Çok okuyan, güzel de yazan bir arkadaşım birkaç yıl önce bana Notos’ta çıkan bir öykümle ilgili olarak, orada ne anlatmak istedin, diye sorduğu zaman bir hayli şaşırmıştım. Bunun sebebi bu soruya verecek net bir yanıtımın olmaması değildi sadece; sorunun edebiyatın içinde olan birinden gelmesi de tuhafıma gitmişti. Yani evet, orada özel bir şey anlatmak niyetinde değildim, bunu amaçlamamıştım. Bu yüzden, ne anlatmak istedin, sorusu beni biraz boşa düşürmüştü. Öykü, pandemi döneminde yapılan zorlu bir gece yoluculuğunu hikâye ediyordu – son anda alınan izin belgesi, yolda ateşin ölçülmesi için durdurulmalar, ıssız yollar, yağmur ve karanlık. Yani özel bir mesaja sahip değildi öykü ve belli yerlerinde -kendimce- yakaladığım anlatım yoğunuyla beni memnun etmesi dışında bir özelliği de yoktu belki de.

Okul hayatımız boyunca gözümüze sokulan o itici sorunun içimize işlediğini düşündüm sonra. Yazar burada ne anlatmak istemektedir, şeklindeki soru öğrencilik hayatımızda bize sık sık sorulduğu için zihnimizde okumanın her zaman pragmatik bir eylem olduğuna dair bir koşullanma yaratmış olmalı, diye düşündüm.

***

Kitabevinden insan manzaraları: 11-12 yaşlarında bir çocuk, bir adım geride duran annesiyle dergi reyonunun önündeler. Çocuk nasıl bir dergi alacağını tam bilememekte ve elindeki dergileri düşünceli düşünceli evirip çevirirken bir tür işkence çekmektedir. Annesi, oğluna yardım etmekten uzak, ona ikide bir “Bilmediğin şeylere bakma” diyor. Çocuk şaşkın ve kararsız, zaten neyi bilmediğini bilmiyor; onun için burada! Yoksa en cool dergiyi kapıp doğru kasaya yönelmek de var. Oğlan reyondan yeni bir dergiyi çekip alınca annesi bir adım yaklaşıp derginin kapağına bakıyor ve bu kez tepkisi biraz sert: “Öyle salak salak şeylere bakma!” Sonunda bu ikisi herhangi bir seçim yapmadan dergilerin dünyasını terk ediyorlar. Çocuk önde, annesi arkada kitabevinden çıkıyorlar. Oğlanın “Aslında ötekini almak daha avantajlı…” gibi bir şeyler söylediğini duyuyorum.

Stanley ve Iris bir parkta oturuyorlar. Iris biraz mahcup ve kararsız, duygularından o kadar da emin değil. Stanley ona bakıp şöyle diyor: Hüzünlüyken gri hırkanı giyiyorsun, Mutlu, neşeli olduğun zamanlardaysa pembe hırkan oluyor üstünde. Iris ona dönüp, “Beni izliyorsun,” diyor, soruyla karışık, gayet şaşkın. Stanley dirseğini bankın sırtına dayamış, kendinden emin bir şekilde gülümsüyor: “No, I am not. You just stand out!”

Parktalar, akşamın ilk saatleri, Stanley ve Iris aralarında başlayan şeyin ne olduğunu bilmeden orada ahşap bir bankın üstünde oturuyorlar. Birini Robert de Niro, diğerini Jane Fonda oynuyor. Sahnenin güzelliğini siz düşünün artık!

***

Neflix’teki David Beckham belgeseli son zamanlarda izlediğim en iyi şey olabilir. Hele Real Madrid’e transferini ve sonrasını anlatan kısımlara bayıldım! Beckham ile İspanya’daki ilk röportajı yapan John Carlin ünlü yıldızı Real’e transfer eden başkan Florentino Pêrez’in futbola olan ilgisini anlatırken, bütün o inşaat işleri, işadamı kimliği falan Perez’in hayatının düzyazısıydı, diyor. Bir an duruyorum; prose sözcüğünün bilmediğim bir anlamı mı acaba, diye düşünüyorum. Bir sonraki cümlede Carlin konuya açıklık getiriyor: Real Madrid ise onun hayatının şiiriydi.

***

Etkilenme meselesi, ilginç. Ritsos’un Enis Batur’u takip ettiğini, Rilke’nin sıkı bir Melih Cevdet okuru olduğunu düşünebilirsin, kronolojiyi bilmesen. Galata’yı ya da Pera’yı okurken bir Salâh Birsel kitabını kat ediyorsun gibi gelebilir. Üslup da şüphesiz devam eden, aktarılan bir şey. Katman katman açılıyor, zamana yayılarak gelişiyor. Öğreniliyor. Bu anlamda, belki de kimsenin üslubu özgün değil. Herkes bir öncekinden el alıyor. Demek ki üslup kazanılan bir şey. Okudukça edinilen. Ve yazarın kendisinde olan ile birleşen.

***

Emrah Safa Gürkan’ın Köy Enstitüleri yorumu. Bir akademisyenin henüz üzerine yeteri kadar eğilmediğini düşündüğü bir konuda fikir beyan etmekten kaçınması görmeye alışık olduğumuz bir durum değil. Elbette geldiği çevre dolayısıyla bir görüşe yakın duruyor ama bir akademisyen olarak Emrah Hoca’nın iki tarafın argümanlarına hâkim olmadığını açıkça ifade etmesi dikkat çekici. Bir okul çocuğunun “Biz daha o konuya gelmedik,” demesi gibi Emrah Hoca da Köy Enstitüleri üzerine henüz çok okumadığını, ama ilerde bu konuyu daha detaylı incelemek istediğini söylüyor. Dürüstçe ve olağandışı bir tutum alış.

***

Mete’ye geçen yıl birinci vizede ne sorduğumuzu soruyorum. Ukrayna’yı yazmışsın, diyor. Ah, evet ya, diyorum, hatırladım. Sonra bir an birbirimize bakıyoruz. Sadece isimler değişiyor, diyor Mete, başka da değişen bir şey yok!