Hayata tutunmakta zorlandığım bazı dönemlerde, içeriğini bilmeden başladığım kitap ve filmlerin, çaktırmadan bana çıkışı işaret ettiğini defalarca ve her defasında şaşırarak gördüm. Benzer şeyleri birçok yakınımdan da duyuyorum. Hayatın garip bir anaçlığı. Zaman zaman hapsettiği karanlığa illa ki bir ışık sızdırır. Farklı yollarla, farklı işaretlerle ama illa ki. Birazdan anlatacağım filmi izlerken de ihtiyaç duyduğum ışığı az da olsa buldum. Çok sürer mi bilmiyorum ama iyi geldi.

Bahsettiğim film, yönetmenliğini Thomas Stuber’in yaptığı, Berlin Film Festivali’nden Ekümenlik Jüri Ödülü’yle ayrılan Alman yapımı Muhtemel Aşk (2018). Orijinal ismi In den Gängen, “Koridorlarda” demekmiş. Filmi izledikçe orijinal isminin çok isabetli, Türkçe isminin ise çok alakasız olduğunu fark ediyorsunuz. Bu farklılığın altında bana göre politik basiretsizlik veya ahlaki yargılar yer alıyor. İsminden yola çıkıp filmde bir aşk ihtimalinin olduğu ama sonsuza kadar ihtimal olarak kalacağı düşünülebilir. Oysa ortada ihtimalin ötesinde bir aşk var. Hem de ilk görüşte. Christian (Franz Rogowski) çalışmaya yeni başladığı marketin tatlı reyonundaki Marion’ı (Sandra Hüller) görür görmez aşık olur. Kadının düşürdüğü küçük simli tokasını film boyunca yanından ayırmaz. Birçok filmde gördüğümüz klişe bir motif olsa da aşka dair saf eylemleri seviyorum.

Marion hem yaşça büyüktür hem de evlidir. Belki de kadın evli olduğu için film bu isimle çevrildi, evli olduğu için bir aşkın asla yaşanmayacağı, yaşanmaması gerektiği farz edildi. Çünkü hepimizin bildiği gibi, kadın evlendiğinde kalbini söküp yerini sonradan hatırlamayacağı kör bir kuyuya atar. Hatırlayacak olsa, karşısında üzerine devrilmeye hazır koca bir patriyarka dağını bulacaktır. Savaşmaya gücünün asla yetmeyeceği koca bir dağ. Bu yüzden de kadınların ilk vazgeçtiği şeylerin başında kalbi gelir hep. Çünkü öyle olması istenmiştir, kendini dünyanın sahibi görenlerin işine böylesi gelmiştir.

Birlikte olma ihtimalleri yok diye aşkın önüne muhtemel sıfatını mı ekleyeceğiz? Leyla ve Mecnun, Mem u Zin ve daha nice ölümsüz hikayeden bahsederken sırf birliktelik yaşanmadı diye, bir eve, bir hayata mahkum olunmadı diye muhtemel aşk mı diyeceğiz?

Oysa aşkın ne aynı mekana ne aynı yaşama ne de karşılıklı atan iki kalbe ihtiyacı var. Tek bir kalple de, uzak bir mesafede de varlığını muhafaza edebilir. Kimseye ihtiyacı yoktur. Minneti de.

Aşk var. “Yasak” da olsa var. Toplumsal normlara rağmen var. Dinlere rağmen, üçüncü kişilere rağmen. Yaşansa da yaşanmasa da var. Bu filmde de var, ama filmde esas varlığı gösterilmek istenen şey aşk değil. Bu yüzden de yanlış bir isim Muhtemel Aşk.

Filmin odağında bir grup mavi yaka var. Bir işçi filmi aslında. Şehrin dışındaki bir otoyolun kenarına kurulmuş devasa bir toptancı market ve bu markette çalışan bir grup işçi. Marketin olduğu yer eskiden Doğu Almanya’da kamuya ait bir nakliye şirketiymiş. Şirketler birleşince –ve tabii ki ülkeler de– nakliye şirketi kapanmış, kamyon şoförleri de markette çalışmaya başlamış.

