Volkan Algan’ın ilk öykü kitabı “Asfalya” Yazılama Yayınevi tarafından yayımlandı. “İzmir Öyküleri” alt başlığını taşıyan kitapta altı öykü bulunuyor. İzmir’in yüklü tarihini ayrı ayrı hikayelerde ama bir bütünün parçaları olarak okuyucuya sunan kitabın öyküsünü Volkan Algan ile konuştuk.

Beril Azizoğlu

Daha çok gazeteci olarak tanıyoruz sizi. Tarih, sanat, siyaset üzerine yazılarınız, programlarınız ve araştırmalarınız var. Öykü yazmaya başlamanız bu sürecin sonucunda mı oluştu? Yoksa küçük yaşlardan beri kağıda notlar alan biri miydiniz?

Hayır, pek öyle biri sayılmam. Ama dediğiniz gibi uzun süredir, çeşitli konularda kalem oynatıyorum. Öykü ise görece yeni bir alan benim için. Edebiyatla ilişkim iyi bir okur olmaya çalışmak üzerine kuruluydu yakın zamana kadar. Yani sadece bunun üzerineydi. İyi bir edebiyat eseriyle karşılaşınca özendiğim, “belki bir gün ben de…” diyerek devam ettiğim anlar olmuştur elbette. Neden şimdi sorusununsa çok özel bir yanıtı yok açıkçası. Belki belirli bir olgunluk seviyesine eriştiğimi düşündüm ve buna güvendim, belki geçmiş dönemlerime kıyasla daha ısrarcı oldum ve çalıştım…

Arkasında “1977, Lalezar Gazinosu” yazan siyah-beyaz bir fotoğrafla başlıyor ilk öykü Asfalya. kimliksiz bir karakter S. ve miyavlayan bir kedi ile diğer öykülerin ipuçlarıyla buluşuyoruz. Kitabın ikinci öyküsü Miras, 1922 İzmir’ine götürüyor bizi. İzmir’in işgali ve yangına İttihatçı, Osmanlı devrimcisi gazeteci Ali Kemal’le tanıklık ediyoruz. Ama bu coğrafyada sadece Türkler yaşamıyor. Angeliki, Aleksis ve Hristofyas Efendi ile de tanışıyoruz bu öyküde. Diğer öyküler neredeyse bu iki öykünün şifreli kurgusunu çözüyor ama okuyucuya da epey bir iş düşüyor bu kurguyu çözerken. Belli bir öyküleme tekniği kullandınız mı?

Öyküler arasına teyel attım denilebilir; hem birbirlerine bağlılar hem de hafif bir kuvvet uygulayınca ayırmak mümkün. Bir asra yayılan zaman diliminde, İzmir’de, Kemeraltı’nda, Alsancak’ta, Karşıyaka’da geziniyor öyküler ve karakterler. Bir öyküde yan karakter olarak gördüğümüz birisi, birkaç on yıl sonra ve başka bir mekanda hikayenin merkezinde karşımıza çıkıyor. Nikos’u örneğin önce küçük, çelimsiz bir çocuk olarak annesinin elinden tutarken görüyoruz; yirmi yıl sonra Yunanistan İç Savaşı’nda bir gerilla olarak karşımıza çıkıyor. Yahut önce yaşlanmış, elden ayaktan düşmek üzereyken tanıdığımız Meliha Hanım’ı, bir başka öyküde Fuar sahnelerinde parlarken görüyoruz. Kitaptaki altı öyküyü de ayrı ayrı okumak mümkün. Zaman ve mekan arasındaki bu geçişler ve dokunuşlarla ise birbiriyle en alakasız görünen insanlar ve mekanlar arasında bile bir ilişkinin ve sürekliliğin olduğunu göstermek istedim. Bu düşünce beni çok heyecanlandırıyor ve yaşama sevincimi artırıyor. Bugün oldukça atomize olmuş, herkesin kendini kabuğuna çekilmiş göründüğü toplumsal durumumuzda bu gerçeği hatırlatmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Asfalya adını da bu yüzden seçtim: Basit bir etimolojik mirasın ötesini ifade ettiği için.

Arjantinli yazar Julio Cortazar, 1970 yılında Casa de las Americas dergisinin 10. yıl sayısına yazdığı “Öykü Üzerine” başlıklı yazısında öyküyü fotoğrafla, romanı ise sinemayla karşılaştırmanın uygunluğundan ediyor: “Bir film öncelikle roman tarzında açık bir sınırlama iken, bir fotoğraf önceden tasarlanmış tutumlu bir sınırlamayı gerektirir; bu kısmen kameranın kapsadığı sınırlı alan yüzünden böyledir, kısmen de fotoğrafçının bu kısıtlılığı estetik olarak kullanma biçiminden.” Cortazar’ın bu karşılaştırmasına katılıyor musunuz? Öykülerinizin ritmi ve sınırı yani durması gereken yeri belirlerken nelere dikkat ettiniz veya ediyorsunuz?

