Hikâyeyi içerden yaşamadığınız sürece yanılırsınız, der Erving Goffman Damga adlı eserinde.

Hirokazu Koreeda’nın Canavar (Kaibutsu) adlı filmini bitirdiğimde ilk aklıma gelen bu cümle oldu. Film Cannes Film Festivalinde Kuir Palmiye ve En İyi Senaryo ödüllerini aldı. Odağına iki kuir çocuğu alan bir film, bu yönüyle bana, yakın zamanda izlediğim ve çok etkilendiğim, çocukluktan ergenliğe sancılı bir geçişi anlatan Belçika yapımı Close filmini hatırlattı. O filmi izlerken de aklımdan geçen şuydu: Dünya kuir çocuklar için bir cehennemdir. Ama cümlenin doğrusu şu olmalı zannımca: Dünya çocuklar için bir cehennemdir. Sınırı bu kadar genişletmemin sebebi özellikle son zamanlarda çocukların hem ruhen hem bedenen katledilişinin korkunç derecede artmış olması. Binlerce Filistinli çocuk katledildi son bir iki ayda, ülkemiz çocukları malum, Akdeniz’de çocuk cesetleri karaya vuruyor, balıkçıların ağlarına takılıyor. Dünyanın en güçlü, en zengin politikacıları, iş insanları, şöhretlileri bir adada mahsur tutulan kız çocuklarını istismar ediyor. Dünya sadece izliyor. Ve bu vahşet, bir filmin bıraktığı etkiyi bile bırakmıyor insanlar üzerinde.

Canavar, Koreeda’nın izlediğim ilk filmi. Dolayısıyla diline, dünyasına yabancıyım. Ama Akira Kurosava’nın Raşomon filmini fena halde çağrıştırdı. Bir Japon filminde Kurosava etkisi görmek yadırganacak bir durum değil, tıpkı bütün İran filmlerinde Kiyarüstemi etkisi görmek gibi oldukça normal bir durum zannımca.

Filmin başında, kırsal bir alandan itfaiyenin kalabalık caddede ilerleyişini izleyen ve sadece bacakları görünen bir çocuk görürüz. Çocuğun kim olduğunu bir süre sonra anlasak da yangınla olan bağını hemen çözemiyoruz. Yangın bir binanın üçüncü katında bulunan “Konsomatris Barı”nda çıkmış. Evlerinin balkonunda annesiyle yangını izleyen Minato ile de bu sırada tanışırız. Koca binayı saran yangını izlerken annesine şunu sorar: “Bir insana domuz beyni nakledilirse o kişi insan mı yoksa domuz mu olur?”

Soru tuhaf. Zamanlama daha tuhaf. Tuhaf soruları sıklaşır Minato’nun. Eve tek ayakkabıyla döner, saçını kesip banyonun zemininde bırakır, yataktan çıkmak istemez, suluğunun içinde çamur vardır, yüzü yara bere içindedir. Annenin alışık olmadığı tüm bu tuhaflıklar çocuğun öğretmeni Bay Hori’yi işaret eder. Minato 5. Sınıf öğrencisi. Büyümeye, kendini ve dünyayı tanımaya başladığı bir yaşta. Bu kritik dönemde bir öğretmenin yanlış davranışıyla ziyan olan çocuklara aşinayız. Anne daha fazla dayanamaz ve soluğu okulda alır. Zaten izleyiciye göre geç bile kalmıştır. Okulda ilk karşılaştığı kişi, girişte elinde kova ve spatula ile zemini temizleyen orta yaşın üstündeki kadın müdür olur. Yer Japonya olduğu için müdürün asık suratlı ve bıyıklı olmaması, okulu temizlemesi bize tuhaf gelmiyor. Ama film ilerledikçe müdürün yavaş yavaş keşfettiğimiz karanlığı da oldukça şaşırtıyor bizi. Annenin okula sayısız gelişi sorunun çözümünü sağlamaz. Çocuğun fiziksel şiddet dahil yaşadıkları ortadayken okul olanları ne kabul eder ne de inkâr eder. Müdür ve tüm öğretmenler sürekli özür diler. Ama neden özür dilediklerini tam olarak anlayamayız. Bu durum anneyi çıldırttığı gibi izleyiciyi de sinir eder.

