamayı çeviri metne yedirmek. Sosyal bilimler çevirilerinde daha kolayı ve doğrusu birincisiyken, edebiyat çevirisinde ikincisinin tercih edilmesi okuyucuya kolaylık sağlayabilir, çünkü ikide bir okuma akışı kesilmez dipnota bakmak için. İkisi arasındaki dengeye karar vermek çoğu zaman çevirmenin tek başına yapacağı bir iş değildir, muhakkak editörle birlikte karar verilmelidir.
Çeviri sırasında aşırı yoruma kaçıp kaçmamak aslında kendinizi ne kadar ve nasıl terbiye ettiğinizle alakalı: Orijinal metni hakkıyla okur, anlamadığınız yerlerde kendinizi kandırmazsanız ve kendi yorumunuzu katmamak için özel olarak çaba harcarsanız aşırı yoruma kaçmazsınız. Doğrusu da bence budur.

Sonuçta dil yaşayan bir şey. Bu nedenle zaman içinde bir kitabın birden çok çevirisi yayımlanıyor. Çevirmen dile olduğu kadar okura karşı da sorumluluk duygusu taşırken özellikle kurmacalardaki çeviri sırasında Türkçeye yeni sözcükler, deyişler kazandırmak gibi bir görevi de üstlenmeli mi? Dilin döneme göre değişim geçirmesi düşünüldüğünde, sizin kanaatiniz de bunun bir zenginlik olduğu yönünde midir?
Dil yaşayan bir varlık olduğu için tabii ki bir kitabın zaman içinde birden çok çevirisi yapılacak, bunlar da zaman içinde birbirinden farklılaşacaktır. Özellikle kurmacalardaki çeviri sırasında Türkçeye yeni sözcükler, tamlamalar vb. kazandırmak çevirmenin görevidir; zaten çoğu da bunu severek yapar, iyi bir karşılık bulduğunda da çocuk gibi sevinir. Yeter ki Türkçe’nin mevcut imkânlarıyla bu çeviriyi yapamayacağına, ortaya koyduğu yeni karşılığın / sözcüğün / tamlamanın orijinali mümkün olan en geniş anlamıyla karşıladığına ve bunun Türkçeye doğal bir şekilde yerleşeceğine, garipsenmeyeceğine emin olsun. Bunu başarabilen çevirmen tabii ki dilimize zenginlik kazandırmış olur.
Yüksel Pazarkaya Çevirinin Estetiği ve Çeviri Serüveni adlı kitabında çeviriden önce bütün dillerin yabancı olduğundan söz eder. Bu anlamda çeviri, duvarları ve sınırları ortadan kaldırır. Özellikle yazın için söylersek, “çevirmen barış insanıdır,” diyor, “ondan daha etkin barışçı yoktur.” Siz bu konuya nasıl bir yorum getirirsiniz?
“Çevirmen barış insanıdır” demek bana çok genel bir tanımlama gibi geliyor; nasıl tarif edeceğimi bilemesem de eksik kalan, yerini bulamayan bir şeyler var bu tanımlamada. Belki de kitabı okumadığım içindir.
Yabancı bir ülkede yaşıyor, üretiyorsunuz. Pek çok coğrafyada Türkiye’nin ve Türk edebiyatının yeterince bilinmediği konusundaki gözlemleriniz nelerdir? Bu anlamda yurt dışındaki yayınevleriyle herhangi bir temasınız oluyor mu? Halihazırda Türkçeden İngilizceye çevirdiğiniz kitaplar, yayımlanmayı bekleyen dosyalarınız var mı ya da öykücü ve şairlerimizden çeviriler yaparak, süreli yayınlarda yayımlatmayı düşünüyor musunuz?
Benim yaşadığım ülke, dört ayrı resmî dili olan ve bulunduğunuz kantona göre telif ve çeviri kitapların ağırlığının değiştiği bir ülke. Resmî dili Almanca olan bir kantonda yaşıyorum, buradaki kütüphanelerde, kitapçılarda gördüğüm kitapların büyük bir çoğunluğu haliyle Almanca; İngilizce ve diğer yaygın konuşulan dillerdeki kitapları bulmak bile zor. Türkiye’deki çeviri sektörünün gerek alan çeşitliliği gerekse çevrilen kitap sayısı bakımından buradan fersah fersah ötede olduğunu söylemem gerekir.
Türkiye ve Türk edebiyatından örnekleri burada tabii ki görebiliyorum ama sınırlı sayıda; içlerinden bazıları da Türkçeden değil, İngilizceden Almancaya çevrilmiş durumda.
Türkçeden İngilizceye veya Almancaya çeviri yapmıyorum. Bunu ana dili İngilizce ya da Almanca olup Türkçeyi çok iyi bilen kişilere bırakmayı tercih ederim.
