Bazı kitapları okurken yazma eyleminin ne kadar zor ve özenli bir süreç olduğunu anlarız, onlara denk geldiğimizde tatmin oluruz. Okuru bambaşka düşünceler dehlizlerine sürükleyebilmek; tekdüzeliğin, sığlığın, unutmanın kol gezdiği toplumlarda hafızayı canlı tutmaya çalışmak için Süpermen olmak lazım bazen…

Edebi bir eseri ele aldığımızda, temelde üç önemli noktayı göz önünde bulundururuz; eserin yazıldığı dönem ve mekân, kurgunun geçtiği zaman ve mekân ve de okurun eseri okuduğu zaman ve mekân. Ben bu yazıda yazarlar, yazma halleri ve okur üzerindeki etkilerinden bahsetmek istiyorum. Doğal olarak, yukarıda saydığım noktalardan benim için önemli olan, okurun edebi eseri nerde ve ne zaman okuduğunun farkındalığına olan etkisidir. İki kitapla iki yolculuğa çıktım bu Nisan ayında. Yoldaşımın kitap olduğu, hızla uyanan doğanın içinde zamanın ileriye atıldığı yolda, geçmişe doğru yol aldım. Onur Çalı’nın Gemilerle Seyahat Eden Sözcükler adlı kitabıyla üniversite yıllarımın Ankara’sına, Halil Yörükoğlu’nun Şu An Saat Kaç? adlı kitabıyla da çocukluğumun kasabasına gittim.

Gemilerle Seyahat Eden Sözcükler, yazarlar ve yazma halleri üzerine denemelerden oluşuyor. Onur Çalı daha önce de öykü ve deneme kitapları yazıp yayınlamış bir yazarımız. Edebi olgunluğu, mizah duygusu, analizleri, okunacaklar listemizi çoğaltan referansları; yazdığı metinlerin dışına çıkmasını, kendi deneyimlerini ve edebi serüvenlerini bize aktarmasını sağlıyor. Bir yandan denemelerde bahsettiği yazarların edebiyat ve toplumla olan ilişkisini okuyor, diğer yandan da kelimelerin, kitapların ve yazma halinin Çalı’daki karşılığını görüyoruz. Ona göre yazmak, sözcüklerin kaybolmalarını, göğe doğru yükselerek yok olup gitmelerini engelleme çabası, aynı şekilde bir başkasına anlatamayacağın, havada uçuşan sözcükleri tutup kaydetme isteğidir. Çalı’nın çok yönlü yazma halinde edebiyatın dünyanın geri kalanıyla, yani insanla ve insanın içinde bulunduğu tarih, sinema ve müzik gibi alanlarla olan ilişkisini de görebiliyoruz.

Notos’un 100. sayı seçkisinde Nurdan Gürbilek, yaratıcı eleştirinin derinliği üzerine yazdığı yazısında deneme ve inceleme arasındaki ince çizgiden bahsediyor. Gürbilek, denemecinin bir yapıt üzerine konuşurken tarihe, politikaya, başka yapıtlara kendi hayatına ve deneyimlerine uğrayıp geri döndükten sonra metnini konuşturabilmesi gerektiğini vurguluyor. Denemenin gevşek bir izlenimler geçidi olarak kalmaması için öznel algı ve deneyimlerin analizle ve kavramlarla bağını koparmaması gerektiğini belirtiyor. Bu noktada, Gemilerle Seyahat Eden Sözcükler’deki metinlerin, inceleme yazısından çok farklı bir yerde durduğunu söylemeliyim.

Saramago’nun Filin Yolculuğu, Bulgakov’un Usta ile Margarita, Tavares’in Teknik Çağda Dua Etmeyi Öğrenmek kitaplarını ölüm ve yaşam, iyilik ve kötülük, ışık ve gölge gibi hayatı anlamlandıran çelişkileri aktarırken referans veriyor Çalı. Bir şey ancak kendisinin aksiyle var olabilir diyor ve yokluğun da varlığın bir parçası olduğunu, yaşamak için ölümü kendimize hatırlattığımızı, iyiliği var edenin bir anlamda kötülük olduğunu ve edebiyatın bunlardan beslendiğini vurguluyor. Çehov’un okurun hayal gücünü zorlayan, üstüne düşünme ve etkin okuma potansiyelini geliştiren öykücülüğüne, Alejandro Zambra’nın toplumsal bellek ve bir ülkenin siyasi geçmişine ayna tutan yazarlığına, Salâh Birsel’e özgü üslubun ortaya koyduğu sözcüklere en yalın ifadelerle yer veriyor kitapta.

“Yaptığı iş üzerine, yazmak üzerine düşünen yazarları, şairleri çok önemserim.” (Gemilerle Seyahat Eden Sözcükler, s.106) diyen yazarımız kendinden önce var olan, edebiyat denizinde salınıp duran yazarları ve eserlerini özenle araştırmış, içinde dolan bardağın taşkınını bizimle paylaşmış.

Denemeleri okudukça, yirmi yıl sonra dolaştığım Ankara sokaklarında, Dost Kitabevinde taksitle aldığımız kitapları bir an önce açıp okuma heyecanını, Konur Sokakta, Kalan Müzik’in kaset dükkanında saatlerce yeni çıkan kasetleri dükkânda çalınan şarkıları dinleyerek incelemenin huzurunu, Kızılırmak Sinemasında sinematek filmlerini izledikten sonra dolmuş duraklarına kadar filmin etkisinden çıkamayışımın verdiği özgürlüğü hatırladım.

