Cabir Özyıldız

Babamın ölüsünü kara halam bulmuş. Terliği ayağından az uzakta, sofada öyle boylu boyunca yattığını görünce, düşürmüş elindeki çingili. Düşünce elinden çingil, dardağan ağacındaki kumrular kederle kuğurdamış. Anda çırpınmış çığlık çığlığa halam. Sonra da cırmıklamış yüzünü gözünü. Kardeşine koşayım derken simsiyah saçlarından kayıp düşmüş avluya beyaz tülbendi. Başucuna gelince de yoluvermiş saçlarını. Öğle sonralarının serinliği daha yeni yeni çöküyormuş portakal ağaçlarının dallarına.

Halamın çığlığına önce konu komşu yetişmiş, sonra da biz. İş bilirler eski bir şilteyi uzatmışlar sofanın ortasına, sonra da babamın ölüsünü. Üzerine eski bir çarşaf, karnının üstüne de kör, yoksul bir bıçak. Ben Zehra ablamla girmiştim avludaki kalabalığın içine. Babam çırpınan, dövünen babaannem ve halalarımın ortasında, kısa, içli bir cümle gibi yatıyordu.

Hayret! O vakitler cenazesine ne çok insan gelmişti. Sofa, avlu, bahçe içleri dolup taşmıştı. Rahmetli dedemden mi, anamdan mı, seveninin çok olduğundan mı bilemedik. Kızmadık kimseye, bizi yoksulluğumuzla baş başa bıraktılar da, ölene bunca koştular diye garipsemedik. Ağlayın dediydi halalarım. Biz ağlaştıydık. Bir tek Zehra ablam ağlamadı. O kadar dürtmelerine, dirseklemelerine rağmen ağlamadı, ağlayamadı. Sustu. Babamın uzun uzun sustuğu gibi. Ablam sustu ama kirpiklerinin tek tek kırılıp döküldüğünü kimseler görmedi.

Annemin yorgun, mavi gözleri tüketti de yaşını, kalbinden ödünç alıp alıp ağladı. Bir günden bir güne yaşayamadıklarına ses etmeyen, doğduğu günden bugüne yokluk içinde çırpınan annem, elden ayaktan kesilip saçını toza toprağa buladı.

Dalıp dalıp gittiği portakal ağaçlarının önünde yıkandı babamın ölüsü. Kaynayan kazanın içine babaannemin çiçeklerinden, bir de portakal ağaçlarının yapraklarından koydular. Çocukları olarak sıraya girip tas tas su döktük, yarım göğsüne dokunduk. Öptük elini. Eskiden öptüğümüz gibi, saygılı ve ürkek.

Biz babamın elini öperken, o dalgın kalabalık ağladı da ağladı. Artık bize mi, yaşayacaklarımıza mı, yoksa hayattan nasibini gereğince alamamış gencecik gidene mi bilemedik.

Kara halam, Yemen türküsünü söyleyip, babamın siyah çizgili beyaz gömleğini sallayıp durdu. Sarı halam, “kışlalar doldu bugün” türküsünün “gel gardaş görüşelim, ayrılık oldu bugün” kısmına gelince Arapça ve Türkçe ağıtlar yeri göğü tuttu. Kınalı halamın zülüfleri dağıldı. Annemin tülbendi boynuna yıkıldı. Babaannem kırışmış ak yumruklarıyla durmadan göğsünü yumrukladı.

Babaanneme vasiyeti üzerine türbenin arkasında yan yana yatan, dedemle amcamın yanına değil de uzak bir mezarlığa gömüldü babam. Kocasını, büyük oğlunu, kardeşlerini yitirmiş babaannem, babamdan sonra çok yaşamadı. “Ah oğlum!” diye diye, ak yumruklarını sinesine vura vura gitti.

Babaannem öldükten sonra üstlerine titrediği çiçekleri soldu, kocasından yadigâr bahar dalı kurudu. Dedemle amcamın mezarları çöktü, etraflarını dikenli çalılar sardı. Türbenin önünde duran asırlık dardağan ağacını da kestiler, kumrular evsiz kaldı.

Babamın ölümü, yetimlik sıfatının üzerimize yapışması ve efkârlı bir bozlak havasının, kederli bir kanat gibi göğümüzde asılı kalmasının dışında hayatımızda hiçbir şeyi değiştirmedi. Annem yine temizliğe gitti, Zehra atölyeye. Küçükler okula, bense ilk beşten sonra tamirhaneye. Yaşam olması gerektiği gibi, sessiz, yorgun ve kendi yolunca aktı gitti.

Ben, babamın ödeyemediği taksitleriyle ilgili yazdığı notları karyolasının altındaki kitap sandığında bulduğumda ölümünün üzerinden hayli zaman geçmiş, biz, annem, Zehra ve iki küçüğümle uyduruk fakat acılı bir Yeşilçam filminin içinde bulmuştuk kendimizi. Her daim tutan ve bolca gözyaşı dökülen filmlerden birinde.

Notlar pembe dizilerin, beyaz dizilerin, polisiye romanlarının iç kapaklarına karalanmışlardı. Eğri büğrü ve kurşun kalemle. Notları okudukça sustum. Sustum ve ağladım. Göğsüm acıdı okuduklarımdan. Babamın içinin bunca hüzünlü, boynunun bunca bükük olduğunu bilmezdim. Öğrendim. Öğrendim ve dudaklarım üzünçle mühürlendi. Ne anneme ne de Zehra ablama o notlardan söz etmedim. Annemin yorgun kalbine babamın kederli sözcüklerinden biri denk gelir, Zehra o uzunca kirpiğini döker diye korktum, söylemedim. Söylemeyince de içinde onulmaz yaralar olan bütün türküler gibi yandım.