Ülke tanıtımı açısından baktığımızda yazarlara ve çevirmenlere ne kadar önemli bir görev düştüğü gerçeğini görüyoruz. Ama diğer yandan kur artışının ve yüksek enflasyonun yaşandığı bugünkü tabloda yayıncıların işi hayli zor. Yayınevleri çeviriyi de masraftan kısılacak kalemlerden biri olarak mı görüyor? Ülkemizde bir yazarın, yalnızca kalemiyle yaşaması çok zor. Peki, çevirerek yaşamak mümkün mü?
Bu soruya cevap vermeden önce Türkiye’de az sayıda yayıneviyle çalıştığımı, bütün yayınevlerini ve koşullarını bilmediğimi, dolayısıyla genel bir cevap veremeyeceğimi belirtmem gerekir. Öte taraftan bu konuda büyük sıkıntılar yaşayan çevirmenler olduğunu, bazı yayınevlerinin çevirmen ücreti ödememek, geç veya eksik ödemek için her türlü fırsatı kolladığını tabii ki duyuyorum. Ben çalıştığım yayınevlerinde böyle bir sıkıntı yaşamadım, şanslıyım. Sadece ve sadece çeviri geliriyle yaşamak imkânsız Türkiye’de: Her çevirdiğiniz kitabın on binlerce baskı yapması ve her ay yeni kitaplarınızın basılması gerekir bunun için. Eh, insan her defasında da bu kadar kısmetli olamaz, değil mi?
Günümüzde dijital dünyadaki gelişmeler sayesinde yapay zekâ uygulamalarının kitap çevirilerindeki rolü hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Tecrübeli bir çevirmen bir sözcüğü tarihi ve kültürel bağlamı çerçevesinde değerlendirip kullanmaya karar verirken, yapay zekâ teknolojisi çevirmenin yerini tutabilir mi? Bu mümkün olabilir mi?
Edebiyat çevirileri için konuşacak olursak, yapay zekâ uygulamaları kitap çevirmenlerinin yerini tutmaz. Bunu en başta sarih biçimde ifade ettikten sonra biraz açmak istiyorum meseleyi. Yapay zekâ diyoruz bu uygulamalara ama aslında ortada bir zekâ değil, son derece gelişmiş istatistiki modellere dayalı, belirli bir alanda hangi kelimenin hangi kaynakta ne sıklıkta tekrarlandığını ölçerek yeni bir metinde bir sonraki kelimenin ne olacağını tahmin eden uygulamalar var. Bunların çeviri sürecine, telif haklarına, yeni yazarların ve çevirmenlerin yetişmesine, kullananların zihnini nasıl tembelleştirdiklerine dair muhtelif tartışmalar Türkiye’de ve dünyanın dört bir yanında devam ediyor. Çok önemli yazarlar eserlerinin bu uygulamaları “beslemede” kullanılmasına karşı çıkıyor çünkü bir süre sonra onlar gibi yazan, onların üslubunu kopyalayabilen “makine romancıları üretildiğini” görmek istemiyorlar. Edebi kaygılara ilaveten işin maddi boyutu da var: Emeği çalınmış bu yazarlar telif haklarını kimden isteyecekler?
Yayınevleri açısından bakalım; belki ilk başta “bu uygulamalar çevirinin kabasını yapar, sonra bir çevirmen ve/veya editör üzerinden geçer, süreç hızlanır” diye düşünülebilir. Gelgelelim, işi çevirmenlik olan birinin yaptığı çeviriyi orijinaliyle karşılaştırarak kontrol etmek zaten bu kadar zorken, makinenin yaptığı çeviriyi kontrol etmek o zorluğu en az iki katına çıkaracaktır. Üstelik, makineye neden bazı kelimeleri tercih ettiğini, neden bazı uzun cümleleri kısalttığını vb. soramayacak kimse. Ya yeni baştan yapılacak o çeviri ya da makinenin çevirisinin doğru olduğuna dair gerekçeler öne sürülecek ve salt zaman/maliyet baskısıyla iş yapan insanlar eninde sonunda teslim olacaklar bu gerekçelere.
Aslında bu soruyu çevirmenlerden, yayınevlerinden çok okurlara sormak lazım: Çeviri metinde (ki çoğu okur buna kendi kaynak metni gözüyle bakar, bakmak da hakkıdır) incelikten uzak, bağlamdan kopuk, yazarın birbirine yakın kelimelerden neden birini değil de öbürünü tercih ettiğini anlamamış, anlamadığı için de yansıtamamış, git gide standartlaşan ve kuruyan çeviriler istemiyorlarsa yapay zekânın çeviride kullanılmasına önce onların karşı çıkması lazım.