Bir şair olarak Nâzım Hikmet’in büyüklüğü ortada, fakat sanırım romancı yanı o kadar bilinmiyor, sanki bunun üzerinde yeterince durulmamış. Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim (bundan sonra Yaşamak olarak geçecektir) daha ilk sayfalarında usta bir imzaya ait olduğunu hissettiriyor. Gerçi, büyük yazar olmak zaten böyle bir şey; Nâzım kalibresindeki kalemler isteseler de kötü yazamazlar gibi geliyor bana. Şiir, deneme, roman, mektup. Hangi tür olursa olsun üslupta hemen öne çıkan bir şeyler var, ayırıcı bir şeyler. Öfke başka türlü burada, isyan da öyle, aşk ve nükte de. Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim bu yaz okuduklarımın içinde en iyisiydi. Biraz bu kitaptan bahsetmek istiyorum. Karşınızda, ihmal edilmiş bir tür olarak Nâzım Hikmet romanı.

Anlatıcınızı nasıl alırsınız?

Nâzım romanı farklı bir teknikle yazmış. Birinci tekil ve üçüncü tekil anlatıcı iç içe geçmiş. O dönem için edebiyatımızda çok alışıldık bir yöntem değil, bildiğim kadarıyla. Devrimci bir şairden devrimci bir hamle! Burada paragraflardan ya da kitabın bölümlerinden bahsetmiyorum. Aynı paragrafta iki cümle birinci tekille yazılmış, üçüncüsü üçüncüyle. Devrimciliği de belki burada. Bugün daha az yadırganıyor tabii ki, ben mesela Cortazar öykülerinin bu anlamdaki kıvraklığını hatırlıyorum ilk, çok başarılı bulmuştum onun kullanımını. Şu bir gerçek ki anlatıcıyı aniden değiştirmek romana bir dinamizm kazandırıyor; Nâzım’ın metnini okurken de öyle, mesela paragrafın “…diye düşündü” şeklinde sonlanmasını bekliyorsunuz, ama bunun yerine düşündüm’le noktalanıyor cümle. Bazen de diğer anlatıcı paragrafın ortasında kendine bir parantez açıyor, diyeceğini diyor ve gidiyor!

Nâzım’ın en uzun şiiri

Usta şairin diyaloglarla giden ve bir olayı aralıklı konuşma dizeleriyle hikâye eden uzun şiirleri vardır. Yaşamak’ı okurken böyle bir tat alıyorum. Romanın bazı yerleri tam da şiirlerinde görülen anlatım havasını taşıyor. Örneğin, Ahmet’in evsiz bir çocukla yaptığı konuşmayı düşünüyorum, eğer bu konuşma Moskova’da geçmeseydi Nâzım mutlaka onu Memleketimden İnsan Manzaraları’na alırdı. Aynı şekilde Nâzım Hikmet şiirinin karakteristik özelliği olan tekrar ve döngülere de sık rastlanıyor romanda. “Batum’da, Fransa otelinde, odamda, oturdum masanın başına…” cümlesinin (dizesinin?) etrafında örülen pasaj da tipik bir Nâzım şiirinin nesir olarak yazılmış hali gibi. İncelikli ve nitelikli.

Aynı yollar, aynı anılar

Romanı okurken zaman zaman Yaban’ı hatırlıyorum. Yakup Kadri’nin başyapıtını. Anadolu’nun yoksulluğu, hastalıklar, ümitsizlik… Bu yarı otobiyografik metinler memleketin o dönemdeki durumunu gözler önüne seriyor. Doğrusu ben, İnebolu’dan Ankara’ya eşek sırtında yapılan yolculuktaki izlenimlerin anlatıldığı kısmın dünya edebiyatının en iyi roman pasajlarından biri olduğunu düşünüyorum. O yüzden buradan biraz uzun bir alıntı yapacağım. Ahmet’e yol boyunca eşlik eden eşek sürücüsünün bir köy odasında konakladıkları sırada oradaki hastalara, hastaların gözlerine, gözlerinde ışığa bakıp onların sağlık durumları ile ilgili karar verişinin anlatıldığı kısım nasıl da çarpıcı! Nasıl da yaşamsal! Bana göre sadece bu bölüm bile Nâzım Hikmet’i dünya edebiyatının (bunu özellikle vurguluyorum) zirve isimlerinin yanına koymaya yeter.