Yönetmen bize mevzuyu üç ayrı perspektifle anlatır. Annenin gözüyle izlerken suçlu öğretmendir. Canavar bir öğretmen. Öğretmenin gözüyle izlediğimiz bölümde suçlu Minato’dur, çünkü çocuğun birçok zorbalığına tanık olmuştur. Minato gözümüzde birdenbire bir canavara dönüşür. Görünüşe göre sınıf arkadaşı Yori’ye zorbalık yapmaktadır. Yori, sınıftaki erkek öğrencilerin “yeterince erkek” bulmadığı ve bunun için de sürekli alay ettikleri, kötü şakalar yaptıkları, şiddet uyguladıkları bir çocuktur. Yori aynı muameleye babası tarafından da maruz kalmaktadır. Babası Yori’yi “yeterince erkek” olmadığı için annesinin onları terk ettiğine inandırmıştır. Ama Minato’nun gözüyle baktığımızda gerçek herkesin gördüğünden çok farklıdır. Başta tipik bir sorunlu öğretmen öğrenci ilişkisine odaklanmışken yönetmen bizi adeta ters köşe yapar. Bir haiku gibi serer filmi önümüze. Basit, sıradan görüntüsüne rağmen içeriden katmer katmer çözülmeye başlar film. Son katta Minato ve Yuri ile kalıyoruz. Birbirlerini seviyorlar. Ama içten içe. Zaten Minato başkalarının yanında Yori’nin kendisiyle konuşmasına izin vermez. Sevgileri herkes çekildikten sonra başlar. Şehrin dışında terk edilmiş demiryolundaki bir vagonda vakit geçirirler. Yeni yeni keşfettikleri kimliklerini bir tek burada yaşayabiliyorlar. Vagonun camlarını, tavanını yıldızlarla, gezegenlerle süslerler. Onların evreni burasıdır, dışarısı değil.

Yönetmen bizi an’da bırakmıyor. Geriye gidişler ve diğer perspektifler arasında gidip geliriz. Daha önce izlediğimiz bir sahne başka bir kamera açısıyla ve başka perspektifle tekrar önümüze gelir. Küçük ipuçlarını yakaladığımızda gizemi çözmekte geç kalmayız.

Yanıldıklarını anlayan anne ve öğretmen Hori, ortadan kaybolan çocukları aramaya başlar. Bir türlü göremedikleri gerçek, çocukların hayatını ciddi anlamda tehlikeye sokmuştur. Herkesi evine hapseden korkunç fırtınada sadece anne, öğretmen ve iki çocuk dışardadır. Anne ve öğretmenin akıbeti ne olur bilmiyoruz ama çocuklar tünelin öbür tarafına çıktıklarında hava güneşli, doğa muhteşem ve çocuklar neşeli. Yangınla başlayan hikâye, fırtınayla son bulur. Görünüşe göre hayatın ikisine de ihtiyacı var. Çıkan fırtınanın hangi yangına dair olduğunu görebilmek gerekir. Gizem bu galiba.

Benim en şaşırdığım sahnelerden biri kendini herkesten saklayan Minato’nun filmin en tekinsiz karakteri olan müdüre içini dökmesi. Belki de hayatın içinde, hiç beklemediğim halde sıkça, doğrudan ya da dolaylı bir şekilde karşılaştığım içindir. Olmadık yerde, olmadık insanların karşısında çözülürüz. Karanlığımızı en az bilenler yakınlarımızdır. Çünkü birbirimizi genel öneme sahip niteliklerimizle severiz, kabul ederiz. Defolarımızı, zayıflıklarımızı, zaaflarımızı önemsemediğimiz yabancıların görmesinde ise bir sakınca yoktur.

Farklı bir kültüre, inanca sahip olmasına rağmen Japon toplumundaki ataerkillik hep şaşırtmıştır beni. Bu ataerkilliğin yansıması filmde de karşımıza çıkıyor. Minato’nun annesi, çocuğunu babasız büyüttüğü için sorun yaşadığını düşünüyor. Öğretmenler, yalnız bir anne olduğu için onu evhamlı olmakla ve her şeyi büyütmekle suçluyor. Eril davranışlar sergilemeyen erkek öğrenciler, yeterince erkek olmamakla suçlanıyor, çiçek isimlerini bilmek kızlara has bir davranış olarak küçümseniyor. Doğayla iç içe kurdukları modern kentler, günlük yaşamdaki sükunetleri, erdem ve tevazuyu hiç elden bırakmayan halleri de hep imrendiğim yönleridir. Filmler aracığıyla da olsa Japonların yaşamlarına tanıklık etmek güzel.

Filmin sonunda müthiş müzisyen Ryuichi Sakamato’nun parçasını defalarca başa alıp alıp dinlerken geriye dönüp daha az hasarla büyümeyi başarabilseydim dünya nasıl bir yer olurdu acaba, diye düşünmeden de edemedim.

Roza Alkan