Yönetmen, nerdeyse her gün gittiğimiz marketlerde gördüğümüz, ama buna rağmen dışarda karşılaşınca tanımayacağımız kişilere çevirmiş kamerayı. Filmin geçtiği yer, hayatımızda görebileceğimiz en büyük marketlerden biri. Koridorlar çok uzun, raflar çok yüksek. Sadece gece vardiyasına şahit oluyoruz. Upuzun koridorlar, yüksek raflar ve gece, karakterlerin sıkışmışlıklarını çok güzel ifade ediyor. Bu sıkışmışlık marketin dışındaki tel örgüler ve otobanı çevreleyen sıra sıra elektrik direkleriyle dışarıda da devam ettirilmiş. 15 dakikalık molalarda bile çalışanlar ya tuvalette ya da markete ekli, etrafı ve üstü demir parmaklıklarla çevrili kafeste sigara içer. Bruno’nun dediği gibi, “Hayat kavgası sigarasız olmuyor,” çünkü. Son kullanma tarihi geçtiği için çöpe giden yiyeceklerin yenilmesi ve eve götürülmesi yasak olan, tuvalete bile gitmenin izne, saate tabi olduğu, insanların makineden pek farkının kalmadığı bu düzende yaşamak zordur. Özellikle dünyanın başka bir yüzünü de gören yaş almış çalışanlara.

Her karakter üzerinden farklı bir yalnızlık ve yabancılaşma hikayesine tanık oluyoruz filmde. Rudi, Jürgen, İrina, Klaus, Wolfgang ve diğerleri. Film Christian, Marion ve Bruno isimli üç başlıktan oluşuyor. Christian filmin en genç halkası. Markette çalışmaya başladığı ilk gün tanışıyoruz. Pek konuşmayan, dünyayla olan bağını sessizlikle kurmuş biri. Sessizliğinden ve her daim bükük olan boynundan anlıyoruz ki zor ve kötü bir geçmişten geliyor. Gerçekten geride bırakmak istediği bir geçmişten. İçki rafında çalışan Bruno’nun yanına verilir ve deneme süresi boyunca orada kalacaktır. Bruno’un ilk baştaki tepkisi bizi tedirgin etse de sever ve korur Christian’ı. Tatlı reyonunda çalışan Marion’a vurulur sonra. Yukarıda da bahsettiğim gibi evlidir Marion ama Christian’ın onu sevmesine, ona yakınlaşmasına izin verir. Hoşuna gider sevilmek. O da sever Christian’ı çünkü. Tüm çalışanlar bu aşkı görür. Yargılamazlar. Yadırgamazlar. Tek istedikleri Marion’ı üzmemesi. Çoğunluğu yaş almış erkek olan çalışanların bu tavrı çok hoş. Dünyaya mevcut berbat düzenini veren her türlü normdan, anlayıştan uzak ve oldukça insani. Misal, Christian’ı sürekli koruyup kollayan Bruno, ilk andan itibaren Marion’a vurulduğunu gördüğü halde onun evli olduğunu söylemez. Gerek duymaz. Rahatsız olduğu tek şey Marion’ın kocasının zorbalığı. Bu kocayı hiç görmeyiz. Ama zorbalığı film boyunca hissettirilir.

Filmin büyük şeyler anlatma derdi yok. Tüm hikaye hayatın sıradan bir rutini olarak ele alınmış. Christian’ın kendisinden büyük, evli bir kadına aşık olması sıradan. Marion’ın derin mutsuzluğuna rağmen evliliğini devam ettirmesi sıradan. Bruno’nun yalnızlıktan ölmesi sıradan. Bruno’yla yıllarca çalışanların bile onun hakkında hiçbir şey bilmemesi hatta bildikleri şeylerin aslında hiç olmadığını anlamaları sıradan. Herkes, her şey, her yaşam sıradan. Kimselerin sevmeyeceğini düşünsem de benim bu filmi sevmemin esas sebebi, odaklandığı bu sıradan yaşamlar galiba.