Evet, Cortazar’ın benzetmesi gerçeğe çok yakın. Birkaç şey daha ekleyebilirim bu ayrıma dair… Romanda olaydan çok, karakter önem kazanıyor. Olay, karakteri tanımamız ve onun tecrübesini deneyimlememiz için bir zemin görevi görüyor aslında. Öyküde ise karakter bulmak zordur. Öyküdeki kişi “bizim adımıza”, o an, orada olmalıdır. Romanda karakter(ler)in gözünden deneyimleriz yaşananları, öyküde ise kendi gözümüzle görmeye daha yakınızdır. Roman sempatiye, öykü empatiye yakın geliyor bana. Öyküde kendimizi daha özgür hissedebiliriz bu nedenle. Cortazar’ın benzetmesine dönecek olursak, bir fotoğraf karesi –bu sadece bir portre bile olsa– sayısız yorum ve çağrışıma müsaade eder; ama bir film üzerine konuşacaksak burada en azından bazı referanslarda ortaklaşmak gerekiyor. İşte öykü ve roman da biraz böyle. Bunlar genelleme tabii. İki tür arasında kalan çok sayıda eser bulmak mümkün.

Sorunun ikinci kısmı içinse… Elbette yazının bir de mühendislik kısmı oluyor. Fakat bu çok dinamik bir süreç benim için. Baştan “çıkış noktası-varılacak yer ve hız sınırı” belirlemiyorum. Biraz da yazdıkça kendi ritmini ve yolunu buluyor kalem.

Bir çay molası gibi Olympos adlı öykü, hatta koronun varlığı ile müzikli bir çay arasına dönüşüyor. Sovyet yazar ve politikacı Anatoli Lunaçarski, Sanat ve Edebiyat Üzerine adlı kitabında “Antik çağların büyük gerçekçi sanatında düşünceler somut dışavurumları içinde sunulur; ölüm, ölümsüzlük, ölümlülüğü ortadan kaldırmaz, bütünsellik tek boyutlu olmadığı gibi tek anlamlı da değildir. Eski Yunan ve Roma sanatı gerçekliği nesnel olarak yansıtmaya çabalıyordu” diyor. Olympos adlı öyküyle gerçekliği, devrimci Nikos karakteriyle, nesnel olarak yansıtmaya mı çalıştınız?

Mitoloji, insanlığın toplumsal yaşantısının ve dönüşümlerinin belirli semboller ve karakterler aracılığıyla dile getirilmesinden ortaya çıkıyor. Toplumsal hafıza bu sayede, dönüşerek de, nesiller boyu aktarılıyor. Titanlar ve Olimposlu tanrılar arasındaki mücadele, anaerkiden ataerkiye dönüşümün bir ifadesi aslında. Herakles bu mücadelede önemli roller oynamış bir yarı tanrı. Herakles en emekçi tanrı diye geçer ve Olimposlu tanrıların en büyüğü olan Zeus’un bir ölümlüden olan gayrimeşru çocuğudur. Herakles hayatı boyunca gerçekleştirdiği görevlerle aslında medeniyetin önünü açar: Tarlaları ekilebilir hale getirir, yabani hayvanlarla mücadele ederek insanların güven içinde yaşamasını sağlar, su yollarının güvenliğini sağlayarak ticareti mümkün kılar vs… Dikkat edilirse bunlar doğanın evcilleştirilmesi sürecidir. Yani Zeus, başında durduğu düzeni aslında Herakles’e borçlu. Ancak tüm bunlara rağmen Zeus’un kıskanç karısı yüzünden çekmediği kalmaz. (Tabii mitolojinin de ataerkiyle şekillendiğini unutmayalım, tüm suç yine kaprisli bir kadına atılıyor.) Böyle olunca modern işçi sınıfı ve Herakles’in maceraları arasında bir yakınlık gördüm. Nikos’un İzmir göçmeni bir işçi olarak iç savaşta kendini Olimpos’ta bulması, röportajın başında bahsettiğim ilişkiselliği hem coğrafi olarak yayma hem de mitolojiye kadar esnetebilme olanağı sağladı. Böylece bu iki öyküyü içine geçirdim.

Volkan Algan

Kitabın dördüncü öyküsü Tereddüt’de Türk, Rum, Müslüman halklarının bir arada yaşadığı İzmir’de bu kez Balkan göçmeni bankacı Hikmet Bey ile tanışıyoruz ki yine sınıfsal kimliği ve fuar şarkıcısı Meliha Hanıma sevdalanması ile Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna kitabındaki Raif Efendi’ye götürüyor bizi. Bu benzerlikle ilgili ne söylersiniz? Ek bir soru, hangi edebiyatçılar ilginizi çekiyor veya kitaplığınızda en çok hangi yazarların öyküleri var?

