Kurtuluş Savaşı hengamesi sırasında hiçbir kötülüğü dokunmadığı, ve hatta savaştan sonra türk vatandaşlığına geçtiği halde ailesiyle birlikte katledilen, hemşerim, Kınıklı Rum tüccar Trendefil Efendi’nin anısına… 

1.Haziran.16 

İzindeyim, tatildeyim, haberlere bakmamaya çalışıyorum ama gözüme çarptı otobüsteki küçük televizyonda: Bir haham, bir imam, iki rahip…

Fıkra gibi ama değilmiş. Meğer Gotthard tünelinin açılışıymış. Dünyanın en büyük, en bilmem ne tüneliymiş. Falan filan.

10634-2

Bu kocaman kocaman abiler ablalar, tünel açılışları için değil de “Bizim dini geleneklerimiz neden sürekli olarak kin, nefret ve fundamentalist eğilimler üretip duruyor?” sorusuna kafa yormak için bir araya gelseler keşke. O zaman bir anlamı olur belki.

* * *

Tatildeyken otobüslerde, vapurlarda, teknelerde, “beach”lerde filan bol bol rönte yattım. Aman durun, öyle değil! Millet hangi kitapları okuyor diye dikizledim. Buyrun size kısa bir liste:

– Kitap-lık’ın 35. sayısı
– Gömülü Dev (Ishiguro)
– Hareket Halinde Bir Hayat (Oliver Sacks)
– İlk Gün (Marc Levy)

Bizimkileri de katalım:

– Hayvan Krallığının Kapısında (Amy Hempel)
– Hacivat Günlüğü (Salâh Bey)
– İnadına Yaşamak/İnadına İnsan (Metin Balay)

2.Haziran.16 

Change.org’la değişen bir şey gördünüz mü siz kuzum?

* * *

Yine yolda belde gördüğüm bir şey: Deniz Baykal Kültür Merkezi. Yahu, İzmir’de hiç mi adı bir kültür merkezine verilecek yazar kalmadı? Hadi yaşayan yazarların bu şekilde taltif edilmelerine alışık değiliz de, artık yaşamayan, maalesef artık yaşamayan birçok önemli yazarı yok mu İzmir’in? Yoksa haberimiz mi olmadı; Deniz Baykal kültür adamı mı?

3.Haziran.16 

Nazım’ın Atatürk’le hikayesini bilir misiniz? Ben Zekeriya Sertel’in Hatırladıklarım adlı kitabında rastladım:

Nâzım’ın ünü günden güne yayılıyor, ziyaretçileri ve hayranları çoğalıyor, herkes ondan söz ediyordu. Ünü sonunda Mustafa Kemal’e kadar ulaştı. Mustafa Kemal’in İstanbul’da bulunduğu bir sırada, bir akşam Dolmabahçe Sarayındaki sofrada Nâzım’ın adı geçer. Hazır bulunanlar Nâzım’dan hayranlıkla söz ederler. Kendisine Nâzım’ın çağımızın en büyük Türk şairi olduğu söylenir. Merak eder. Bir şiirini dinlemek isteğini gösterir. Nâzım’ın şiir plakları getirilip çalınır. Mustafa Kemal dikkat ve hayretle dinler. Sonra, “Bu şair sizlere benzemiyor” der. Ve Nâzım’ı getirtip şiirlerini onun kendi ağzından dinlemek arzusuna kapılır. “Bu şairi bulup getirsinler,” emrini verir. 

Fakat vakit gece yarısını geçmiştir. Telefonla Kadıköy Polis Merkezine Nâzım’ı bulup getirmeleri emri verilir. Gece geç vakit bir polis, Nâzım’ın evin kapısını çalar. Nâzım uykudan kalkar kapıyı açar. Karşısında polisi görünce şaşırır. Bir an soğuk terler döker. 

Polis nezaketle Mustafa Kemal’in kendisini Dolmabahçe Sarayında beklediğini bildirir. Nâzım o vakit kendisine gelir. 

“Oğlum,” der, “Paşa’ya benden selam söyleyin. Ben ‘Deniz Kızı Eftalya’ değilim.” 

Bunu der demez kapıyı kapar. 

