Bu uğursuz virüsten önce, kalabalık masalarda yanyana oturup cancana kadeh tokuşturabildiğimiz o güzel günlerden birinde, bir arkadaşım, keyifli bir muhabbetin eşiğinde oturuyorken şu hayattaki en kesin bilgimizden, öleceğimizden açtı. O da bir yerlerden okumuş ama dediğine göre, ölüp saklandıktan dört yıl kadar sonra yalnızca kemiklerimiz kalıyormuş geriye. İç organlarımız çürüdükten sonra göğüs kafesimiz çatır çutur kırılıyormuş ki bu ses toprağın üstünden, halen yaşamakta olanların dünyasından da duyuluyormuş. Bunu öğrenince, günlerdir içimde dolaşıp duran şu sözler yankılandı zihnimin duvarlarında (her sabah birkaç kez dinliyordum, nasıl yankılanmasın):

Mican sen öleceksin
Kabire gireceksin
Dokuz tahta altında
Ne cevap (hesap) vereceksin

Peki kimdir bu Mican, neyin hesabını verecektir?

Yukarıda sözlerinden bir kuplesini paylaştığımız Kahve Koydum Fincana namlı türkü, aşağıda anlatacağımız hikaye üzerine yakılmıştır… Yürek kaldırmayan, gözde yaş bırakmayan hikaye şu minval üzredir: Hüseyin Micanoğlu, bu boktan ve korkunç güzel dünyamıza antresini hicri 1274, miladi 1858 yılında Giresun’un Keşab nahiyesine bağlı Engüz (Dokuztepe) köyünde yapmıştır. Bu tür hikayelerde hep olduğu gibi, kaderin bir cilvesi sonucu, genç yaşındayken bir can alır Mican. Hikayenin her aşamasında rivayet muhteliftir; kimi öldürdüğü, nasıl öldürdüğü, neden öldürdüğüne dair tek değil, çeşitli açıklamalar bulunur. Biz işin özünden gidelim, siz ayrıntıları merak ederseniz bulursunuz zaten.

Nerde kalmıştık? Adam öldürdükten sonra mahpusa düşer Micanoğlu ama Piraziz çevresinin en ünlü eşkıyası olan Gürcü Deli Reşid’in adamı Eğribel Mehmed’le birlikte kaçmayı başarır. Arnavut Cafer’in yardımıyla Ünye’ye varır. Bundan sonrası hep bir kaçma kovalama hikayesidir. Hükümet sıkıştırır, yereldeki ağalarla beylerle işbirliği yapıp Micanoğlu’nun peşine düşerler, ne çare ki kıstıramazlar. Bunda, halkın onu sevip sayması da etkilidir muhakkak. Derler ki “ince yapılı, açık alınlı, kumral bıyıklı, mert ve cesur” bir zat olan Micanoğlu Hüseyin, kendisi can almazmış hiç (kendisini bir kahramana dönüştürecek olan ve karakulakla öldürdüğü Memiş Hoca müstesna), bu türden sevimsiz işleri Köroğlu lakaplı adamı Gotkile’ye yaptırırmış. Beylere, zenginlere, ağalara güvenmezmiş hiç Micanoğlu, halka dayarmış sırtını. Onu saklayan köylerde imamlığa durduğu da söylenir, orucunu namazını hiç aksatmadığı da… Ha, tebdil gezip Giresun’a indiğinde çocuklara simit ve para dağıttığını da unutmayalım. Evlenecek genç kızların çeyiz paralarını, ev yaptıracak olan garip gurebanın inşaat masraflarını kendi cebinden karşıladığını, köylere kasabalara yol ve köprü yaptırdığını unutalım mı peki!

43A_tomoglu3
Eşkıyâ-i Giresun Keşâb Mîcânoğlu Hüseyin Efendi (Temsili)