Aynı anda aynı mekanın içinde olsalar da her biri farklı bir zamanda ve farklı bir hikayede yaşayan bu üç kişi etrafında dönüyor film en çok. Christian geçmişi bırakıp şimdiye, Bruno şimdiye tahammül edemeyip geçmişe, Marion ise içinde bulunduğu cehennemden kurtulup geleceğe gitmek istiyor. İstedikleri olacak mı, bilmiyoruz. Görmemize yetmedi filmin ömrü. Ama ölümün, yalnızlığın, yabancılaşmanın kol gezdiği dünyaya rağmen, markette dayanışmadan, umut etmekten vazgeçilmediğini görebildik. Kahve içtikleri küçücük odanın duvarını kaplayan deniz kıyısındaki devasa palmiye, okyanus sesine benzediği için çalıştırıp dinledikleri forkliftin sesi, her şeye karşın yaşamakta ısrar ettiklerinin kanıtıdır. Çıkışın zor olduğu devasa markette istenirse okyanus sesine, palmiyelere, aşka, umuda da yer açabiliyormuş insan.

Alman sinemasını seviyorum. Siyasi talanlarından dolayı sinemasına her daim geniş bir pazar bulan İngiliz sinemasından çok çok üstün bana göre. Hatta sanatsal açıdan Fransız sinemasını da aşabilecek bir gücü olduğunu düşünüyorum. Ama nedense her ikisinin gölgesinde kalmıştır hep.

Muhtemel Aşk dışında, son yıllarda çok önemli filmlerde de oynayan Franz Rogowski ve Sandra Hüller’in oyunculuklarını özellikle övmek istiyorum. Asimetrik dudakları ve gözleri ile Picasso tablosuna benzettiğim Franz Rogowski; Pasajlar, Büyük Özgürlük, Luzifer gibi filmlerdeki performansıyla beni adeta büyülemişti. Bundan sonra yer alacağı filmleri merakla bekliyorum. Sandra Hüller en son Bir Düşüşün Anatomisi filmiyle çok konuşuldu. Nerdeyse tüm filmlerinde gördüğüm, çok hoşuma giden bir karanlığı var. Bruno’yu oynayan Peter Kurth’u da anmamak olmaz. Yönetmen Thomas Stuber’in pek çok filminde yer almış. Philip Seymour Hoffman’ı çağrıştıran bir havası var bana göre. Ya da Hoffman’ı çok sevdiğim için beğendiğim, performansına hayran kaldığım yaş almış oyuncularda onu görmeyi seviyorum, bilmiyorum.

Ah Bruno, senden önce de biliyorduk yalnızlıktan ölünebileceğini. Bir özlemi dindirmenin ne kadar zor olduğunu, en yakınımızdakilerin bizi en az tanıyanlar olduğunu. İş arkadaşlarından, evine gelen Christian’dan saklamayı başarsan da kimsesiz olduğun, penceredeki kurumuş çiçeğini gören seyirciden kaçmamıştı. Yine de bu kadarını beklemiyorduk. Molalarda sigara içerken gün batımına, otobanın kenarındaki tarlalara dalıp giden bakışlarından Doğu Almanya’ya ve sürdüğün kamyonlara özlemin de kaçmamıştı gözümüzden. Umarsız değildin, gitme vakti geldiğinde gidilmesi gerektiğini biliyordun sadece. Christian’a işin tüm inceliklerini öğrettikten sonra “vakit tamam” diye düşündün galiba, dünyanın bana hiç ihtiyacı kalmadı artık. Ve hep unutulmaz bir karakter olarak kalacaksın benim için.

Film biterken dalıp gittiğim jenerikte aramızda beş yüz yıl olmasına rağmen Fuzuli’nin aleminin bana daha uygun olduğunu düşündüm:

Aşk imiş her ne var alemde
İlim bir kıl u kâl imiş ancak

Roza Alkan