“Ara Nağme” ile 2014 Orhan Kemal Öykü Ödülü, “Kapalıçarşı” ile 2015 Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Ödülü’nün sahibi olan yazar ve çevirmen Fuat Sevimay’ın İthaki Yayınları tarafından basılan eseri “Gör Bağır”(2021), 68. Sait Faik Hikâye Armağanı kısa listesinde yer aldı, 2022 Fakir Baykurt Öykü Kitabı Ödülü’ne değer görüldü.

Yazar, yeterince sustuğunu düşünerek yola çıkmış olmalı ki uzun aradan sonra gelen“Gör Bağır”da günümüz gerçeklerini, toplumsal meseleleri, kadın erkek ilişkilerini, kuşak çatışmasını, doğanın katledilişini, adaletsizlik, işsizlik evsizlik, savaş ve mülteci meselesini merkeze alarak duyarlı bir bakış açısıyla işlediği dokuz öyküyle seslenmiş okurlarına. Bununla da kalmayıp zamanın akışında önce bir dur, etrafına bak ve gör, sonra da konuş demiş. Başka bir pencereden bakabilmenin, başka bir bakış odağı geliştirmenin mümkün olabildiğini göstermiş. Kitabın adının aksine bağıran, eleştiriyi bağırarak yapan öyküler değil bunlar. Söyleyen, dile getiren ama bağırmayan, gösteren ama göze sokmayan öyküler. Farkındalığa açılan ve kapı aralayan öyküler.

Edebiyat metinlerindeki ana malzemenin ve bir yazarın sermayesinin dil olduğunu düşünecek olursak, Fuat Sevimay bunun hakkını teslim edercesine öykülerin atmosferine, geçtiği mekâna, karakterlerin sosyo-kültürel özelliklerine uyumlu sözcük seçimiyle zengin bir evren yaratmış. Hayatın içinden, gündelik konuşma dilindeki yöresel deyiş, söz ve terimlerle örmüş metinlerini. Öykülerini kurarken farklı, kıyıda köşede kalmış sözcükleri, deyimleri kullanmayı yeğlemiş. Aynı zamanda biçimsel anlamda yapıyı zorlayan metinler yazdığını belirten Sevimay’ın öykülerini okumaya başladığınızda bir yanda yedi yüz sözcükten oluşan tek bir cümle, öte yanda otuz sözcükten oluşan küçümen bir öykü ile karşılaşmanız mümkün. Fuat Sevimay ile son öykü kitabı “Gör Bağır” özelinde kurmacaya ve hayata dokunan öyküleri hakkında konuştuk.

Esme Aras

Kitabın ilk öyküsü olan “Dolap Beygiri” iki buçuk sayfa uzunluğunda ve “Güven” dışında tekrar edilmeyen yedi yüz sözcükle kurulmuş yekpare bir cümle ile başlıyor. Aslında her ara cümleciğin, her kesim ve statüden karakterin başlı başına birer öyküsü olabileceğini düşünürsek, “edebiyatta anlatılacak konu kalmadığı”nı savunanlara karşı neler söylemek istersiniz? Öykü türü özelinde, bakmasını ve görmesini bilirsen sosyal yaşamın içinde tema her yerdedir, diyebilir miyiz?

Dünyada sekiz milyardan fazla insan yaşadığını düşünürsek, ben, öykü yazmak için sekiz milyar çarpı 365 konumuz olduğunu düşünürüm. Dolayısıyla dediğiniz gibi, konu her yerde ve hayatın içinde. Yeter ki o hayatlara bakmasını bilelim. Edebiyatı kişisel duygularından ve bunalımlarından veya atölyeden çıkma basmakalıp Amerikan tekniklerinden ibaret sananlara sözüm yok. Ama Sait Faik, uçuşan ottan veya dülger balığının kılçığından öykü çıkarmıştır. Oraya bakmak gerek.

Bir resimden yola çıkan bu öyküde ele aldığınız meselelerle birlikte, ezilip öğütülen buğday tanelerini metafor olarak kullanarak bir çarkın dişlileri ya da değirmenin taşları arasında un ufak edilen insanlığı anlatırken, teknik anlamda farklı bir biçim denemişsiniz. Mevzuya buradan yaklaşırsak, biçim içerik uyumlu anlatıyla yapmaya çalıştığınız, çarkı durdurmaya yönelik olarak hayatın tekrar eden yönüne bir çeşit çomak sokmak mı, yoksa edebiyat yayıncılığında giderek bir örnekleşen öykü sarmalını bir anlamda kırmaya çalışmak mı?

