Parşömen’in 7 yıldır sürdürdüğü soruşturmalara verilen yanıtların edebiyat tarihimiz açısından önemli bir kaynak olacağına inanıyoruz.
Bu yıl da okurlara, yazarlara, yayın emekçilerine ve akademisyenlere yönelttik sorularımızı.
İyi kitaplar okuyacağımız bir yıl olsun 2026.

2025 yılında yayımlanan kitaplardan beğendiğiniz beş tanesini, beğenme nedenlerinizden kısaca bahsederek bizimle paylaşır mısınız?
Yedinci Gün, Yu Hua, Jaguar Yayınları
Yu Hua’nın bu romanı pek çok açıdan beğendiğim bir roman oldu. Öncelikle romanı müthiş bir dil tadı alarak okumamı sağlayan Alper Dayıoğlu’na teşekkür borçluyum. Çince aslından yapılan çevirideki Türkçe zenginliği çok etkileyiciydi. Kalıp sözlerin, deyimlerin, mecazlı söyleyişlerin, nicedir kitaplarda rastlamadığım kelimelerin cirit attığı bu Türkçe beni metne bağlayan ana sebeplerden biri oldu. Yazarın kurguda takip ettiği yol, metin ilerledikçe daha da belirginleşti, belirginleştikçe de ne kadar zor bir işin üstesinden gelindiğini fark etmeye başlayıp yazara bir kez daha hayran oldum. Lirik bir metnin ideolojik bir zemine taşınması yavaşça ve okuru da sarsarak yapılmıştı. Duygusal katmandaki yük, zaman zaman tatlı bir mizahla dengelenirken, farklı sosyoekonomik sınıfların yaşamlarından kesitler, öte dünyada ölümle kesiştirilmişti. Romanı okurken beni çepeçevre saran düşünce şu oldu: Dünyanın neresine gidersek gidelim benzer dertler içinde kıvranan insanlar var, artık hiçbir mesele belli bir coğrafyaya ait değil, her yerde yer altına mahkum edilen, şehrin kıyılarına itilip görmezden gelinen insanlar var, her yerde kuruyan nehirler, her yerde ısırılmış elma logolarının ele geçirdiği azapta ruhlar, her yerde ahlaki ilkelerini yitirmiş sağlık örgütlenmeleri, her yerde mazbut yaşamları tehdit eden devasa şirketler, her yerde parlak görüntüsünün altında can çekişen hayatlar var ama bütün bunlara inat, dünyamızı yaşanır kılmaya yetecek asaleti ayakta tutma gayretinden ödün vermeyen insanlar da var. Yazarın romanı başlattığı nokta okur için çok cezbedici. Ölümünden sonraki süreçte, yakılma odasındayken okura tanıştırılan ana karakter odağında ilerleyen roman, Çin’deki gündelik hayata dair canlı ve sarsıcı hikayelerle ince ince örülüyor. Hikayelerin başlı başına sarsıcı olması yazarın dildeki ince işçiliğiyle mükemmel bir uyum halinde.