1880’lerin ortalarındayızdır artık ey okur! Giresun-Şebinkarahisar (Aziz Nesin, Kemal Tahir, Ara Güler ve dahi Hulki Aktunç da Şebinkarahisar kökenlidir) yolu üzerinde bulunan, Fransızların işlettiği, simli kurşun çıkarılan bir maden ocağının “direktörüne” yazdığı mektuba ne demeli? Durun durun, mektuptan önce bu direktörden haraç istemiş, menfi yanıt alması üzerine maden işletmesinin Karagöl yaylasından gelen suyunu kesmiş, o da sonuç vermeyince madene baskın yapmıştır Micanoğlu. Nedir, baskını yapan kendisi ve adamı Muhacir Küçük Hüseyin olduğu halde hükümet kuvvetleri, baskının faturasını Micanoğlu’nun kardeşleri Mehmed ve Süleyman’a keserler. İşte bunun üzerine, altını “Eşkıyâ-i Giresun Keşâb Mîcânoğlu Hüseyin Efendi” olarak imzaladığı mektubunda bu Fransız direktörden “ricalarda” bulunur Micanoğlu: On beş gün içinde, nüfuzunu kullanarak kardeşlerini kodesten çıkaracak ve onları yanında muhafız olarak işe alacaktır direktör. Ha, unutmadan, bu işler için ne kadar “mesârif” ettiğini de kendisine bildirmesini ister Micanoğlu. Ey okur, koskoca “Eşkıyâ-i Giresun Keşâb Mîcânoğlu Hüseyin Efendi”nin Fransız direktöre nakit para vereceğini mi sandın? Bu masraf (ki on beş gün içinde bunları yaptığı takdirde bu işlerin bedelini 2,000 altına sayacaktır Micanoğlu), direktörün kendisine vereceği haraçtan düşülecektir.

Kibar bir dille, lisan-ı münasiple yazılan bu mektupta şunu da belirtmeyi unutmaz Micanoğlu:

“Ve eğer bu işe gayret etmezseniz evvelâ canınıza saniyyen cevherine dahi Uzundere’den gelen şeylerine dahi Karagöl’den giden suya bu tahrîr ile himâm şeylere man‘î-i şer‘î olacağım. Ma‘lûmunuz olsun. Kaldı ki, sizlere on beş gün mühlet. Cevâbınızı isterim. Bu işe gayret etmedikten sonra sizlere daha rahatlık yoktur. Katırcınızı işletmem. Her bir cihet kötülük ederim. Sonra bendenize beyân eylemedin demiyesiniz.”

Peki, Fransız direktör (hay bin kunduz, bu mösyönün bir adı, namı lakabı yok mudur) ne yapmış dersiniz? Bu hayli nazik tehditlerle dolu mektubu hemen koşup İngiliz Konsolosuna yetiştirir. İngiliz Konsolos da, kafanıza daha fazla ütü çekmeyelim, Ali Sururî Paşa’ya durumu bildiren başka bir mektup yazar ve bahse konu eşkıyaların derdest edilmesi ricasında bulunur.

Micanoğlu’muzun, o aslan yiğidimizin mahvına ve dahi kalleşçe katline giden yolun başlangıcı, işte bu melun mektuplar olur. Tam burada, yanına harici ve dahili zırtapozları da alarak “Körolası Kel Seyit” boy gösterir sahnede. Boyu devrilsin onun!

Mektuplar, ricalar sürüp giderken Micanoğlu daha önce de konuğu olduğu Erbaalı Kel Seyit’in Karagöl yaylasındaki evine sığınmıştır. Kel Seyit varsıldır. Oğlu, gelini ve ailesiyle ve obalara sığmayan sürüleriyle yaşamaktadır. Yanında elli kadar adam çalıştırıyordur. Fransız direktörün, İngiliz Konsolosunun ve maden zenginlerinin fişteklemeleriyle Micanoğlu’nu kıstırmayı görev bilen hükümet kuvvetlerine “yardımcı” olan Kel Seyit, ketenpereye getirip Mican’ın yaşam mumunun söndürülmesinde başrollerde görünür. Boyu devrilesi, kör olası Kel Seyit!

Şunu muhakkak söyleyelim: Mican’ımızı halkın gözünden düşürmek için dedikodu da yayar bu iblis evlatları. Neymiş Mican’ın, sözde, hem bu Fransız direktörünün refikası hem de Kel Seyit’in geliniyle gönül muhabbeti varmışmış.

Micanoğlu’nun katliyle ilgili rivayet de muhteliftir. Hiçbirini içim kaldırmıyor ey okur, hepsi birbirinden yürek paralayıcı! Hakikat şu ki Mican’ımız bu dünyaya istemeden de olsa eyvallahını çekmiş bulunmaktadır. O artık türkülerde, ağıtlarda, halkın gönlünde yaşamaktadır.

Micanoğlu için çok ağıtlar, türküler yakılmıştır. En bilineni de, takdir edersiniz ki “Kahve Koydum Fincana”dır. Ahmet Kaya güzel söyler elbette, hem de fincana kahve değil de rakı koyarak başlar işe. Nedir, bir de Duble Salih’den, değerli müzisyenler Salih Nazım Peker ve Salih Korkut Peker’den dinlemenizi tavsiye ederim. Mümkünse yüksek sesle ve Nazım Peker’in “ah”larını ıskalamadan…

Onur Çalı