2025’te hangi kitapları okuduk? İz bırakan olaylar nelerdi? Edebiyat kamuoyunda neler gündem oldu?
Bu yıl da okurlara, yazarlara, şairlere, çevirmenlere yönelttik sorularımızı.
İyi kitaplar okuyacağımız bir yıl olsun 2026.

2025 yılında yayımlanan kitaplardan beğendiğiniz beş tanesini, beğenme nedenlerinizden kısaca bahsederek bizimle paylaşır mısınız?
Bu sene de yılın bu dönemine ulaştığımıza göre okuduklarımızı gözden geçirelim. Daha önceki yıllarda da söylediğim gibi Parşömen’in yıl sonu soruşturması onu cevaplayanlar için de bir gelenek haline geldi. Zaman geçiyor, dünya tanıklığımız sürüyor bunun içine okurluğu da sığdıranlar için bir çeşit yılı gözden geçirmek anlamına geliyor bu soruşturma ve önemli buluyorum. Tabii burada sözünü ettiğimiz metinler aklımızda kalanlardan oluşuyor. O zaman başlayalım.
Bu yıl okuduklarımdan ilk aklıma gelen kitaplardan biri İlyas Tunç’un Ne Çok Gelecek Ne Az Zaman – Yirminci Yüzyıl Trajedileri. Bu kitabı hatırlatmak isterim. Metnin bana göre en önemli yanı unutulmuş ya da hiç gündem bile olamamış katliamların kronolojinin soğuğuna, sayıya-veriye hapsedilmeden küçük denemeler şeklinde hatta yer yer hikâye edilerek yazılmış olması. Ayrıca uygarlık denen sürecin aynı zamanda nasıl katliamlarla ve sömürgecilikle ortaya çıktığını da görüyoruz kitap boyunca. Kitap, Metis Yayınları tarafından basıldı.

Irene Nemirovsky’nin İtlerle Kurtlar’ı anmadan geçemeyeceklerimden. Sınıfsal çelişkilerin konumlara göre değişen anlamlarını, mesela işin içine kimlik girince konumun başka bir biçime de dönüşebileceğini iyi işleyen bir metin fikrimce. Bunun yanında göçmenlik, yalnızlık, gettolarda sürüp giden yoksul hayatlar, sınıf atlama kaygıları ve büyüme hikâyesiyle de birleşen bir aşk anlatısı sunuyor metin. Kitabın hikâyesinin yanında çeviri öyküsünden de bahsetmeli, Orhan Veli’nin başlayıp bitiremediği, Selahattin Hilav’ın Orhan Veli’den on küsur yıl sonra devam edip sonunu getiremediği kitap, Ebru Erbaş’ın işe el koymasıyla sonunda bitiyor. Bu durum okura tıpkı yazarlar gibi çevirmenlerin de kendi üslupları olduğunu gösteriyor ve çeviri denen bu çetrefilli işi başka şekillerde de düşünmeye imkân sağlıyor. Bu nedenle kitap çeviri-bilimle ilgilenenler için de önemli hâle geliyor. Bastığı ve basmayı planladığı kitaplarla gönlümüzde sağlam bir yer edinen Tetes’in iyi işlerinden.
Ursula K. Le Guin’in klasik eseri Yerdeniz Büyücüsü’nün çizgi roman formatında, Metis Yayınları tarafından basılması, gerçekten aklıma geldikçe ve elime aldıkça sevinmeme sebep olan bir metin oldu. Fred Fordham tarafından çizgi romana dönüştürülen anlatı tam bir gerçeklikten kaçış yeri bence hatta rüya evreni ki son zamanlarda sıkıldıkça içinde kayboluyorum 😊 Kitabın çevirmeni Çiğdem Erkal Yeşilbademli.
Asuman Susam’ın Everest Yayınları tarafından Kalbi Hızlandıran Şeyler adıyla yayımlanan kitabı bu sene aklımda kalan şiir metinlerinden oldu. Susam’ın şiirlerini sevme sebebim şairin metinler arası şiir diyebileceğimiz bir yöntemi seçmesi çünkü böylece, sadece duyguyla ve aklınıza gelen ilk anlamla yetinmeyen bir şiir biçimi ortaya çıkıyor. Şair sizi alt anlamları, şiirin yola çıktığı fikri bulmaya itiyor bu da metin içinde bir çeşit düşünce kazısı yapmak anlamına gelebiliyor. Kalbi Hızlandıran Şeyler’de de bu yöntem sürdürülmüş.
Rita Laura Segato’nun Savaşın Yeni Biçimleri ve Kadın Bedeni adlı kitabı bu sene aklımda yer eden kitaplardan oldu. Devletlerin gittikçe otoriterleştiği, savaşın istisna olmaktan çıkıp uzun süreli projelere dönüştüğü bir dünyada şiddetin biçimleri de değişiyor ve yazar özellikle “dişil” ve “dişileştirilmiş” bedenlere uygulanan şiddettin de dönüştüğünü, farklı biçimlerde nasıl işlediğini somut örneklerle tartışıyor. Yaşadığımız dünyanın gerçekliğine bir antropolog gözüyle bakmak için bence konuşulması gereken bir metin. Kitap, Otonom Yayıncılık tarafından, Bilge Tanrısever çevirisiyle basıldı.