Hiçbir Yere Gitmiyorum, Rumena Buzarovska, Livera Yayınları
Bu kitabı okuduktan sonra epey bir zamandır bu kadar sağlam öyküler okumadığımı düşündüm. Her bir öykünün kendi evrenini yaratması çok güzeldi. Kitaptan söz edebildiğim her sohbette bu kitabı tavsiye edip durdum bir zaman. Öykü türünde sevmediğim şey, her öykünün birbirinden bağımsızmış gibi görünmesine karşın anlatıcının baskın sesinin bir tür aynılık yaratması. Bu da her öykünün bir tür tekrar hissi yaratması sonucunu doğuruyor ki bunu öykü türü adına son derece tehlikeli buluyorum. Bu öykü kitabını okumaya başladığım sıra, karakterlerine hep aynı ruhu üfleyip duran anlatıcılardan, farklı gibi görünmekle beraber benzer zeminlerde, benzer dil evrenlerinde cereyan edip duran yeknesak öykülerden epeyce bunalmıştım, o yüzden çölde vaha bulmuşçasına heyecanlandım. Toplumsal normların birey üzerindeki baskısı, yeniden inşa edilen dünya düzeninin yarattığı uyum sorunları, göçmenlik, aile gibi pek çok temanın ele alındığı bu öykülerde dikkat çekici bir dip gerilim var, bu gerilimin zaten ışıl ışıl parlayan kurguyu kuvvetlendiren temel ustalıklardan biri olduğu söylenebilir. Mizahın dozunun da çok ustaca olduğunu düşündüm bitirdikten sonra. Bütün bunlar bir yana sanırım en çok etkilendiğim şey, gündelik hayattan, son derece sıradan görünen bir kesitin bile öyküleştirilmesindeki müthiş yaratıcılık, ayrıntı zenginliği ve doğallıktı. Her şey, her an, her durum, her olay yazarın kaleminde öylesine kolayca öyküye dönüşüyor ki insan, yumuşacık akıp bir öyküye evrilen ılık satırların dalgalarına bırakıveriyor teknesini. Farklı ülke edebiyatlarından roman ve öyküler okumayı çok seviyorum, Makedon edebiyatından böyle bir isimle bizleri tanıştıran Livera Yayınevine ve kitabın çevirmeni İsmail Ferhat Çekem’e gönülden teşekkürler.
Ne Para Ne Saat Ne Kasket, Wilhelm Genazino, Jaguar Yayınları
Oldukça karamsar bir atmosferin hakim olduğu bu roman beni doğrusu epeyce bunalttı, galiba yarım bırakacağım diye diye bitirdim. Şehirde oradan oraya dolanıp duran ana karakterin hem dışsal gözlemleri hem iç sesi kol kola ilerliyor. Yaşlanma, ölüm, aklını yitirme gibi tehlikeli temalar, merkeze yerleşip bir girdap gibi okuru da içine çekmeye başlıyor kitap ilerledikçe. Dolayısıyla hayatla epey barışık bir zamanda okunmalı ki o girdaba kapılıp geri dönmek mümkün olsun. Metnin son derece rahatsız edici olduğunu kabul etmek gerek, ama rahatsız etmek de edebiyatın temel işlerinden biri değil mi? Rahatsız edilmeye de gereksinim duyuyoruz, bu ihtiyacı mükemmelen karşılayan romanlardan biri bu. Kitabı okurken sıklıkla modern hayatın bireyi özgürleştirmek pahasına getirip içine attığı yalnızlığı, aslında yalnızlıktan daha ürkütücü olan “ıssızlığı“ düşündüm, onu hissettim. Koca bir medeniyet yarattı insanlık ve kalın kalın ıssızlıklar. Modernizmin insanı getirdiği nokta ne kadar ürkütücü dedirtti roman bana, Avrupa bu anlamda modernizmin en sert sonuçlarını sunmaya devam edecek sanırım bizlere. Avrupa yalnızlığı ve ıssızlığı diye bir şey var, kesinlikle var! Ve bu, bizim orada yaşamadan da Avrupa sanatıyla deneyimleyebileceğimiz kadar görünür, hissedilebilir, ürkülebilir bir boyutta. Bu roman sayesinde rahatsız edilmeye ne kadar tahammül gösterebileceğimi öğrenmiş oldum, bunu deneyimleme şansı yakaladığım ve bu şansı hakkıyla kullandığım için kendimi tebrik ettim doğrusu!
Size göre 2025 yılının önemli, dikkat çeken, üzerinde konuşmaya değer edebiyat olayları, konuları nelerdi?