“Yaralılara sokuldum, selam verdim, konuşmak istedim. Karşılık vermediler. Benim sürücü:

– Bırak efendi, halleri yok, dedi. Sonra birinin başını tuttu, ocağın ateşinden yana çevirdi:

– Yolcu bu, dedi, sabaha çıkmaz. (Bunu yavaş sesle değil, hâlâ avuçlarında tuttuğu yaralının yüzüne doğru söyledi, yüksek sesle.)

Yaralı asker sargıları kandan ve topraktan kapkara olmuş başını kaldırdı sürücünün avuçlarından, omuzları üstünde dikilmeye çabaladı, beceremedi, yardım ettim, dayandı duvara:

– Orası bir Allah’a malum, dedi. (Bunu yavaşça, ama fısıltıyla değil, yavaşça söyledi.)

Sürücü:

– Elbet Allah’a malum. Lakin ben seferberlikte, Çanakkale’de sıhhiye çadırında çalıştım. Bana da malum, tövbe, tövbe. Sende sabaha çıkacak göz yok, dedi.

– Çıkarım, çıkarım…

Çıkmadı. Horoz sesleri, köpek ulumaları ve kadın çığlıkları dışarıda birbirine karışırken, o içerde, ocağın yanında, sırtı hep böyle duvara dayalı, hırıltılarla can verdi. Ölümü ilk önce böyle gördüm.” (Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim, s. 55-56)

Kayıp Zamanın İçinde

Yaşamak’ın ulaştığı canlılık ve akıcılık sadece anlatıcı seçimleri ile ilgili değil. Roman kronolojik bir hat üzerinde ilerlemiyor, zaman çizgisinde ileri geri gidişler ve birbirine teyellenmiş izlekler var. Hikâye kendi içinde geçmişe gönderme yapan veya geleceği ima eden ayrıntılarla bezeli. Geçişler de öyle başarılı ki! Bir an 1923’te İzmir’de bir bekar evindesiniz, eski gazeteleri karıştırıyorsunuz, hemen ardından kendinizi 38’in bir hapishanesinde, mahkumların görüş gününde buluyorsunuz. Oradan da hadi Moskova’ya, üniversite yıllarına, tabii Anuşka’nın da elini tutarak…

Roman Okumanın Keyfi

Kısa bir roman Yaşamak, ama doğrusu içeriği hayranlık verici derecede zengin. İçinde aşk olan bir hikâyeye davet ediyor sizi Nâzım Hikmet, aynı zamanda ihanet var, yoksulluk, en üst düzeyde siyasi çatışmalar, yer yer nükte ve ironi, sonra cinsel arzunun bir parça saklı hali. Nâzım hiçbir izleğin altını gereğinden fazla çizmiyor, romanını tutarlı ve sağlam bir denge üzerine kuruyor, bu da anlatının ikna ediciliğini arttırıyor. Metinde yer yer karşımıza çıkan sinematografik biçem romanın berrak bir anlatıma ulaşmasını sağlıyor.

Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim uzun süredir listemdeydi. Nefis bir dil tabii ama ben kitabı okurken hikâyenin kuruluş biçiminden, bunu üzerine düşünmekten de çok keyif aldım. Böylece Türkçe’nin en iyi, en yetkin şairinden roman yazma dersi almış oldum. Fakat acaba biraz geç mi kaldım? Her halükârda, bu harika yapıtı okuduğuma memnunum, buradan Nâzım’ın diğer romanlarına da geçmeye karar veriyorum. Ve kim bilir kaçıncı kez, roman okumak güzel şey be kardeşim, diye düşünüyorum.

Mesut Barış Övün

Alıntıda esas alınan baskı: Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim, YKY, 27. baskı.