Geçtiğimiz hafta benzer iki haber üst üste geldi: Antalya’da bir kadın caddede çırılçıplak yürümüş, Denizli’de bir başka kadın markete çıplak girip alışveriş yapmıştı. Ekonomik krizin had safhaya çıktığı ve içten içe herkesin “Neden hâlâ yazarkasa fırlatmıyorlar” diye esnaflara içerlediği mevcut dönemde iki “çıplak” gerçeği yüzümüze vuruyordu sanki bu haberler.

2001 krizine yönelik halk tepkisi Ecevit’in önüne yazarkasa fırlatma eylemiyle hatırlanıyor bugün. Halkı temsil eden ideal tip olarak “esnaf” figürünü ortaya çıkaran ideolojik gözbağcılığın payı unutuluyor fakat.

Her mahallede bulunmasıyla, meslek gereği halkın dilini konuşmasıyla elbette “içimizden biri”dir esnaf. Gelgelelim polis de öyledir. Her mahallede bulunur ve “halkın dilini” konuşur o da. Bir üçüncü paralellik de var yalnız, “Esnaf yeri geldiğinde askerdir, polistir” tezinin işaret ettiği: Esnafın da polis gibi –ya da polisin de esnaf gibi– varoluşu gereği kurulu düzenin sigortası olma niteliği. Yazarkasa eyleminin sembolik niteliği de buydu zaten: Duran ekonomiyi yeniden dönmeye başlatma, ekonomik tıkanıklığı çözmek üzere siyasal tıkanıklığı aşma müdahalesi.

Esnafı ideal bir “sokaktaki vatandaş” olarak sunmaktaki ideolojik gözbağcılıktan söz ettik. Polisin tabancası ya da doktorun stetoskopu, sahibini “halk temsiline” ne kadar yaklaştırıyorsa yazarkasa da ancak o kadar yaklaştırabilir aslında: Yani hiç. Hatta dar gelirlinin evinde çeşitli gerekçelerle stetoskop ve/veya tabanca bulunma ihtimali az ya da çok vardır en azından, ama yazarkasa?

Yazarkasa, sihirbazın şapkasına daha çok benzetilebilir bu anlamda, illüzyon aynı anda hem onun sayesinde var olup hem de gizlenir çünkü: Ekonominin “dönüp dönmediğini” gösterir gibi yaparken, aynı anda ekonominin “dönen” bir şey olmadığı gerçeğini gizler. Yazarkasaya akış bariz biçimde tek yönlüdür zira, döngüsel değil. Hiçbir esnaf –para üstü hariç– çıkarıp halka para vermez (ki onu bile bazen sakız olarak verir). Vergi yoluyla dolaylı olarak “döndürdüğü” de söylenemez. Esnaf vergi diye verdiğini –veriyorsa– teşvikler, krediler, muafiyetler, ceza afları gibi “kıyaklar” vasıtasıyla misliyle geri alır. O bir iş insanıdır, MÜSİAD/TÜSİAD üyelerinden yalnızca ölçek farkıyla ayrılan bir tüccar. Bu yönüyle “içimizdeki öteki”dir aslında, gelgelelim hâkim ideoloji onun “içimizdeki” kısmını bize sakız niyetine verirken “öteki” kısmını yazarkasaya gizler. Vatandaş, iş insanının çıkarını kendi çıkarıyla paralel sanmasını sağlayacak düzleme çekilmiş olur böylece. Esnaf halk adına konuşma mertebesine bir kez yükselince de, bir devrin sonunu da onun eyleminin simgelediği düşünülecektir.

Oysa o dönemde yaşanan dönüşüm ne tek başına 2001 krizinden kaynaklanıyor ne de tek temsilini esnafın eyleminde buluyordu. Doksanların toplumsal krizinin birbirinden farklı okumaları ve buna binaen halkı temsil gücüne/iddiasına sahip farklı reaksiyonları –ölüm oruçları, insan zincirleri– vardı. Hatırlayanlar olacaktır: Kendiliğinden gelişen böylesi eylemlerden biri de Çankaya’daki soyunma eylemiydi.

