Babamla ilgili çok anım var elbette. Çok da ferah olmayan evimizin çatısı altında doğumumdan başlayıp on sekizimde evden ayrılana kadar birlikte yaşadığımız düşünüldüğünde bu çok doğal. Ebeveynler ve çocuklarının birçoğunda olduğu gibi, en azından ben öyle olduğunu tahmin ediyorum, babama dair bazı anılarım mutluyken bazıları değil. Zihnimde en canlı kalan anılar ise bu iki kategoriye de girmiyor; daha sıradan olaylar içeriyorlar.

Bir tanesi şöyle sözgelimi:

Shukugawa’da (Hyogo eyaletinin Nishinomiya kentinde bir bölge) otururken bir gün bir kediden kurtulmak için sahile gitmiştik. Yavru değildi, yaşlıca bir dişi kediydi. Neden ondan kurtulmak istediğimizi hatırlayamıyorum. Oturduğumuz ev bahçeli ve bir kedi için ziyadesiyle yeri olan müstakil bir evdi. Belki başı boş dolaşan bu kediyi ailem almıştı ve hamile olduğu ortaya çıkınca ona daha fazla bakamayacaklarını düşünmüşlerdi. Bu kısım hafızamda çok net değil. O zamanlar kedilerden kurtulmak sıradan bir olaydı, kimse bunun için sizi kınamazdı. Kedileri kısırlaştırmak kimsenin aklına gelmezdi. O zamanlar ben galiba ortaokulun ilk senelerinden birindeydim, yani 1955 civarı olması muhtemel, belki biraz daha sonrası. Evimizin yakınlarında Amerikan uçaklarının bombaladığı bir banka binasının kalıntıları vardı. Savaşın halen görülebilen yara izlerinden biriydi.

Babam ve ben, kediyi sahilde bırakmak için bir yaz öğle sonrasında yola koyulduk. Babam bisikletinin pedallarına asılıyordu, ben de arkada oturmuş, kedinin içinde olduğu kutuyu tutuyordum. Shukugawa Nehri boyunca gittik, Koroen sahiline vardık, kutuyu ağaçların arasına bıraktık ve arkamıza bakmadan eve yollandık. Sahil evimizden iki kilometre kadar uzaktaydı.

Eve varınca bisikletten indik –kediyi bıraktığımız için üzgündük, ama elimizden ne gelirdi?– ve evin dış kapısını açtığımızda bırakıp geldiğimiz kedi oradaydı, bizi dostça bir miyavlama ve dik bir kuyruk ile karşıladı. Bizden önce varmıştı eve. Hayatım boyunca, kedinin bunu nasıl yaptığını çözemedim. Her şey bir yana, biz bisikletle dönmüştük. Babam da şaşkına dönmüştü. İkimiz bir süre kalakaldık, ne diyeceğimizi şaşırmıştık. Babamın boş bakışları yerini giderek hayranlığa ve sonunda bir rahatlama ifadesine bıraktı. Böylece kedi, bizimle kalmaya devam etmiş oldu.

Evimizde her zaman kedilerimiz olurdu, severdik. Kardeşim yoktu; kediler ve kitaplar benim en iyi arkadaşlarımdı. Verandada bir kediyle birlikte oturup güneşlenmeyi çok severdim. O halde neden kediyi sahile götürdük ve ondan kurtulmak istedik? Ben neden buna itiraz etmedim? Bu sorular –kedinin bizden önce eve nasıl vardığı da– halen cevapsız.

191007_r35058web

Babamla ilgili başka bir anım da şöyle:

Her sabah, kahvaltıdan önce, evimizdeki butsudan’ın önünde uzun süre oturur, gözleri kapalı, ezberden sutralar okurdu. Alışıldık bir Budist türbesi değildi bizim evdeki butsudan; küçük silindirik bir cam kasenin içinde çok güzel oyulmuş bir bodhisattva heykelciği vardı. Babam her sabah neden standart bir butsudan önünde değil de bir cam kase önünde okurdu sutraları? Bu, cevapsız kalmış sorular listemdeki sorulardan biri daha.

Bu her zaman babam için önemli bir ritüeldi, günün başladığına delaletti. Bildiğim kadarıyla, “görev” dediği bu işini hiçbir zaman savsaklamadı ve kimsenin bu ritüeli bölmesine izin vermedi. Yoğun bir odaklanma içinde oluyordu. Babamın bu ritüelini basitçe “günlük alışkanlık” olarak nitelersek haksızlık etmiş oluruz.