Size göre 2025 yılının önemli, dikkat çeken, üzerinde konuşmaya değer edebiyat olayları, konuları nelerdi?
Her sene olduğu gibi bu sene de “olay” kelimesine bir takıldım ama biraz eğip bükerek cevaplamaya çalışayım.
Bu sene düşünce özgürlüğünün kısıtlanmasını yine çokça konuştuk. Yavuz Ekinci hakkında, 2014 yılında yayımlanan Rüyası Bölünenler romanı nedeniyle “örgüt propagandası yapmak” suçlamasıyla açılan davayı takip ettik. Dünyada ise özellikle Filistin meselesinde İsrail’e karşı tavır alan yazarlara yönelik baskılar gerek akademide gerekse başka kurumlarda sürdü. Sanırım bu seneye damgasını vuran konulardan biri bunlarla birlikte düşününce düşünce ve ifade özgürlüğü oldu.
Kültür sanat alanındaki ifşalardan sonra Kadın+ edebiyatçıların yayın sektöründe cinsel taciz ve şiddeti önlemek için ortak tavır almaları, bu olumsuz sürecin olumluya dönen bir çıktısı oldu bana kalırsa bundan da söz etmek gerek.
Bir de belki Herman Melville’in Moby-Dick kitabının Deniz Keskin çevirisiyle tekrar gündemimize girmesinden söz edilebilir açıkçası tekrar okuyup bugüne kadar sözünü edemediğim bu kitabı, çokça konuşmak istiyorum.
Edebiyat ortamımıza baktığınızda ne gibi sorunlar görüyorsunuz?
Daha önce soruları yanıtlayan arkadaşlar bu konuya yeterince değindi. Ben belki şunu söyleyebilirim. Eleştiri nedir, sorusunun güncel edebiyat tartışmalarında daha çok sorulması gerekiyor sanırım. Çünkü eleştiri bizde sadece bir metni, konuyu, düşünceyi olumsuzlamak şeklinde değerlendiriliyor. Bu eleştirinin sadece bir biçimiyken, tek başına tüm eleştiri alanını buna göre ele almak sorunlu olabilir ki sanırım “eleştiri yok” serzenişinin altında yatan sebeplerden biri bu. Kültür sanat eleştirisinin çok farklı biçimleri var mesela; eleştirmenin kendi deneyimiyle, ele aldığı metni kesiştirdiği denemeye yaklaşan tür de bir eleştiri, eleştirel teorinin araçlarının devreye sokularak metni başka şekillerde düşünen çoğaltan metinler de eleştiri. Belki 2026’da bu konunun enine boyuna tartışıldığı dosyalar yapılır ve güzel bir tartışma ortamı oluşabilir böylece.
Dijital Çağ şartları gereği olsa gerek meselelerin yazar odaklı ele alındığına da çok şahit oluyoruz. Yaşadığımız zamanda yazarın “ölme” şansı kalmadı çünkü artık yazar aynı zamanda kendi kendinin girişimcisi. Bu nedenle metniyle ilişkisi kendisiyle yapışık hâle geliyor bu da onu sürekli bu konuda konuşmak zorunda bırakıyor çünkü görünür olmazsa kaybolacağı kaygısını taşıyor. Bunun getirisiyle yazarlar arasında tanıdığı yazarın metnini öne çıkarma telaşı başlıyor. Bu durum yani çok görünür olma metnin daha da görünmezleşmesine neden olabiliyor. Çünkü okur açısından düşününce, çok konuşulan metin büyüsünü kaybedebiliyor bir de konuşanlar yazarın kendi sosyal ağı içinden olursa şüphe de oluşuyor. Bu belki yaşadığımız zaman açısından kaçınılmaz ama yazarın bu kadar görünür olması metnin kaybolmasına mı neden oluyor diye soruyorum bazen. Bu konuda şöyle bir gözlemim de var arkadaş buluşmalarında klasiklerden söz ederken hep metni konuşuyoruz mesela, Uğultulu Tepeler dediğimizde Emily Brontë’yi konuşmak en sona kalıyor veya Bülbülü Öldürmek dediğimizde gerekliyse Harper Lee’yi anıyoruz. Ancak son dönem çok popüler olmasına rağmen Zaman Sığınağı dediğimizde Gospodinov demeden kitap hatırlanmayabiliyor. Bu da okurluk deneyimimizde bir şeylerin değiştiğini gösteriyor fikrimce. Bunun nedenini düşündüğümde aklıma şu soru düşüyor, sosyal medya araçlarının da etkisiyle metne artık yazar olmadan hayatımızda yer vermiyor muyuz? Bilmem siz ne dersiniz?
Herkese, dünyanın ve yaşamlarımızın izin verdiği kadar mutlu yıllar olsun. Ayrıca, Parşömen’e ve dolayısıyla Onur Çalı’ya bu çorak ortamda kültür sanat alanına yaptıkları katkılar için teşekkürü borç bilirim.
