Site icon Parşömen

2025 Edebiyat Soruşturması: Yasemin Çongar

Parşömen’in 2019 yılından beri sürdürdüğü soruşturmalara verilen yanıtların önemli bir kaynak olacağına inanıyoruz. 2025’te hangi kitapları okuduk? İz bırakan olaylar nelerdi? Edebiyat kamuoyunda neler gündem oldu?

Bu yıl da okurlara, yazarlara, şairlere, çevirmenlere yönelttik sorularımızı.

İyi kitaplar okuyacağımız bir yıl olsun 2026.

Yasemin Çongar

2025 yılında yayımlanan kitaplardan beğendiğiniz beş tanesini, beğenme nedenlerinizden kısaca bahsederek bizimle paylaşır mısınız?

2025 bir tür “maksatlı okurluk” yılıydı benim için. Daha ziyade yazdığım ya da çevirdiğim metinlerle bağlantılı kitaplar okudum: Bir yanda, yirminci yüzyılın ilk yarısından on iki modernist yazarın külliyatını, mektuplaşmalarını, haklarında yazılmış biyografileri, incelemeleri okumayı iş edindim, onları hâlâ büyük iştahla okuyorum, beri yanda çeviri uğraşım kapsamında genelde Arjantin edebiyatına, özelde de Julio Cortázar evrenine gömüldüm, yapıtının yanı sıra, tanıklıklardan, mektuplardan yola çıkarak Cortázar’ın hayatına dair her şeyi öğrenip kavramaya çalışıyorum. Böyle olunca, Türkiye’de 2025’te yayımlanan kitapları pek az takip edebildim, okuduklarım arasında arkadaşlarımın yazdıkları ve/veya dert ettiğim şeyleri dert eden politik romanlar benim için öne çıktı.

Unufak: Rober Koptaş’ın 2024 sonbaharında yayımlanan romanını bir yıl gecikmeyle, hakkında epeyce yazılıp çizildikten ve –hakkıyla– övüldükten sonra okuyabildim. Rober Koptaş’ın Türkiye’deki Ermenilerin parçalanmış, öğütülmüş, unufak edilmiş hayatlarını, birçoğumuzun karşısına ilk kez bu kadar sahici portrelerle çıkaran bu ilk romanı, beni bundan sonra yazacağı romanlar için de sabırsızlandırdı. Yaşadığımız ülkenin hakikatini bir gün kavrayacaksak, Unufak gibi romanlar sayesinde olacak bu.

Belgrad Kanon: Ebru Ojen’in şiddeti, yoksulluğu, geleceksizliği anlatan yeni romanını, önceki romanları gibi yine çok sevdim. Dünyaya ve düzene dair derin bir kavrayışla, bir karşı koyuşla yola çıkarken ezberleri tekrarlamıyor, her bireye –her karaktere– sahici bir merakla yaklaşarak o karakteri anlama isteğiyle yazıyor Ebru Ojen. Yazarla, hakkında bir söyleşi yapma imkânı bulduğum Belgrad Kanon, bence kaynağındaki bu samimi merak sayesinde, karakterlerini ete kemiğe büründürüp okurun zihnine nakşediyor. İhsan’ı, Lubomir’i kolay kolay unutmam.

Nostalji: Romanyalı yazar Mircea Cărtărescu’nun ilkin 1989’da, sansürsüz haliyle de 1993’te yayımlanan ilk mensur kitabını, bu yıl farklı bir yayınevi yeniden yayımlayınca, Hüseyin Tüzün’ün çevirisinden okuyabildim. Birbirine gevşekçe bağlı beş ayrı metinden oluşan sıradışı bir roman bu. Bütün bölümlerde, yazarın hem hafızasında ve renkli muhayyilesinde hem de başlı başına bir karakter olan Bükreş’te geziniyoruz. Bu gezintiyi duru ve sağlam bir dil vasıtasıyla yapmak, metnin iç içe girmiş katmanları arasında kaybolmadan ilerlememizi sağlıyor. Bol oyunlu, yer yer masalsı yazan Mircea Cărtărescu, tutkuları, hastalıkları ve masum kalmasının imkânsızlığıyla insanı çok iyi anlatıyor. Tekrar tekrar okunabilecek o nadir kitaplardan.