Edebiyat, ne kadar yer kaplıyor artık hayatlarımızda asıl soru bu galiba. Yazarın ve okurun dünyasında edebiyatın değişen yerini anlamalıyız sanırım ama bunu anlamak da öyle kolay iş değil. Hal böyle olunca edebiyat dünyasındaki herhangi bir olayın yankısı da öyle kitlelere ulaşan bir yankı olmuyor, başta da yazdığım gibi edebiyat artık geniş kitlelerin hayatında kayda değer değil. Bir yandan da şunu düşünüyorum, sosyal medya yazarın görünürlüğünü arttırdığı gibi edebiyat dünyasında olup bitenlerin de hemen geniş kitlelere yansıtıldığı bir alan açtı, böyle olunca da edebiyat da pek çok sanat gibi bir kaydırma bandında yerini aldı sanki. Hemen tepkiler alınsın, yüzeysel değerlendirmeler ve alkışlar eşliğinde sıradaki konuya geçilsin. Sıradaki konuya geçmek için o kadar teşne olmadığımız, olayları, kişileri, durumları uzun zaman içimizde taşıyıp düşündüğümüz, kendimizden bir parça kıldığımız zamanlarda durum elbette böyle değildi, mesela Attila İlhan’ın ölüm haberini bir arkadaşımın telefonuyla öğrenmiş, uzun bir yolu gözyaşı dökerek yürümüş, İstiklal caddesine çıkınca kitapçıların vitrinlerinde Attila İlhan fotoğraflarını, kırmızı karanfilleri görünce bir daha ağlamaya başlamıştım. Bu da yetmezmiş gibi bir de bütün cadde Ahmet Kaya’nın sesiyle çınlıyordu: An Gelir! Şimdiki zamanda olsa Attila İlhan’ın ölümü de elimizdeki bantlarda, sıradaki haberle üç beş saniye içinde geçip giderdi parmaklarımızın arasından. Zamanın, kişilere ayırdığı bant kısaldı, herkes kendine ayrılan saniyelerde uçuşkan olmaya yazgılı artık.
Buradan bakıldığında hangi edebiyat olayı hangi ortamı ne kadar meşgul edebilir ki diye düşünüyorum, bunlar saniyelerle geçip gidiyor artık düşünce bandımızdan da, öyle olunca da durup düşündüğünde insanın aklına bir şey gelmiyor sanki. Yine de bu soruya doğrudan bir cevap vermeden de geçmek istemiyorum: Son günlerde okuduğum bir haber beni çok üzdü, üniversiteyi okuduğum Ankara’da, Konur sokağın köşesindeki Turhan kitabevinin kapanması. Koca bir tarih devrilmiş gibi hissettim içimde, haberi okuyunca. İstiklal caddesindeki kitabevlerini devirdik sıra Ankara’ya geldi demek diye düşündüm.
Edebiyat ortamımıza baktığınızda ne gibi sorunlar görüyorsunuz?
Bir önceki soruda sanırım bu soruyu da kısmen cevaplamış oldum, sorun aslında yalnızca edebiyatın değil sanatın, hayatımızdaki yerinin başkalaşması. Her şeyi tüketmek isteyen bir insanlık var artık karşımızda, birkaç kere duyduğum bir söylem var, her defasında beni afallatan bir söylem bu: “sanat tüketmek.”
“Biz aslında ailece çok sanat tüketiriz,” dedi bir kadın daha geçen gün yüzüme karşı. Demek ki sanat, artık dönüştürücü, sorgulatan bir güç olmaktan çıkma tehdidiyle karşı karşıya, demek ki onu da her şey gibi tüketmek isteyenler çoğalıyor. Hızın arttığı bir çağda, yüzeysel değinmelerle, reklamlarla, övgülerle başka bir kimliğe evriliyor kitaplar, yazarlar, okurlar dünyası da. Bu çağa bir ad seçecek olsam “Derinliğin Kaybı” derdim herhalde. Bu yüzey seyri, dibe dalma riskindense konforun sığlığında salınıp durma hali tehlikeli bir alışkanlığa dönüştü, hem de epeydir. Derinlikten korkan bir kitlenin, kitabı alımlaması da anca kapak fotoğrafı, altı çizilen birkaç beylik cümle, arka kapak yazısı boyutunda kalıyor. Bütünlük de parçalı parçalı artık, o yüzden de kayıp!
Sevgili Onur, sana da bu vesileyle bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Parşömen Fanzin’deki bu istikrarlı çaban alkışa değer, emeğin çok büyük. Böylesine sığ sularda bir derinlik vaadi olarak Parşömen Fanzin’in kalbimdeki yeri apayrı, sağ ol var ol!