Muhtemelen her ikisi ama daha çok ikincisi. Hayata dair, sessiz kalarak ezilmeye teşne insanların zihnine çomak sokmaya çalışıyorum ama bununla birlikte, edebiyatın nasıl üretildiğine dair de ciddi bir meselem olduğunu söyleyebilirim. O nedenle hem ilk öyküde hem de sonrakilerde farklı yapılar söz konusu. Edebiyatın, öykülerin, hayatın dertlerine değinmesi gerek ama öyle kısır bir hâldeyiz ki bırakın hayata dair söz söylemeyi, hayattan fersah fersah uzaklaşıp “yazar olma hevesi” içine ve etiketlere hapsolmaya başlayan, tek tipleşen öykü ortamına karşı bile kör ve sağırız. Herkes yalancı alkış peşinde. İşte tam da bu nedenle, bu tek tipi kırmak, böyle de öyküler yazılabilir demek, yapıyı zorlamak derdindeyim. Hem okur hem yazar, birkaç kişinin zihnini tetiklediysem ne mutlu. O dalga bir şekilde büyür, büyüyor. Bunu hem hissediyor hem de görüyorum.

Az önce bahsettiğimiz gibi “Dolap Beygiri” kendi içinde matematiği olan teknik bir öykü. Ama aynı zamanda, bizim dışımızda uzaklarda bir yerde birtakım hayatların yaşandığını ya da söndüğünü, bir şeylerin olup bittiğini bize duyurmaya çalışan hatta hatırlatan bir öykü. Özellikle bu yönüyle birden çok âna odaklanmamızı sağlayan anlatı yapısını ören uzunlu kısalı cümleleriyle tıpkı tırıs giden bir atın nal seslerindeki tempoyu duymak mümkün. Öyküde ritim dediğimiz şeyi nasıl tanımlarsınız? Öykü yazarken onu yakalamaya yönelik olarak özel bir çabanız olur mu, yoksa atmosferin uygunluğuna göre ritim de doğaçlama mı gelişir?

Çok değerli tespitiniz için teşekkür ederim. Öykünün ritmine dair yazarken yakalamaya çalıştığım tam da buydu ve bunun görülmesi/duyulması insanı mutlu ediyor.

Edebiyatta ritim genelde, sanki öykünün içinde müziğe dair bir şey varmış gibi yanlış algılanıyor. Oysa öykü, roman söz konusu olduğunda ritim daha ziyade, zihnimizin satırlara verdiği tepkiyle ilgili. Metnin duygusuna göre kimi yerde yavaşlayan kimi yerde hızlanan, kimi yerde tırıs giderken kimi yerde durup kafasını kaldıran bir at gibi. Ya da olayın duygusuna göre şahlanan satırlar.

Ritimle aslında bir duyguyu yakalarız. Okurun, yazdığımız satırlarda sakince düşünmesini istersek ona göre, heyecana kapılmasını istersek ona göre kaleme alırız. Bunun doğaçlama olduğunu sanmıyorum. Bile isteye, planlayarak yapılması gereken bir şey. Son olarak her öyküde ritim olmaz, olmak zorunda değildir. Öykünün ögelerinden biridir ve kullanıp kullanmamak bize kalmış.

Adı Gör Bağır olsa da kitaptaki öykülerin isyan etmeyen bir yönü var, her öykü bağırıp çağırmadan derdini anlatmayı nasıl başarıyor? Öte yanda patronlar gerekli tedbirleri almadığı, iş güvenliği sağlanmadığı için insanlar ölüyor. Çok yakın zamanda, öykünüzdeki gibi bir olay yaşandı ve ben kitabı okurken Bartın’daki bir madende yaşamanı yitiren canların ardından yine “mukadderat” denildi. Yazarken, insan ve yazar tarafınız arasındaki dengeyi kurmakta zorlandığınız oluyor mu?

Yazarın nesnel kalabilmesi, bu doğrultuda gözlem yapması önemli ama bu tabii buraya yazmak kadar kolay iş değil. Hayat, hele hele bizimki gibi eğrisi doğrusu fazla bir memleket insanı gerçek hayatta isyankâr yapıyor. Alın teri döken insanların tırnağı etmeyecek tipler memleket yönetip demeç veriyor. Buna bağırmamak mümkün değil. Ama başta dediğim gibi, edebiyatçının işi de bağırmak, slogan atmak değil. Bir denge kurmayı başarabiliyorsam (ki mutlaka ayarı kaçırdığım da oluyordur, en nihayet etten kemikten ibaretiz), bunu genelde, yazdıklarımın gazete haberi olmadığını kendime telkin etmeme borçluyumdur. Hayatın içinde her ne varsa, hazin veya eğlenceli, ümit dolu veya karamsar, kızgın veya sakin, hepsi öykünün malzemesi. Görmesi gereken okur olsa da bağırmak, dile getirmek öykünün işi. Yazarın ayrıca bağırmasına gerek yok belki.