O Yıl: Ahmet Altan imparatorluğun son yıllarını kendi ailesinin fertlerinden mülhem karakterlerle anlattığı “Osmanlı Kuarteti”nin dördüncü romanında, İttihat ve Terakki iktidarının, yüzbinlerce masum insanı sadece Ermeni oldukları için yok ettikleri 1915 yılına odaklanıyor. O Yıl, 110 yıl sonra hâlâ yüzleşmediğimiz bu büyük suçun nasıl işlendiğini ve sonuçlarını, “santimantalizm” tuzağına düşmeksizin, okurken akla kazınan gerçekçi sahnelerle anlatıyor. Unufak için söylediğimi burada da söyleyeyim: Edebiyat bazen hayatlarımızın hakikatini bize kavratabilecek en etkili araçlardan biridir; Ahmet Altan’ın O Yıl‘ı da böyle bir roman, en katı tabularımızdan birini yıkmaya girişiyor.

Her Şey Normalmiş Gibi: Tam da bugünlere, “her şey normalmiş gibi” içine sıkışıp yaşamaya çalıştığımız, bizi güvenden ve özgürlükten yoksun, çoğu zaman da çaresiz bırakan düzene dair bir roman. Gaye Boralıoğlu, biri İstanbullu diğeri Diyarbakırlı iki genç insanın biten/bitmeyen aşkının izinde, bu düzende neyi nasıl yaşadığımızı yansıtmakla kalmıyor, yaşadığımız her şeyi farklı birikimlerin süzgecinden geçirirken birbirimizi anlamanın, birbirimize el uzatmanın imkânlarını da sorguluyor. Olayları, karakterleri, atmosferi neyi ne kadar anlatacağı konusunda muazzam bir dil kontrolüyle yazmış Gaye Boralıoğlu. Sakin, sahici. Soluksuz okunuyor.

Beş kitapla sınırladığınız listeyi uzatmak istemiyorum ama bu yıl çıkan, benim için önemli üç şiir kitabını anmama izin verin:

* Asuman Susam’ın Kalbi Hızlandıran Şeyler‘inde, zamanın, bedenin, dilin sınırlarını zorlayarak kalbi hızlandıran, infilakın eşiğindeki hakikatin parçalarını gören şiirler var.

* Ahmet Güntan’ın okura adeta bir yetmiş yaş armağanı gibi sunduğu 7’lik Hitaplar, tümevarmayış ve öylelik üzerine düşünmeye imkân veren, Parçalı Ham.‘dan sonra sürprizli bulduğum otuz şiirden oluşuyor.

* Attila József’in seçme şiirlerini, Cem Yavuz’un Macarca aslından çevirisi ve sunuşuyla, iki dilde bize sunan Güzellik Dilencisi‘ni bir süredir dönüp dönüp okuyorum. Şairin otuz iki yaşında hayatına son vermeden on ay önce, iş başvurularında kullanmak üzere yazdığı birkaç sayfalık curriculum vitae‘si de kitapta yer alıyor, daha sarsıcı bir otobiyografi düşünemiyorum.

Size göre 2025 yılının önemli, dikkat çeken, üzerinde konuşmaya değer edebiyat olayları, konuları nelerdi?

— Yapay zekânın edebiyat alanına da sızması 2025’te bir yandan hızlanırken, bir yandan da, yapay zekânın “yaratıcı zekâ” olmadığının bilincindeki yayıncıların, editörlerin, çevirmenlerin, yazarların her yerde, her dilde bu bilinçle üretmeye devam etmesi önemli.

— Son on yılda Batı dillerine çeviriler arttı ve yayıncılık dünyası Doğu Avrupa’daki çok güçlü edebiyat damarını yeniden keşfetti. Türkçeye hâlâ nispeten az –bazen de yazıldığı dil yerine üçüncü dillerden– çevrilen Doğu Avrupa edebiyatı, 2025’te şu pek sevilen “boom” kelimesiyle etiketlenmeye başladı. Lehçe yazan Olga Tokarczuk’un 2018’de ödüllendirilmesinden sonra 2025’te de Macarca yazan László Krasznahorkai’nin Nobel almasını, Bulgarca yazan Georgi Gospodinov’un burada da genişçe bir okur kitlesi bulmasını ve kısa süre önceki Türkiye ziyaretini, Rumence yazan Mircea Cărtărescu’nun kitaplarını Türkçe okuyabilmeyi önemsiyorum. Bugün güney, doğu ve batı slav dillerinde yazılan edebiyatın öne çıkan yapıtları, bana bundan tam yüzyıl önce Batı Avrupa’dan başını kaldıran modernizmi hatırlatıyor; yeni bir şey yapıyorlar, benzer bir deneme cesaretiyle yapıyorlar.

