Parşömen’in 2019 yılından beri sürdürdüğü soruşturmalara verilen yanıtların önemli bir kaynak olacağına inanıyoruz. 2025’te hangi kitapları okuduk? İz bırakan olaylar nelerdi? Edebiyat kamuoyunda neler gündem oldu?
Bu yıl da okurlara, yazarlara, şairlere, çevirmenlere yönelttik sorularımızı.
İyi kitaplar okuyacağımız bir yıl olsun 2026.

2025 yılında yayımlanan kitaplardan beğendiğiniz beş tanesini, beğenme nedenlerinizden kısaca bahsederek bizimle paylaşır mısınız?
Parşomen’in yıllardır sürdürdüğü bu yıl sonu soruşturmasını, edebiyatın hafızayla kurduğu ilişki, geçici hevesler yerine kalıcı izler bırakabilmesi açısından çok kıymetli buluyorum. Yanıtların, bugünü anlamak kadar geleceğe not düşmek gibi bir işlevi de var neticede. Bugün söylenenler, yarın neyin üstünün örtüldüğünü de gösteriyor. Ben edebiyatı, sakinleştiren değil rahatsız eden; kimilerini huzursuz eden bir alan olarak görüyorum. O yüzden bu sorulara “temkinli” değil, dürüst cevap vermek istiyorum çünkü yazılanlar kadar yazılmayanlar, konuşulanlar kadar susulanlar da burada yer almalı.
2025’te yayımlanan yahut bu yıl Türkçeye çevrilen ve benim için belirleyici olan birkaç kitap var. İlki Ali Ayçil’in Karşı Roman’ı. Bence bu eser, roman fikrine karşı açılmış bilinçli bir gedik. Anlatıyı sabote ediyor, okuru rahat ettirmiyor, yazının kendisini tartışmaya açıyor. Okura konfor değil, düşünme sorumluluğu yüklüyor. Bu tavır bugün çok kıymetli, çünkü edebiyat giderek “anlaşılır olma” baskısı altında sadeleşiyor, hatta bazen içi boşalıyor. “Hikâye”nin kutsallığını yerle bir ederken, edebiyatın hâlâ bir düşünme alanı olabileceğini hatırlatıyor. Okurdan konforunu değil, sorumluluğunu talep ediyor. Bu yıl içerisinde en beğendiğim ikinci eserse Osman Özarslan’ın Hafriyat’ı. Toprağın, molozun, kazının sadece fiziksel değil, tarihsel ve ahlaki bir mesele olduğunu gösteren bu roman, belleği kazıyor; ellerini kirletmekten çekinmiyor. Toprakla birlikte geçmiş, suç, sınıf ve hafıza da eşeleniyor. Okur metni bitirdiğinde temiz kalamıyor ki bence bu umduğum bir durum. Louise Erdrich’in Kutsal Geyiği Vurmak LaRose’u, Püren Özgören çevirisiyle bu yıl okuruyla buluştu. Modern dünyanın aklının almayacağı bir kefaretin kitabı o. Bu roman, adaletin Batı merkezli hukuk sistemlerinden çok daha eski ve derin bir yerden konuşabileceğini gösteriyor. Bir çocuğun başka bir aileye verilmesi, travmanın mülkiyetini değil, sorumluluğunu tartışmaya açıyor. LaRose, sömürgecilik, suç ve bağışlama üzerine sessiz ama çok ağır bir metin.

Bir önceki yıl okurla buluşan Louis Ferdinand Céline’in Semmelweis eseri de bence bahsetmeye değer bir metin. Ardından ne okursam okuyayım bir türlü zihnimde gölgelenmiyor. Belki Céline hayranlığımdan ileri geliyor olabilir bu durum, hakkında derinlemesine düşünmedim. Bilimin, aklın ve insanlığın sistematik bir biçimde nasıl reddedilebildiğini anlatan, hakikatin her zaman kazanmadığını gösteren sarsıcı bir metin. Bilimin, bilginin ve insan hayatının nasıl göz göre göre yok sayılabildiğini anlatıyor Semmelweis. Bugün hâlâ “kanıta rağmen” sürdürülen inkârları düşündüğümüzde ürkütücü derecede güncel. Bugünün dünyasında hâlâ geçerli olan bir körlüğün simgesi gibi. Zaten Semmelweis dışındaki eserler hakkında Parşömen’de uzun uzun yazmıştım.
Size göre 2025 yılının önemli, dikkat çeken, üzerinde konuşmaya değer edebiyat olayları, konuları nelerdi?
Açılışı Yavuz Ekinci’nin Rüyası Bölünenler’iyle yapayım. Hakkındaki yargılamanın, zaman aşımı gerekçesiyle düşmesi yılı kapatırken biraz yüzümü güldürdü.
Başka büyük sorundan biri hız ve görünürlük baskısı. İyi metinlerin sessizce demlenmesine tahammül kalmadı. Sosyal medya diliyle yazılmış tanıtımlar, metnin kendisinin önüne geçiyor.
2025’te özellikle kadın anlatılarının daha cesur, daha doğrudan ve daha öfkeli bir yerden konuştuğunu görüyorum. Travma edebiyatı klişesinden sıyrılan, deneyimi estetize etmeden ama sömürmeden de anlatan metinler var. Bir diğer mesele de kadın yazarların hâlâ “kadın edebiyatı” gibi daraltıcı bir başlık altında değerlendirilmesi. Oysa edebiyat, kimlikten değil dilden konuşur.