Evet, ikisinde de bir baba meselesi var. Baba özgün karakteriyle bir bireyi değil, bir devri, anlayışı, yaşam felsefesini temsil ediyor. Bu açıdan bakınca Hikmet Bey ve Raif Efendi arasında benzerlik bulmak mümkün. Hikmet Bey’in babası, Osmanlı’nın son günlerine şahit olmuş, büyük acılar çekmiş, yerinden yurdundan edilmiş ve en nihayetinde yeni Cumhuriyet’te yaşamını yeniden kurmuş birisi. Ve bir 19. yüzyıl insanı. Hikmet Bey’se 20. yüzyılı temsil ediyor. Bu uzun sayılabilecek öykü bir aşk hikayesini konu edinse de, arka planında evlilik kurumu ve güvenli/risksiz ve kurallı küçük burjuva yaşamına dönük değişen zamanın getirdiği tehditler, yeni ahlaki değerler, erkeğin toplumdaki rolü gibi meseleler var.

Sorunun ikinci kısmı için pek çok isim sayılabilir ama Orhan Kemal ve Çehov benim için en güçlü referans noktaları diyebilirim. Onların sanata ve topluma yaklaşımının, bugüne özgü biçim ve içerikle güncellenmek kaydıyla, hâlâ geçerliliğini koruduğunu düşünüyorum.

Vuslat adlı öykü, anlatıcı bakış açısından çıkıyor. Yaşama veda etmek üzere olan Hikmet Bey’in karısı Leyla’nın ağzından, geçmişle yaptığı son muhakemeyi dinliyoruz. Diğer öykülerde karakterlerin iç yolculuklarına pek yer vermezken bu öyküde verme nedeniniz neydi?

Leyla Hanım’ın hakkını teslim etmek, sesini duyurmak istedim sanırım. Sonuçta ailesi için, kendi değer yargıları gereği, ya da kim bilir belki de çaresizlikten, yahut tüm bunlar nedeniyle, yaşamından, gururundan taviz vermek zorunda kalmış bir kadın. Pek çok örnekte olduğu gibi.

Kitaptaki son öykü Yemek için de burjuvazinin oburluğu üzerine bir “güzelleme” diyebilir miyiz?

Evet, tırnak içinde “güzelleme” denilebilir. Burjuvazinin doymak bilmez açlığı ve bunun çekiciliğine kapılanlar üzerine…

Öykülerdeki karakterler, karakterlerin toplumsal konumları, tıpkı coğrafyada yaşayan halklar gibi gerçek: Fuar gazinolarında şarkıcılık yapan Meliha Hanımın yaşlılığındaki yalnızlığı, yardımcısı Melek Hanımın bakım evindeki sonu, suya sabuna dokunmayan bankacı Hikmet Bey’in karısı Leyla ve Meliha Hanımla ilişkisi, eski ittihatçı ve Osmanlı devrimcisi gazeteci kimliğinin ardında bir istihbaratçı olan Ali Kemal, arkadaşı Aleksis ile evlenen gizli aşkı, Yunan işgalinde hangi tarafı tutacağını şaşıran Anjeliki’nin her dönem kadına atfedilen anne olma kimliği… Aslında okurken pek çok bağlantı kuruyoruz. Bir arada uyum içinde yaşayan insanların savaş sonrasına mübadeleyle neler yaşayabileceğine kadar düşünüp sorgular hale geliyoruz. Tarihimizde mübadele yeterince sorgulandı mı sizce?

Konunun uzmanı değilim, önce bunu belirtmek isterim. Ama kitap yazım sürecinde öğrendiklerimden edindiğim izlenim kadarıyla söyleyeyim, mübadele meselesi üzerine Yunan tarafında çok daha fazla kafa yorulmuş. Bu orantısızlık da tuhaf değil, çünkü mübadelenin Yunanistan üzerinde, bizimkiyle kıyaslanmayacak kadar güçlü etkileri olmuş. Bir kere bunun çok basit bir nedeni var: Buradan giden nüfusun Yunanistan’ın o günkü nüfusuna oranı neredeyse 1/3, belki de daha fazla. Türkiye’ye gelenlerle kıyaslanmayacak bir oran bu. Sonrasında da iki ülkenin zamanı çok farklı akıyor: Türkiye iç savaşını bitirmiş, işgali savuşturmuş, cumhuriyeti kurmuş, görece istikrara kavuşmuş bir ülke olarak yoluna devam ederken, Yunanistan uzun yıllar darbeler, işgaller, iç savaş gibi meselelerle uğraşıyor. Buradan giden Rumlar ve yerleşik Yunanlar arasında ciddi kültürel ve sınıfsal farklar var; Türkiye’ye gelenler ve Anadolu’daki Türkler arasında böyle dramatik ayrımlar yok. Dolayısıyla Yunan tarafı yaşananların nedenleri üzerine daha fazla tarihe referansla tartışıp, anlamaya çalışmış ve bu tartışmalar bir ucundan hep Türkiye’ye bağlanmış. Türkiye’deyse çok travmatik bir konu değil mübadele. Öyleyse de eski kuşaklar yenilere bu travmayı aktarmamayı seçmiş.