— “Ateşkes”le bittiğini söyleyemeyiz, Filistin soykırımı sürüyor. Son iki yıldır, Gazze’de yarısından fazlası kadın ve çocuk olan 66 bin insanın yok edilişini izlemekle yetindik. Az kuzeyimizde, Ukrayna’nın şehirlerine ateş yağmasını umursamamayı da öğrendik. Edebiyat dünyasının bir kısmı, yaşananlara tepkiyle, bu diyarların derdini anlama çabasıyla hareket etti belki ama ben Filistinli yazarları da, Ukraynalı yazarları da bugün tanıdığımdan çok daha iyi tanımak isterdim. Türkiye’de, bu diyarın dillerinden biri olan Arapçaya karşı önyargıların da etkisiyle, Filistin edebiyatını hakkıyla okumaktan hâlâ uzağız. Bu “edebî” susuzluğu dindirmese de, Filistin asıllı Amerikalı tarihçi Rashid Khalidi’nin Filistin: Yüz Yıllık Savaş / Yerleşimci Kolonyalizmin ve Direnişin Tarihi 1917-2017 adlı kitabını 2025’te Utku Özmakas’ın çevirisiyle okuyabilmek değerliydi. Benzer şekilde, daha önce İngilizce çevirilerinden okuduğum, biri Ukrayna’dan biri Bosna’dan, çok önemli iki tanıklık metninin, Tijan Sila’nın Saraybosna Radyosu (çev. Ayça Sabuncuoğlu) ile Andrey Kurkov’un Gri Arılar‘ının (çev. Lidya Durmazgüler) Türkçeye kazandırılması bence sorumlu yayıncılığın bir örneğidir.

Edebiyat ortamımıza baktığınızda ne gibi sorunlar görüyorsunuz?

Doğarken de ölürken de eşit değiliz. Doğduğumuz andan öldüğümüz âna kadar neredeyse hiç özgür değiliz. Bence hiçbir sorun da eşitsizliğimizden, bu eşitsizliğin gitgide yoksulların daha da aleyhine, iktidarda olmayanların daha da aleyhine büyümesinden, bu uçurum karşısında yapabileceklerimizin sınırlı olmasından, bir şey yapmamamız için özgürlüğümüzün büsbütün sınırlanmasından daha önemli değil. Edebiyat ortamımıza bakınca, dünyamızın ve ülkemizin bu temel sorununun yansımalarını görüyorum.

Edebiyatla uğraşmak –hem okurluk hem yazarlık– yoksullar için giderek büsbütün zorlaşıyor. Birçok kişi artık kitap alırken iki kez düşünüyor, çoğu zaman almaktan vazgeçiyor. Peki, işi sadece edebiyatla uğraşmak olan, hayatını sadece edebiyattan kazanan, yoksul olmayan, geçim sıkıntısı çekmeyen kaç tane yazar, editör, çevirmen tanıyorsunuz?

Öte yandan, yoksulluğu, eşitsizliği dert etmeyenlerin, buna kör kalanların; düzenin, devletin, iktidarın dayattığı ezberleri tekrarlamakta beis görmeyenlerin; resmî ideolojiyi roman roman, dizi dizi yeniden üretenlerin; sorgulamayanların ve sorgulayanları sansürleyenlerin de bir edebiyatı var. Memnunların edebiyatı. Düzenin sahipleriyle onların gönüllü ortaklarının edebiyatı. Onlar da sorunun parçası.

Ben bu ortamda, “memnuniyetsizlerin” edebiyatta ısrar etmesini önemsiyorum. Hâlâ, her şeye rağmen, düzene ayak uydurmaksızın edebiyatla uğraşmayı seçen herkese, okuruyla, yazarıyla, çevirmeniyle, editörüyle, yayıncısıyla, sahafıyla bağımsız durmakta direnerek üreten ve bu üretime kucak ve alan açan herkese şükran duyuyorum.

Onur Çalı, size de Parşömen’e verdiğiniz emek ve sorularınız için teşekkür ederim. 2026 iyi kitaplardan uzak kalmayacağımız bir yıl olsun.

Exit mobile version