Mustafa Kemal o sıralar sofrasına Eftalya Hanım adında bir şarkıcı kızı getirtmeyi adet edinmişti. Nâzım şarkıcıya benzetilmekten kırılmıştı. Bu cevabıyla Mustafa Kemal’e sıradan bir şarkıcı gibi çağrılamayacağını anlatmak istemişti. 

Nâzım’ın cevabı kendisine bildirildiği zaman Mustafa Kemal’in tepkisi şu olmuş: 

“Aferin çocuğa… İşte şair dediğin böyle olmalı!” 

Mustafa Kemal de bu cevabıyla kendi büyüklüğünü göstermiştir. Yoksa bu cevaba kızabilir ve Nâzım’a yapmadığını bırakmazdı.

* * *

Hani biz zamanı yetiremiyoruz ya. Gün 24 değil de 30 saat olsun diyoruz ya bazen. Kafamızdaki bazı işleri yetiştirmek için, okumak, yazmak, yaşamak için… Bergama’daki bir handa, zamanın kontrolünü ele almış, masal kahramanı gibi amcalar var. Duruyorlar. Herhalde zaman da duruyor onlar durunca ki hiç acele etmiyorlar. Vakitleri çok bol. Tüm vakitler onların sanki. Öyle dinginler. Öyle huzurlu ve mutlular. Dünyadaki en zengin, en kudretli amcalar onlar, zamana hükmediyorlar. Zamanı eğip büküp karşılarına oturtuyorlar. İki el tavla atıyorlar, zamanı mars ediyorlar.

Zamanı koltuğunun altında tavlayla handan çıkarken gördüm, ordan biliyorum.

10.Haziran.16 

“Biz para değil dost biriktirdik” diye bir züğürt avuntusu vardır ya hani, çok severim o avuntuyu. Bana da iyi gelir bu söz. İnanırım. Güzel dostlarım var, çok şükür. Genelde tatillerde izinlerde dostlarla görüşmekten, hasbıhal etmekten yorgun düşerim. Ve fakat bu sefer öyle olmadı azizim. Kul Himmet yetişsin imdadıma:

Kendi efkârımca okur yazarım
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

11.Haziran.16

Tatillerde kitap taşırım. Okuyamayacağım kadar kitabı bavula tıkıştırır, sonra okumadan Ankara’ya geri taşırım. Bu sefer öyle yapmadım. 3-4 kitap aldım yanıma. Hal böyle olunca, bir de dostsuz meclissiz kalınca üstüne, Kınık’taki kütüphanede kalan dergilere sardım. İşte karşınızda Varlık dergisinin Ağustos 2005 tarihli 1175. sayısından seçmeler:

bergama şifa yurdu (asklepion)

 III

 müze yöneticisi Osman Bayatlı’nın
gün inerken kaleye karşı dediği

Çalınmış gövdesini soruyor
Yanından geçerken Zeus Sunağı
Berlin’deki gövdenin
Nemleniyor gözleri
Geride kalmış
Yaralı bir Bergamalıyım sanki
Zamanın derinlerinde
Yollarım yitik
Benden düşüyor
Kaleden düşen her taş

Başaran

* * *

Hulki Aktunç’un tatilini nasıl geçirdiğini anlattığıdır:

045d3-13405143_1267030906654932_1169748925_o

* * *

Ve Tarık Dursun K.’nın Yaz Sahiden Bitmeden adlı yazısından:

İşe bakın, Niyazi Bey bir gece sabaha karşı iki yüz fedaisi ile dağa çıkıyor… Bunun bir padişahın tahtını ters yüz edeceğinden emin de değildir, değildir çünkü aklının bir köşesinden şunlar geçmemekte midir? Padişahın topu tüfeği, parası pulu, ordusu donanması, dünya kadar dostu vardır ve bunlar iki yüz kişilik manevra taburuyla deli rüzgârlara baş bağlayıp dayler dayler diyerek kendilerini dağlara vuran kahraman-ı hürriyet ve nam-ı diğer geyikli Niyazi Bey ve taifesine vız gelip tırıs gidecek midir? 

Kumandanım, her şey iyi, güzel, hoş da biz Allah’ın Rumeli dağlarında aç susuz kalmaz mıyız, köy çapulcusu olmaz mıyız? Köyler bizi yaşatır mı, zaptiyeye ihbar etmez mi? 