Kocasının kendisini pavyona sattığını söyleyen bir genç kadın iç çamaşırlarıyla kalmıştı Çankaya Köşkü’nün önünde. Sonradan kendisinin şöhret olmaya çalıştığı için böyle bir sahne tezgahladığı gibi iddialar ortaya atıldıysa da bu yazı bağlamında mesele eylemin otantikliği değil. Şüyuu vukuundan beter bir arka planı var çünkü olayın: Kurmaca bile olsa inandırıcı olabilmesi için gerçekçi olma yükümlülüğü olan, dolayısıyla bu ülkede bir kadının başına gelme ihtimali üzerinden “temsiliyet” gücü çok yüksek bir cinsel/sınıfsal sömürü anlatısı. En azından “esnaf trajedisi”nden daha yüksek.

Eylemin biçimsel gücü de yabana atılmasın. İlk bakışta Femen tipi bir teşhircilik gibi, kadın bedenini metalaştıran eril bakışı kendi silahıyla vurarak onu politik mesajın “çaresiz” alıcısı haline getiren bir provokasyon olarak kolaycı bir okumaya tabi tutulabilir bir kadının soyunması. Oysa “üryan gelip yine üryan gittiğimiz” bu dünyada çıplak olmak hayatın “henüz başlamamış” ya da “artık bitmiş” olduğunun da apaçık göstergesi değil midir?

Cogito’nun 55. sayısının başlığı bu anlamda yeterli bir iddiayı dile getiriyordu: “İnsan Giyinir”. Bu teze dair çarpıcı ve özlü bir açıklamayı, yine bu sayıda yer alan (orijinali “Principles of Sociology” kitabında yayınlanmış) Herbert Spencer’a ait “Madalyalar ve Giysiler” makalesinde (Çeviren: Begüm Kovulmaz) buluyorduk. Spencer’a göre giyimin ilk ve esas fonksiyonu ta avcı-toplayıcı zamanlardan beri statüydü: Vahşi bir hayvanı avlayanlar, bu başarının nişanesi olarak hayvanın postunu bir madalya gibi üzerlerinde taşıyorlardı. Sonra giyinenin giyinmeyene üstün olduğu kabulü tarih boyunca devam etmişti. Kölelerin kıyafetleri alınıp çırılçıplak bırakılacak, alt sınıflar birkaç parça kıyafet giyerken üst sınıflar kat kat libas bürünecekti.

Buradan yola çıktığımızda kıyafeti reddeden insan, toplumsal hiyerarşinin sembolik düzenini de reddetmiş sayılır. Çankaya Köşkü’nün önündeki soyunma vakası sadece “soyunma” içerdiği için değil ayrıca bir de Çankaya Köşkü’nün önünde gerçekleştiği için 90’lar Türkiye’sinin sınıfsal ve cinsel hiyerarşilerinin sürdürülemezliğini gösterme gücüne sahipti. Bir tüccarın “Çarklar dönmüyor” tepkisinden daha kapsayıcı bir temsiliyetle.

Geçtiğimiz hafta benzer iki haber üst üste geldi: Antalya’da bir kadın caddede çırılçıplak yürümüş, Denizli’de bir başka kadın markete çıplak girip alışveriş yapmıştı. Ekonomik krizin had safhaya çıktığı ve içten içe herkesin “Neden hâlâ yazarkasa fırlatmıyorlar” diye esnaflara içerlediği mevcut dönemde iki “çıplak” gerçeği yüzümüze vuruyordu sanki bu haberler: Birincisi, toplumu temsil eden figürün esnaf olmadığı. İkincisi, mevcut sınıfsal ve cinsel hiyerarşilerin sürdürülemezliği. Yani sayın Nebati’nin de dediği gibi aslında çarklar gayet dönüyor, insanlar kâr ediyor – dar gelirli hariç.

Hakan Sipahioğlu