O notları okurken, yaşadığımız onca yoksulluk ve sefalet gözümün önünden silindi gitti. Yalnızca, babamın hastaneden ve sofadan seslediği cümleler kaldı. Dert ettiği, söyleyemediği, yarım göğsüne ağır gelen tüm o sözcükler geldi bana dert oldu. Bunca sene dudağımın kenarındaki sigarada tüttü durdu.

“Taksitler” demiş durmuş babam, durmadan bunu yazmış kitap kapaklarının içine. Susmamızı dert etmiş. Annemin ve bizim uzun uzun, ah’sız susmalarımızı. İnsan onca yokluğun içinde ah’ı bile unutur, bunu bilememiş. Bizi götüremediği parklara, anlatamadığı masallara dertlenmiş. Annemi bir günden bir güne sinemaya, nehir kenarına götüremediğine hayıflanmış. Zehra’ya toka, küçüklere giyit alamadığına, benim okuyamayacak olmama kahırlanmış. Ciğeri yarım düşene dek duyarlılığını, içindeki kederi söze dökmeyi bilememiş. Kime, neye küstüğünü, ciğerini eksilten o hastalığın sebebini ölene dek çözememiş.

Beyaz dizilerden birinin iç kapağındaydı o satırlar. Babamın, ablama, Zehra’ya seslendiği cümleler. “Ah Zehra! Karımın eli ayağı Zehra. Benim boylu da poslu kızım.” Babasından bir günden bir güne tek bir sevgi sözcüğü duymamış ablam, boyuna posuna yönelmiş bu satırları okusaydı, çalışmaktan kamburlaşmış sırtına bir kambur daha eklenirdi. “Hele çocukça yaşında o mağrur suskunluğuyla beni ağlatacak. Bu gencecik yaşımda gidişim değil de bu çocuk…” Bu cümleden sonra saçlarım kar tuttu. Ablamın yorgun ellerini, dalgın bir su gibi duran yüzünü, sırtındaki kamburu getirdim gözümün önüne, ciğerim titredi. Mum alevinin etrafında dönen pervaneler gibi, dönüp dönüp kanatlarımı yaktım. Ablama bunları söyleseydim, söyleyip de o kara, yorgun gözlerine baksaydım, babamın cenazesinde dökemediği yaşları, o uzunca kirpiklerini döktüğü gibi, gözlerinden usul usul, yaprak yaprak döktüğünü görürdüm.

Babamın gözyaşını dökmekten imtina edip, ya sabır çektiğini yazdığı bütün o zamanları, biz, ömrümüz boyunca kendi yoksul hanemize yazdık. Utandık da orada burada ağlamaktan, gözümüzden akan damlaları içimize içimize akıtıp, kendi kendimizi gözyaşımızla boğup durduk.

Ciğeri yarım düşmeden önce, içip içip geldiği akşamlarda, elinin tersiyle avuç içlerimize vurduğunda ıh demezdik. Olması gereken budur herhal deyip, susardık. O suskunluğun ömrümüz boyunca büyüyüp duracağını, iğne oyaları gibi yüreğimize işleneceğini bilemezdik.

Şanssızlığını, yoksulluğunu, yaşayamadıklarının hıncını sigarasından, kül ve tuz döktüğü birasından, ara ara da bizden çıkaran babam; göğsüne yerleşen sancının farkına vardığında iş işten çoktan geçmiş, ona da bize de eksik bir hayat kalmıştı.

Şimdi hayal meyal hatırlıyorum da, rüyası yarım adamdı babam. Sözcükleri kısa, susuşu uzundu. Her sabah elinde katran gibi çay ve söndürmediği sigarasıyla öyle uzun susardı ki, susmaktan göz rengini koyulturdu. Kısacık uyur, hemen yorulurdu. Kitap kapaklarına onca sözü ne ara bitiştirdi de yazdı, hiç bilemedim. Baklava dilimi pencere demirlerinin ardından yemyeşil bir göl gibi ırgalanan portakal bahçesine dalıp dalıp çıkan o adama, nereden geldiği bilinmez gamlı bir hüzün, yapışır da gitmezdi. Babam kimi zaman Allaha onu affetmesi için kısa dualar okur, kimi zamanda gökyüzüne bakıp uzun uzun söverdi. Rüyası gibi yakarışı da, sövgüsü de yarımdı. Bir türlü kendini tamamlayamadı, hep eksik kaldı. Öyle de gitti zaten.

Babamın, ödeyemediği taksitlerin hayfını çiziktirdiği o satırlar arasında unutamadığım, her okuduğumda kalbimde hüzünlü kuşların kanat çırptığı bir mesel vardı. Bana göre, bütün pişmanlıklarını, hatalarını, gücünün yetmediği zamanları, elinden gelmezlikleri temize çektiği yer orasıydı. Gözyaşlarımın henüz koyulaşan sakalıma harf harf bulaşmasına sebep şey; anneme, onu unutmaması ve affetmesi için uzattığı Unutma Beni çiçeği meseliydi. İnsan yapamadıklarının, yaşatamadıklarının özrünü, uzattığı tek bir çiçekte, upuzun bir cümleyi susar gibi söyleyebilir miydi? Kim bilir, belki söyleyebilirdi. Fakat o çiçeğin uzatılışının bir özür anlamına geldiğini annem hiçbir zaman bilmedi.

Ama zaten annem her fırsatta, kocaman kalbinden iyilikli diline yansıyan kelimelerle, “helal hoş olsun tüm emeklerim, bu dünyada da diğerinde de helal hoş olsun” diyordu. Böylece babamın ödeyemediği taksitleri, annemin dilinde temize çekiliyordu.

Cabir Özyıldız