Bunun üzerine Niyazi Bey’in geri dönüp alayın kasasını kırarak içinden 2000 kuruşu iaşe ve ibate için borç alıp sonra da namusuyla ödeyeceğine dair bir de makbuz bıraktıktan sonra yüreği serin, ver elini dağlar diyerek gelecekte şanlara, zaferlere, acı yenilgilere, yaşarken unutulmuşluklara doğru bir kahramanca gidişi vardır ki. 

Niyazi Bey, Niyazi Bey, yazlar bitmeden bir yazını da bana ayırır mısın? Resne’ye gidelim ve kuş olup uçarak, geyik olup rüzgârı önümüze katıp sürerek bir koşu Ohri’ye gidip su kenarında karşılıklı birer brandy içer miyiz, söz mü?

13.Haziran.16

bunları biliyor muydunuz? 

Demet Sağlam’ın Uluslararası Bergama Sempozyumu’ndaki (7-9 Nisan 2011) bildirisinden öğrendiğimdir: Charta Pergamena, nam-ı diğer parşömen, Bergama Krallığı’nda İrodikos ve Krates tarafından icat olunduktan sonra, malumunuz, kutsal metinlerin de dahil olduğu birçok önemli metne ev sahipliği yapmıştır. Bunları bilirsiniz ve fakat bizim de şiirlerini çevirdiğimiz, taşlamalarıyla tanınan Romalı ozan Martialis’in, bir edebi metin yazmak için parşömen kullanan ilk insan evladı olduğunu bilir miydiniz? 

Bergama Kültür ve Sanat Vakfı yayınları arasında yayımlanan “Bergamalı Lokman Hekim Galenos” adlı kitabın yalancısıyım: Eczacılığın babası olarak da bilinen antik dünyanın en önemli hekimlerinden Bergamalı Galenos’un adı “yumuşak başlı, uysal” anlamına geliyormuş. Babası Nikon, oğluna bu ismi annesine benzemesin için koymuş. Galenos’un validesi hırçın, öfkeli bir kadınmış. Bütün gün bağırır, birlikte yaşadığı kişileri azarlar hatta bazen hizmetçi kızları ısırdığı bile olurmuş.

Değerli tarihçi Eyip Eriş hocamızın Bergama Uygarlık Tarihi (Bakırçay Üçlemesi) adlı kitabından öğrenmiş bulunmaktasınız: Tarihin ilk grevinin ve -kralla yaptıkları pazarlıkların ardından gelen- ilk toplu sözleşmenin, Bergama Krallığı’nda görev yapan paralı askerler tarafından yapıldığını biliyor muydunuz peki? Kral I. Eumenes’e kabul ettirdikleri şartların arasında neler varmış neler: 44 yaşında emekliliği mi sayayım, emekliye ayrılanlara da çalışırkenki ücretlerinin verilmesini mi, dört ay süren direnişleri süresince verilmeyen aylıklarının derhal ödenmesini mi?

15.Haziran.16 

Bir Film Bir(kaç) Cümle

White God: Hayvanlar, efendileri insanlardan intikam alırsa? Bir genç kızla bir köpeğin dostluğu? Final sahnesi müthiş! Köpeklerin ve özellikle Hagen’in oyunculuğu harikulade!

Water Diviner (Son Umut): Çanakkale daha iyi bir filmi hak ediyor. Elbet bir gün çekecektir birisi.

Dag: Bir Norveç komedisi. Bölümü 20 küsur dakikadan 10 bölümlük ilk sezonunu, uzunca bir film gibi bir solukta izledim. Dag, esas oğlanın adı. Kendisi uzman terapist. Çift/ilişki terapisti. Sorunlarını anlatan hastalarını “Boşanmayı/ayrılmayı neden düşünmüyorsunuz?” diyerek doğru yola sevk eden bir yalnız adam. Ama bizim ıssız adam gibi tırt değil Allahtan. Keyifli, komedisi kuzeyli, iyi bir hikaye.

Sorun Yaratan Adam: Yine Kuzey’den bir esinti. Daha ilk sahnesinde, “Hımm, yönetmen modern hayat eleştirisi yapıyor, hımmm…” diyebileceğiniz bir film. Ve fakat benzerlerinin aksine, kendisini sonuna dek merakla izletiyor.

* * *

musica

İki yazar-müzisyenin (Tozan Alkan-Hüsnü Arkan) işbirliği: Öldüm mü sandın?

Onur Ça