Zaman ilerliyor, dolap beygiri dönüyor, hayat devam ediyor… Peki, bireysel duygular arasında kaybolup hatta boğulduğumuz dönemlerin içinden geçerken durup bir sanat yapıtının aktardığını ne kadar alımlayabiliyoruz? Örneğin, İstanbul Modern’deki “kapitalist üretim süreci” resmine bakmakla, sizin öykünüzü okumak arasında bir farkındalık geliştirebiliyor muyuz? Yoksa görmemiz, duymamız, konuşmamız, okumamız ve yazmamız gereken şeylerin yanından kayıtsızlıkla mı geçip gidiyoruz?

İşte orada malum “Görmek ile Bakmak” arasındaki fark ortaya çıkıyor. İstanbul Modern’deki resimler, bir tiyatro oyunu, mimari estetiği olan bir yapı elbette bizim edebiyata dair farkındalığımızı tetikleyebilir. Bu karşılıklı etkileşim çok önemli, besleyici ve çoğaltıcıdır. Öte yandan modern çağda sanat, tüketim sarmalına kurban edilmekte. Çoğu zaman durup düşünmüyor, görmüyor, üstüne konuşmuyor, çoğunlukla bakıp geçiyor, akşam da Netflix’te saçma sapan bir dizi açıyoruz ki kafamız dağılsın. Oysa sanat en çok da o bireysel duyguların arasında boğulduğumuz zaman işlev görür. Kendimizi anlamamızı, dünyayı sorgulamamızı, toplumla sağlıklı temas etmemizi sağlar. Velhasıl ya neoliberal politikaların arzu ettiği tüketici olmayı sürdürecek veya sanat yardımıyla hayatı yeniden, sağlıklı ve üretken bir şekilde tanımlayacağız.

Fuat Sevimay

Kitabın alt metninde olduğu gibi “E” adlı öyküde de bağırmadan topyekûn bir sistem eleştirisi yapılıyor. Geçim derdi, işsizlik, Korona günleri derken gençlerin yaşamak zorunda bırakıldıkları hayatta kendilerini var edebilmek için geliştirdikleri dil üzerinden kurulan bu öykü, bir yerden sonra sanki makas değiştiriyor ve farklı, daha karanlık bir yöne taşıyor okurunu. Sizce politik ve toplumsal yaşam, sanat ve edebiyata ne ölçüde yansımalı? Siz böyle bir bilinçle yazıyorsunuz, diyebilir miyiz?

“E” öyküsünde de bir ritim tutturmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Mahalleli üç genci tanıdığımız hâllerin dili daha şen şakrak, renkli iken bekçinin/devletin gelişi sonrası renkler solmaya, dil sertleşip grileşmeye başlıyor. En sonda ise mesele hâlen tam hallolmuş sayılmasa da umuda dair hafif bir ışık var gibi.

Siyasetin (ayrıca dinin, felsefenin, tarihin ve benzer başlıkların) edebiyatta ne kadar yer alacağı/alması gerektiği çok bıçak sırtı bir konu. Her yazarın elbette siyasi görüşü, hayata bakış açısı vardır ama bu siyasi görüş, edebiyatının önüne geçiyorsa bu çok da sağlıklı değildir. Mesela Kemal Tahir, Türkçede kalemi en güçlü yazarlarımızdan biri ama siyasi doktrinleri bir noktadan sonra edebiyatını teslim alır. Oysa bana göre siyaset, din, felsefe, tarih edebiyatçıya en fazla malzeme olmalı, romana öyküye, hayatın diğer unsurlarıyla birlikte eser miktarda, metnin tadını bastırmayacak kadar serpiştirilmelidir.

Bir de bunun tam dersi durumlar var. Siyasete, hayata, memlekette ve dünyada olup bitene, emeğin sömürülmesine, kadının hor görülmesine, doğa katliamlarına hiç ama hiç değinmeyen, etliye sütlüye bulaşmayan metinler söz konusu. Bunlar beni okur olarak zerre ilgilendirmiyor. Kişisel yazar bunalımı okumaktan çok sıkıldık.