Tabii bunlar “gerçekte ne yaşandı bir anlayalım” denilerek çözülecek meseleler değil. Bu, işin sadece bir tarafı. Bir kere çok politik bir konu bu. Ege’nin iki tarafı da, gerektiğinde halkları düşmanlaştırmayı bir enstrüman olarak kullanmaktan çekinmeyen burjuva siyasetçiler tarafından yönetiliyor. İki ülke arasında çok yakın ilişkilerin kurulduğu dönemler de oldu tarihte, ama işte görüyoruz, bu düzenin egemenlerinin ihtiyaçları doğrultusunda bir çırpıda gözden çıkarılabiliyor her şey.

Günümüzde edebiyat, günceli yakalayabiliyor mu?

Sevdiğim ve takip ettiğim isimler var ama bir bütün olarak güncel edebiyatı yakından izlediğimi söyleyemem; ama sorunuza “mutlaka yakalamalı” diye yanıt vermek isterim. Ölmemek ya da yaşadığını sanan bir zombiye dönüşmemek için yakalamalı! Bugün büyük yazarlar diye andığımız isimlere bakınca bunların ortak özellikleri tam da bunu becermiş olmaları. Dostoyevski, Çehov, Saramago, Marquez… Bizden Orhan Kemal, Sait Faik, Yaşar Kemal…

Edebiyatın konusu hep insan, bu değişmez. İnsanı kapalı devre bir varlık olarak mı, yoksa kendisinden çok daha büyük toplumsal ilişkilerin bir parçası olarak mı ele alacağız, bence mesele burada düğümleniyor. “Gerçek” olan hangisi? Ben modası hiç geçmeyen “gerçekçilik” tartışmasını da böyle görüyorum. Güncellik meselesini biraz bu gerçekçilik tartışmasıyla da ilgili saydığım için buraya girdim. Genelde bunun bir üslup tartışması olduğu sanılır, oysa bir yaklaşım meselesi, hayata, insana. İnsanın toplumsal ilişkilerin bir parçası olduğu gerçeği fantastik bir öyküyle de anlatılabilir pekala…

Tarih boyunca sanat/edebiyat, özel dönemleri saymazsak, hayattaki dönüşümü geriden takip etmiş. Bu biraz da aydın garanticiliğinden kaynaklanıyor sanırım. Şu anda da edebiyatın, hayatın değişim hızının gerisinde kaldığını düşünüyorum. Sinemamız bu açıdan edebiyattan daha ileride bana kalırsa.

Günümüzde yazarak para kazanmak imkansıza yakın. Emeğin sömürüldüğü bu kapitalist düzende edebiyatta, toplumsal çürüme ile hem niceliksel hem de niteliksel olarak bir erozyon var mı?

Öykü, roman vs. yazarak geçimini sağlamak bana pek sempatik gelen bir düşünce değil. Keşke böyle olsa dediğim bir şey de değil açıkçası. Elbette gün içinde posası çıkana kadar çalışmış birisinden yazmaya zaman ve enerji ayırmasını beklenemez. Bence bu korkunç emek sömürüsünün ortadan kalkması, insani çalışma koşulları lazım hepimize. Böyle olduğunda pekala insanlar hem üretim süreçlerinin bir parçası olabilir hem de yazabilir. Hatta daha iyi yazabilir. İşte bu sağlanamadığında –ki bu düzende sağlanamadığı çok açık– edebiyat da birtakım profesyonellerin ya da çalışmadan yaşama lüksüne sahip olanların işi haline gelir. Yazarların maaşı ya da geliri nereden gelirse edebiyat da ona göre şekillenir. Yaşadığımız biraz da bu.

Bundan sonrası için Volkan Algan’ın masasında neler var? İzmir üzerinden öyküler yazmaya devam edecek misiniz?

Yazmayı sürdürdüğüm sürece İzmir orada kendine yer bulur. Ama aklımda bugünde geçen bir novella yazma fikri var. Şimdilik bu kadar söylemiş olayım.