Bir keresinde, ben çocukken, kime dua ettiğini sormuştum. O da, savaşta ölenler için diye cevaplamıştı. Japon askerlerin yanısıra onların düşmanı olan Çinliler için de. Ayrıntıya girmedi, ben de zorlamadım. Biraz daha ısrarcı olsaydım konuyu biraz daha açabilirdi belki. Ama yapmadım. İçimde bir şeyler, alıkoymuştu beni herhalde.

Babamın geçmişi ve arka planı hakkında bir şeyler anlatmalıyım. Babamın babası Benshiki Murakami, Aichi Eyaletinde çiftçi bir ailede dünyaya gelmiş. Küçük erkek evlatlarda yaygın olduğu üzere, büyükbabam bir rahip olarak eğitim almak üzere yakınlardaki bir tapınağa gönderilmiş. Düzgün bir öğrenciymiş, muhtelif tapınaklarda deneyim kazandıktan sonra Kyoto’daki Anyoji Tapınağı’na başrahip olarak atanmış. Bu tapınağın himayesinde dört-beş yüz aile varmış, yani buraya atanması büyükbabam açısından bir terfi gibiymiş.

Osaka-Kobe bölgesinde büyüdüm ben, dolayısıyla büyükbabamı Kyoto’daki bu tapınakta ziyaret etme olanağını pek bulamadım ve onunla ilgili çok az anım var. Yine de hatırladığım kadarıyla özgür, kendine ket vurmayan biriydi ve içkiseverliğiyle bilinirdi. Adından da anlaşılacağı üzere –ön adındaki ben karakteri “belagat” anlamına gelir– sözcüklerle arası iyiydi; yetenekli bir rahipti ve anlaşılan o ki popülerdi. Gürleyen sesiyle karizmatik olduğunu hatırlıyorum.

Büyükbabamın altı oğlu vardı (tek bir kızı dahi yoktu) ve sağlıklı, zinde bir adamdı ama ne yazık ki yetmişindeyken, 25 Ağustos 1958 sabahı saat sekiz ellide, Kyoto ile Otsu’yu birbirine bağlayan Keishin Hattının rayları arasından karşıya geçerken bir tren çarptı ve öldü. Çok kullanılmayan bir hattı orası. Aynı gün Kinki bölgesini büyük bir tayfun vurdu; yağmur şiddetli yağıyordu, büyükbabamın şemsiyesi vardı ve muhtemelen virajı dönüp gelen treni fark etmemişti. Kulakları da çok iyi duymuyordu.

Büyükbabamın öldüğünü öğrendiğimiz gece, babamın Kyoto’ya gitmek için apar topar hazırlandığını hatırlıyorum. Annem ağlıyordu, ellerine sarılıp yalvarıyordu “Ne olursa olsun, tapınağı devralmayı kabul etme.” O zamanlar ben dokuz yaşındaydım, bu görüntü, tıpkı siyah beyaz bir filmin sahnesi gibi hafızama kazınmış. Babam ifadesizdi, sessizce başını sallıyordu. Bence kararını çoktan vermişti. Bunu sezebiliyordum.

Babam 1 Aralık 1917’de Kyoto’da doğmuştu. Çocukluğu, huzurlu Taişo demokrasi döneminin sonlarına denk gelmişti, ardından Büyük Bunalım ve İkinci Çin-Japon Savaşı bataklığı geldi ve sonunda İkinci Cihan Harbi trajedisi. Daha sonra da savaş sonrası dönemin karmaşası ve yoksulluğunda babamın jenerasyonu hayatta kalma mücadelesi vermişlerdi. Dediğim gibi, babamlar altı kardeştiler. Üç tanesi askere alınmış ve İkinci Çin-Japon Savaşı’nda savaşmışlar ve mucize eseri olarak hiçbir ciddi yara almadan kurtulmuşlar. Altı kardeşten hepsi az çok rahip olma niteliğine sahiptiler. O eğitimi almışlardı. Babam, söz gelimi, rahiplikte bir rütbeye sahipti ve bu askeriyedeki teğmenliğe denk düşüyordu. Yazın, o çok yoğun geçen obon mevsiminde –atalarımızı onurlandırmak için her yıl yaptığımız festivalde– bu altı birader Kyoto’da bir araya gelirlerdi ve tapınağın cemaatine yapılacak ziyaretleri bölüşürlerdi. Geceleri tekrar buluşup içerlerdi.