İşte bıçak sırtı diye andığım, bu iki hâl arasındaki denge. Ben bu dengeyi kurmaya, kendimce bilinçle yazmaya çabalıyorum ama bunun hakkını verecek elbette okurdur. Kimisi de belki bol siyaset isterken, başka birileri toplumsal yaşama hiç bulaşmak istemez. Ben kendimden sorumluyum : )

Peki, yaşamda hikâyeleri neden bu kadar önemsiyor, onlara niye bu denli ihtiyaç duyuyoruz? Anlatma ihtiyacımızdan mı ileri geliyor bu, yoksa birilerini etkileme düşüncesi, yalnızca insanın kendini ifade etme isteğiyle mi alakalı? Ne dersiniz, Ferdi karakterinde olduğu gibi yaşama tutunmamızı mı kolaylaştırıyor hikâyeler?

Hikâyeler yaşama renk katıyor. Bu nedenle bu kadar önemsiyoruz. Gündelik hayatta ilginç bir şey yaşayınca bir dosta anlatma ihtiyacı hissediyoruz. Edebiyatın işlevlerinden birisi de bu. Ve edebi metinler söz konusu olduğunda bunu sadece yaşama tutunma diye nitelememek gerek. Orasıyla sınırlarsak işi dramatize ederiz sanırım. Paylaşmak, çoğaltmak, tartışmak, birlikte gülmek ya da üzülmek de bu amaca dâhil.

Öyküde yazıldığı gibi, Ferdi’nin, hikâyenin yeşerteceği umutla, oradan yaşama tutunmakla falan pek işi yok. Onun tek derdi o an kafasına göre takılmak. Yarısı yalan yarısı gerçek hikâyelerini belki de sırf bu sebeple, ayaküstü uyduruyor. Çünkü bazen de hayat, ânın tadını çıkarmaktan ibaret ve bir o kadar da yalın olmalı.

“Nerelisin?” sorusunun yetersiz kaldığı, göçmen sorununa çok doğru bir yerden yaklaşan “Suriye Pasajı” öyküsünde, savaş nedeniyle güvenlik ve özgürlüğün kalmadığı bir dünyada savunmasız bir kadının her yerli ve oralı olmaya çalışmasını, tüm kayıplarına rağmen hayata bir yerinden tutunma çabasını görüyoruz. Hiç tanımadığımız, ne tür zorluklar yaşadığını bilmediğimiz kimselerin hayatına dair oturduğumuz yerden büyük rahatlıkla ahkâm kesip tüm çirkinliğimizle onları dışlarken, hiç umulmadık bir yerden bir çıt sesiyle kırılıp düştüklerini görmüyoruz bile. Belki de bu ve benzeri önyargılarla onların hayat tutamaklarını ellerinden alıp yok ediyoruz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Şu ana dek Gör Bağır için katıldığım söyleşilerde üzerine olumlu ve olumsuz en çok konuştuğumuz öykü sanırım “Suriye Pasajı” oldu. Bunun göçmen sorununu güncel boyutta yaşıyor olmamızla ilgisi olmalı. Birkaç soru önce, siyasetin edebiyata ne denli yansıması gerektiği konusunda söylediklerimden hareket edersek, ben ne öyküde meselenin siyasi boyutuna dair bir şey söylemek istedim ne de şu an ilave bir yorumda bulunmak isterim. Süreci siyaseten yanlış bulanlar, sürece sebep olan siyasilere dilediklerince küfredebilir. Öte yanda benim tek derdim Raşa’nın (ve elbette meyhanedeki adamların da) hikâyesini anlatmaktı. Ve bu öyküyle ilgili en büyük dileğim, ülkemizde yaşayan bir, on, yüz, her ne kadar olursa o kadar göçmenin, belki ileride başka ülkelerin göçmenlerinin, böyle öyküler yazıldığını bilmesi olur. Çünkü insanın önce anlaması, anlatması ve anlaşılması gerekiyor. İnsan önemli, Raşa önemli. Ötesi yalan.