İnsan büyüme sürecinde çocukluğun üstüne bir ev inşa etmeye çalışıyor. Göçmenlik hepimizin içinde olan bir dürtü aslında. Hep çocukluğumuzdan göçmeye, yeni bir yer edinmeye, yeni bir ev kurmaya meyilliyiz. Bu büyüme, yeni yer arama ve yerleşme sürecinde farkında olmadan yoğun duygular depoluyoruz. Özlem de bunlardan birisi. İnsanda apayrı bir yer işgal ediyor. Ve yerleştiği yerde, hüzün, hayal kırıklığı, heyecan, mutluluk, umut, yokluk ve yoksunluk çok daha fazla etkili oluyor. Beni çocukluğuma götüren bu duygular üzerine düşündürten ise Halil Yörükoğlu’nun Şu An Saat Kaç? adlı kitabıydı. Kendisi beş yıldan uzun bir süredir Amerika’da yaşıyor ve bu üçüncü öykü kitabı.

Notos’un 100. sayı seçkisinde Flannery O’connor, Kısa Öykü Yazmak adlı yazısında öykünün yapısı üzerine önemli noktalara değiniyor. Kurmacanın duyulabilen, görülebilen, dokunulabilen şeyler yoluyla gerçekle uğraştığını belirtiyor. İçinde insanı barındıran dramatik bir aktarımdır diyor öykü için ve de bütün hislere vücut veren, ağırlığı ve kapsamı olan bir dünya yaratması gerektiğini vurguluyor.

Bu anlamda, Yörükoğlu’nun öyküleri aidiyeti belirleyen kavramlardan ev, kimlik, ölüm ve yaşam üzerine tutunmaya çalışan insanları anlatmış bize. Okyanus ötesinde buralı olan ve öteki olan, ait olan ve yabancı olan karakterleri tanıdık duygularla aktaran öykülerde insanın en yalın halini ağlarken ve gülerken görüyoruz çoğu zaman. Bu anlarda hem bir yakınlık hem de yoksunluk, aynı zamanda da mahcubiyet var. Hüzün mesafelerle doğru orantılı olarak yerleşmiş karakterlerin hayatına. Özellikle Güvercin, Doğum, Amerikalı ve Cenaze öykülerini okurken, çoğu zaman kendi içimizde yaşadığımız bu duyguları tekrar hissedebilmenin hafifliğini ve hayatın bize bu duyguları yüklerkenki ağırlığını hissettim.

Anne ve babamı ziyaretimin sonunda her vedada onları o yaşlı o çocuk halleriyle bırakmaktan dolayı gözlerim dolar ama ağlayıp da onları daha çok üzmemek için kendimi tutarım. Eve dönüşte okuduğum Amerikalı öyküsünün sonunda ağladığımda fark ettim ki insan içten içten ağlamaya devam ediyor. Çocukken ev benim dışarıya karşı korunduğum bir sığınakken, büyüdükçe dış dünyaya açılmama bir engel gibi gelirdi. En son gidişimde ise evin geçiciliği, ölümü ve güçsüzlüğü çağrıştırdığını fark ettim.

Perdeler Kapanmıyor öyküsünde yarım kalmışlığın da bir yaşam şekli olduğunu fark ediyoruz. Her şey tamamlanmış, her şey yerli yerinde, her şey yolunda değil her zaman: “Yaptırmadığım perdelere bakınca zaman geçmiyor aynı kalıyordu. Sola çevirince kapı kilidini, içeri kedi giriyordu. Bir süredir kedim en yakın arkadaşımdı. Gelip başını boynuma doğru uzatıyor, kesmediğim tırnaklarıyla ellerimde yaralar açıyordu. Kapı kilidini sağa çevirince ben de zaten dışarı çıkmak istemiyordum. Evdeydim. Evi bu haliyle sevmemden de utanmıyordum.”(Şu An Saat Kaç?, s. 85-86)

İnsan olmak hem çok basit hem de çok zor ama hiç kolay değil. Yazarın insana dair bu durumu tarif etmeye çalıştığı öykülerinin dilinde eksik ya da fazla bir şeye denk gelmiyoruz. Yalın, sakin ve de içten bir anlatımı tercih etmiş. Öyle ki bazen birkaç cümle bütün öyküyü sırtlayıp götürebiliyor.

Yazmak politik bir eylemdir ama edebiyatın politik olması onun toplumsal ahlakın, gündelik siyasetin ya da resmî ideolojinin bir parçası olacağı anlamına gelmemelidir. Yazar gözlemlerini aktarırken biz okurlar içinde bulunduğumuz toplumu keşfederiz. Sanki her sayfaya birer fotoğraf koyar da yazar, bu fotoğrafta bize başka bir insanın zihnini, bakış açısını sunar. Bazı kitapları okurken yazma eyleminin ne kadar zor ve özenli bir süreç olduğunu anlarız, onlara denk geldiğimizde tatmin oluruz. Okuru bambaşka düşünceler dehlizlerine sürükleyebilmek; tekdüzeliğin, sığlığın, unutmanın kol gezdiği toplumlarda hafızayı canlı tutmaya çalışmak için Süpermen olmak lazım bazen…

Onur Çalı’nın ve Halil Yörükoğlu’nun kitaplarını okurken şunu hissettim: Edebiyatımızın gören gözlere, duyan kulaklara ihtiyacı olduğu şu günlerde imdadımıza yetişiyorlar. Çalı’nın deyimiyle insan olmanın zorluğunu yüklenen biçare yazarlarımızın bizimle bir nevi dertleştiği metinlerini okurken kâh çocukluğumun her köşesinde bir anı bıraktığım bahçesinde, kâh ilk gençlik yıllarımın Kızılay’ında, Ulus’unda dolandım. Satırların arasında bana dair cümlelere, bana ait kelimelere rast gelmenin güzelliğini yaşadım.

Züleyha Çelik