“Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahir’le Zühre olabilmekte
yani yürekte.”

Nâzım Hikmet

Film ilkokul çocuklarının topluca “Bak Postacı Geliyor” şarkısını söylemeleriyle açıldığında, bugünden takvim yılı olarak çok uzak olmayan, fakat görsel ve dijital kültürle şekillenen zamanımızdan hayli geride bir çağa gittiğimizi duyumsuyoruz. Postacıların ve mektupların, kartpostalların gündelik hayatlarımızın ayrılmaz parçası olduğu bir çağ bu: 1960’a devrilecek bir onyıl, 27 Mayıs darbesinin arifesi günler.

Filmimizin kahramanı bir postacı, Osman; her gün mahalle aralarında yürüyerek mektup dağıtıyor. Sıklıkla halk kütüphanesine gidip klasik romanlar ve aşk romanları alıp okuyan Gülizar ise ilçenin iktidar partisi başkanının kızı.

Osman, Gülizar’a âşık oluyor, ama kendisi devlet memuru olmakla böbürlense de sıradan bir postacı. Âşık olduğu kızın babası, ilçenin kudretli insanlarından. Arada bir de Gülizar’la izdivacının şahsi istikbali için hayırlı olacağını hesaplayan jandarma komutanı Cahit var ve tabii ki ilçe başkanı, kendisine damat olarak jandarma komutanını münasip görüyor. Üstelik Osman’ın kıt paraya kıyarak yeni aldığı velespiti (bisikleti) daha ilk gününde başkanın arabasının altında eziliyor; iş bununla kalmıyor, karşılıklı itişme kakışmanın ardından başkan şikayette bulununca bir de mahkeme bizim postacıyı suçlu çıkarıyor.

Osman’ın kıza ulaşması için elindeki tek imkân, postacılığı; her gün kızın evinin kapısını çalabilme, kısacık bir zaman diliminde de olsa onu görebilme ihtimali. Aynı zamanda kahvede “ihtiyaç sahipleri”ne güzel mektuplar yazmaktan geri kalmayan Osman oturuyor, dilinin döndüğünce, “Gülüm, gül bahçem, Gülizar’ım. Seni anlatmaya hangi şiir…” diye başlayan isimsiz bir mektup hazırlıyor, gönderen yerine “Âşık Bülbül” yazıyor ve mektubunu güzel sözlerle, şiirlerle süslüyor. Sevdiği, sevildiğini bilsin istiyor. “Hisli mektuplar” birbirini takip ediyor.

O dönem Nâzım Hikmet henüz hayatta; Sovyetler Birliği’nde, Moskova’da yaşıyor. Hoca karakteri kendi odasında kısa dalga radyodan yasaklı bir kanaldan, TKP radyosundan ve kendi sesinden Nâzım şiirlerini, Nâzım’ın Sait Faik övgülerini dinliyor. Keza o yıllar Orhan Veli, Cahit Sıtkı Tarancı, Ümit Yaşar Oğuzcan, Edip Cansever, Sezai Karakoç en çok okunan şairler.

Fakat Osman her defasında doğru şiiri, doğru dizeleri nereden bulacak? Mecbur, “Hocam” dediği, Diyarbakır’dan sürgün edilerek kasabaya gelmiş ağır abinin kapısını çalıyor. Yetmedi, ilçe kütüphanesinde şiir kitabı bırakmıyor.

Derken, Osman bir gece, sabaha karşı Gülizar’ı kaçırmak için sözleşmişlerken ilçenin sokaklarını askeri cemseler kaplıyor. Belediye başkanı devrilen tarafta kaldığı için askerlerce gözaltına alınıyor: 27 Mayıs darbesi, halk ağzıyla “ihtilal”i, âşıkların kavuşmasını engelliyor.

Yönetmenin anlattıklarından ve basından biliyoruz, bu film, senaryonun da yazarı olan yönetmen Yüksel Aksu’nun babasıyla annesinin hikâyesi. Nitekim filmin finaline doğru postacı karakteri gerçek adıyla, Osman Aksu olarak anılıyor.

Şiirlerden dizeler filmde yalnızca romantik bir süs işlevi görmüyor; Osman’ın sınıfsal konumunu aşmak için başvurduğu tek imkân olarak beliriyor. Duygularını doğrudan ifade edemeyen, kelimeleri ödünç alan bu postacı, aslında Türkiye’nin o dönemki küçük insanının portresi oluyor. Şiir hem aşkın dili hem de yoksulluğun telafisi olarak anlatının merkezine yerleşiyor.

Nedir, bu defa da doğrulanan Yüksel Aksu filmlerinin ayırt edici özelliği?

Yönetmenin kendisi bir röportajında, “Seyyar olan her şeye zaafım var; ben küçük insanların hikâyelerini anlatmayı seviyorum,” diyor. Kamera çoğu zaman kapalı mekânlara girmiyor; ara sokaklarda, çarşılarda, toprak yollarda dolaşıyor. Doğal ışık, kalabalık figürasyon, gündelik hayatın olağan ritmi filme bir belgesel tadı da katıyor.

Bak Postacı Geliyor sadeliği, sıcaklığı, hayatın neşesiyle hüznünü yansıtan doğallığıyla bir Ege, bir Akdeniz filmi. Konuşulan dili değiştirseniz İspanya’dan İtalya ve Yunanistan’a, her Akdeniz ülkesinin sinemasına oturan, hayatın bir şenliğe çevrilebildiği, kötü karakter(ler)in bile günümüzün gaddar tipleriyle ilgisinin pek bulunmadığı, sevilesi bir film.

Macar yönetmen Béla Tarr sinemada kurmaca hikâye sevmediğini, sadece gerçek dünyayı ve gerçek insanları göstermek istediğini şu sözleriyle aktarır biz okurlarına:

Ben mekân avcılığı yapıyor ve gerçek hayatı arıyorum. Sinema endüstrisinin aşk dolu boş hikâyelerine karnım tok; benim filmlerim sadece “gerçek hayat”tan etkilendi.

Dondurmam Gaymak, İftarlık Gazoz ve Bak Postacı Geliyor filmleri de Tarr’ın bu arzusuna tam uyan filmlerden: Yüksel Aksu bu filmlerinde kamerasını “kurmaca” bir dünyaya değil, bizzat kendisinin büyüyüp serpildiği bir coğrafyada tamamen gerçek olaylara çeviriyor.

Aksu’nun filmlerinde yapay dizilerin konaklarını, “entel” muhitlerin bol dumanlı gevezeliklerini göremeyiz; sahici duygularla âşık olup acılar çeken, sevdiğine kavuşmayı hayal ederken akıp giden hayatın içinde “doğal” yerlerinde duran, yerel ağızlarıyla hakiki cümleler kuran, ağız dolusu gülerek “makara” yapan halktan insanlar onun karakter malzemesi.

Diyeceğim o ki Bak Postacı Geliyor’la, kendi sözüyle Fellini’ye, İtalyan sinemasına âşık bir yönetmenin peyzajıyla, Zeki Müren’li, Belgin Doruk’lu filmleri aksettiren bir açık hava filmi seyrediyoruz.

Bu bir halk hikâyesi; bir bakıma old good days (eski güzel günler) filmi, fakat folklorik sinemanın en büyük tuzağı olan geçmişin aşırı güzellemesinin yapılmasından kaçınmayı, sadeliğiyle halk hikâyesi olarak kalmayı başarmış bir olay örgüsüne sahip.

Osman Akınhay