“Birincisi” ezber bozan bir öykü, Saraybosna’da geçiyor ve Gavrilo’yu bir suikastı işlemeye götüren koşulları okuyoruz. “Hurda Franco” İspanya’da geçiyor ama dünyanın herhangi bir yerinde bu öykünün bir benzeri yaşanabilir. “Nassaulu İsa” ise Dublin’de geçiyor ve düzen dışına itilen evsizleri işaret ediyor. Yerelden yola çıkılsa da öykülerde evrensel motifler hâkim: “Aynı sokaklar, aynı evler, aynı yüzler.” Öykülerin nerede geçtiği, hangi coğrafya, ülke ya da şehir olduğu fark etmiyor. Çünkü yol, iki arada bir derede geçen hayatlara, benzer ve tanıdık hikâyelere çıkıyor aslında. Özdeşlik kurmayı sağlayan öyküler mi bunlar? Yapmaya çalıştığınız tam da bu mu?

Evet, tam da bu. Coğrafya kaderdir diye bir laf dolanıp duruyor. Büyük sahtekarlık. İçinde sömürü, oryantalizm, biat ve türlü çeşit melanet barındıran, bile isteye umutsuzluk aşılayan bir laf. Oysa coğrafyalar kardeştir, benzerdir, özdeştir. Elbette zamana ve koşullara göre nüansları vardır ama özünde baktığınızda her toplum yapısı, iyi ve kötü yönlerde birbirini anıştırır.

Her devlet öz evlatlarından katil yaratmaya çalışabilir. Hiçbir millet bu konuda daha temiz değildir. Her toplum bir diktatörün peşine takılabilir ve günü geldiğinde o toplumun içinden çıkacak bir madenci çocuğu, diktatör hurdasıyla kendi adını taşa kazıyabilir. Bunu zaman ve koşullar gereği buradan anlatamıyorsanız, İspanya’dan anlatırsınız. Dublin fevkalade Mumbai’ye benzeyebilir. Yazar, bildiğinin ötesine geçip içselleştirdiği dertleri yazmalı. Ben yazmaya çalıştım. Ve dönüp baktığımızda evet, aynı yüzlerde, benzer evlerde, birbirine benzeyen umut, kızgınlık, duyarsızlık ya da coşkuları yaşıyoruz.

Sıradan bir günün akışı ve alışkanlıklarıyla başlayan “Sonun Ardı” öyküsü bir yerden sonra gerçek yaşamdan koparak, distopik bir öyküye dönüşüyor. Aslında kendimizi içine hapsettiğimiz dünya, distopya dediğimiz şeyin ta kendisi. Modern insan zamanı, doğayı ve gezegenin kaynaklarını hızla tüketiyor. Çarkların dişlerindeki çürükler görünürken, o çürümüşlüğün kesif kokusunu da duyuyoruz öykülerde. Çağın meselelerini ve karamsar denebilecek konuları nasıl bu kadar farklı işleyebildiğinizi merak ediyorum… Bu noktada öykülerin sahiciliği bakımından ayrıntıların tutarlılığı size ne ifade ediyor?

Öncelikle değerlendirmeniz için çok teşekkür ederim. Farklı işleyebilmişsem ne mutlu ve bunu sağlayan, hayata biraz daha derin bakmaktır belki. Daha önce dediğim gibi, öykünün haberden mutlak farkı olmalı. Yaşadığımız sorunları türlü mecrada zaten haber diliyle görüyoruz. Bunları ah ile vah ile süsleyip aktarmak edebiyat değil. İyi kötü herkesin bildiği çürümüşlüğü, bambaşka bir yapı ile biraz da sarsarak, ben buradan düşünememiştim diyecek ayrıntılarla ete kemiğe bürüdüğümüzde öykü oluyor bence.

Ayrıca, ayrıntıların çok değerli olduğunu düşünürüm hep. Adını hatırlayamadığım bir besteci, müziğin notalarda değil aradaki es’lerde olduğunu söyler. Öykü de bilindik konulardan ziyade, onun nasıl işlendiğini gösteren ayrıntılarda sanırım. Öyküdeki küçük bir ânı betimlerken, bir duyguyu vermeye çalışırken, olayı akıtırken, aklımıza gelen ilk şeyi yazıyorsak yanılgıya düşeriz. Bu bizi vasatın üstüne çıkaramaz ve genel geçeri yazarız. Oysa, sekiz milyar değilse de seksen milyona, sokakta denk geldiğimiz ve hiç tanımadığımız insana, hep gelip geçilen bir mekâna, herkesin baktığından daha alıcı gözle, daha derin bakmayı öğrenirsek, o insan, o mekân bize ses verir. İşte o zaman Marmaray sizi Üsküdar’dan Sirkeci’ye taşıyan vasıta olmanın ötesine geçip, kapitalist düzene esir olmuş beyaz yakalının distopyası hâline gelir. Çünkü doğanın bizden alacağı var.