Kimi bağımsız yayınevlerinin, ekonomik zorluklara rağmen riskli ve nitelikli metinlere bu yıl da yer açması önemli. Genç/yeni yazarların “ilk kitap” heyecanı kadar kırılganlığı da bu yıl açıkça görünüyor.
Bu yıl en çok edebiyat ne zaman susar, ne zaman bağırır bunu düşündüm. Bir yanda gerçekten derdi olan metinler; diğer yanda edebiyatı kişisel marka yönetimine indirgeyen bir ortam var. Kadınlar, yoksullar, hayvanlar, doğa söz konusu olduğunda susan; ödül, fon, festival söz konusu olduğunda son derece “duyarlı” olan bir kültürel iklimle karşı karşıyayız. Edebiyat dünyasında (!) etik ciddi bir sorun. Yayınevi-yazar ilişkilerinde dolaşan iddialar, ödenmeyen telifler, basılmayan kitaplar, susturulan mağduriyetler konuşulmuyor. Bunlar fısıltı hâlinde biliniyor ama yüksek sesle yazılmıyor. Çünkü edebiyat dünyası, adaletten çok ilişki ağlarını önemsiyor. Çünkü “ayar bozmamak” edebiyattan daha önemli hâle geldi.
Benim için diğer bir büyük kırılmaysa sokak hayvanlarının sistematik biçimde yok edilmesini meşrulaştıran yasal düzenlemelere açık ya da örtük destek veren sanatçıların (!) olduğunu şu fani gözlerimle görmem oldu. Herkes kırılgan metinlerden, incelikten, travmadan söz ediyor ama gerçek şiddet söz konusu olduğunda, savaşta, yoksullukta, hayvanların sistematik biçimde yok edilmesinde, edebiyat birden susuyor. Ya da daha kötüsü: “Durumu anlamaya çalışan” cümleler kuruyor. Hal böyle olunca kalbimle buğuz etmekle kalmadım, elimle de eyleme geçtim hemen. Nihayetinde elim kalem tutsa da ben ilkin bir okurum değil mi? Yeni evime taşınmamın şerefine kütüphanemde epey bir temizlik yaptım. Bunu anlamakta gerçekten zorlanıyorum. Şiddeti normalleştiren bir yasa karşısında “ama”lı cümleler kuran bir sanatçı, benim için estetik olarak da politik olarak da iflas etmiştir. Bu bana yalnızca politik değil, ahlaki bir çöküş gibi geliyor. Hayatın en savunmasız olanı yok edilirken “denge”, “gerçekçilik” gibi kelimelere sığınan bir sanat dili benim için hükmünü yitiriyor. Sanatın vicdanla bağı koparsa, geriye sadece süslü bir gürültü, karton bir dekor kalıyor.
Ve evet, öfkeliyim.
Çünkü edebiyatın, hayata bu kadar temas ettiği iddia edilirken, hayat bu kadar hoyratça ezilirken susulmasını kabul edemiyorum. Edebiyat benim için iyi hissettiren bir alan değil; doğru yerden can yakan bir alan.
Bu yılın gözlerimin faltaşı gibi açılmasına neden olan başka bir olayı çeviride metne müdahale meselesiydi. Sessizce yapılan kesmeler, “okur anlamaz” denilerek sadeleştirilen cümleler, politik olarak “yumuşatılan” pasajlar. Yazarının bundan haberdar olmasıyla gerilen sinirler, neleeer neler.
2025’te edebiyat aleminde yine pek konuşulmayan ama herkesin bildiği ciddi bir sorun var. Yayınevi-yazar ilişkilerinde yaşanan mağduriyetler, ödenmeyen telifler, güvencesiz emek, görünmez kılınan editörler ve düzeltmenler… Bunlar bireysel sorunlar değil, yapısal meseleler ve yeni yılda da sorun olmaya devam edecekler gibi görünüyor.
Bir de hiç değişmeden her yıl karşımıza çıkan şu cümleler var:
Eleştiri yok.
Yerine tanıtım var.
Eleştiri var.
Tahammül yok.
Eleştiri yok.
Yerine dostluk var.
Yerine suskunluk var.
O yok, bu yok, şu var.
Bir kitap kötü olabilir. Bir yazar zayıf yazmış olabilir. Bunları söylemek düşmanlık değildir, bunları diğerinin istediği kadar ya da şiddetli bir biçimde söylememesi de dostluk anlamına gelmiyor. Asıl tehlikeli olan, her şeyi beğenmek zorunda kalınan bir ortam değil mi?
Edebiyat ortamımıza baktığınızda ne gibi sorunlar görüyorsunuz?
Bir önceki soruda aslında gördüklerimi de anlatmış olduğumu düşünüyorum.
2026’dan dileğim daha az vitrin, daha az suskunluk, daha az alışkanlık. İyi kitaplar değil sadece, iyi bir huzursuzluk diliyorum. Edebiyatın yeniden düşünmeye zorlayan bir alan olmasını istiyorum; çünkü düşünmek, hâlâ en politik eylemlerden biri. Tabii aynı zamanda konforlu bir eylem değil.