Büyükbabam öldükten sonra, tapınaktaki rahiplik görevlerini kimin üstleneceği sorusu ortaya çıktı. Kardeşlerin çoğu evlenmişti ve işleri vardı. Gerçeği söylemek gerekirse, hiç kimse büyükbabamın bu kadar erken ya da bu kadar aniden vefat etmesini beklemiyordu.

En büyük kardeş –amcam Shimei Murakami– veteriner olmak istemişti ama savaştan sonra Osaka’da vergi dairesinde işe girmişti ve şimdi bölüm şefi olmuştu. İkinci evlat olan babam, Kansai bölgesindeki birleştirilmiş lisede Japonca öğretmeniydi. Diğer kardeşler ya öğretmendiler ya da Budist kolejlerinde çalışıyorlardı. Kardeşlerden ikisi, bu yaygın bir uygulamaydı, başka ailelere evlatlık verilmişlerdi ve soyadları farklıydı. Her ne ise, durumu konuşmak için bir araya geldiklerinde hiçbiri tapınak görevlerini üstlenmeye gönüllü olmadı. Böyle büyük bir tapınağın başrahibi olmak kolay iş değildi, aile yaşamı açısından büyük bir yüktü. Kardeşlerin hepsi bunun farkındaydı. Büyükannem, artık bir duldu, sert bir tipti; büyükannem oradayken başrahibin karısı olarak hizmet etmek gelinlerin hepsini zorlayacaktı. Annem, Osaka’da ticaretle uğraşan köklü bir ailenin en büyük kızlarıydı. Yeni moda bir kadındı, başrahibin karısı kalıbına sığacak biri değildi. Bu yüzden, babamın ellerine yapışıp gözyaşları içinde tapınağı devralmaması için yalvarmasına şaşmamak gerek.

En azından benim bakış açımdan, oğlu olarak baktığımda babam dosdoğru, sorumlu bir insandı. Babasının içtenlik eğilimi onda tevarüs etmemişti (babam daha ziyade gergin bir tipti) ama iyi huylu mizacı ve konuşma biçimi insanların gönlüne su serperdi. Samimi bir inanca da sahipti. Muhtemelen iyi bir rahip olurdu ve bence kendisi de bunun farkındaydı. Tahminim, tek başına olsaydı bu işe çok fazla direnmezdi. Ama ödün veremeyeceği bir şey vardı – kendi küçük ailesi.

Sonunda Shimei amcam, vergi dairesindeki işini bıraktı ve büyükbabamın halefi olarak Anyoji Tapınağının başrahibi oldu. Ondan sonra da işi onun oğlu, kuzenim Junichi devraldı. Junichi’ye kalırsa, Shimei amcam büyük evlat olmanın verdiği sorumluluk duygusuyla başrahip olmayı kabul etmişti. Ona katılıyorum, ama bence daha ziyade başka çaresi olmadığı içindi. O zamanki cemaat bugünkülere göre daha nüfuzluydu, amcamın bu işten sıyırmasına izin vermezlerdi.

Babam çocukken Nara yakınlarındaki bir tapınağa gönderilmişti. Nara’daki rahipler ailesine kabul edileceği varsayılıyordu muhtemelen. Ancak oradaki çıraklık eğitiminden sonra eve, Kyoto’ya döndü. Bunun görünür nedeni sağlığının bozulmuş olmasaydı ama asıl sebep yeni çevreye uyum sağlayamamış olmasıydı. Eve döndükten sonra, önceden olduğu gibi evin oğlu olarak yaşamına devam etti. Ama bana kalırsa babam orada edindiği deneyimle birlikte dönmüştü; derin ve duygusal bir yarayla. Buna kesin bir kanıt gösteremem ama onda bana böyle düşündürten bir hal vardı.

Terk ettiğimizi sandığımız kedi bizi evde karşıladığı anda babamın yüzündeki ifadeyi gözümün önüne getiriyorum şimdi: ilk anda şaşkın, sonra etkilenmiş ve en sonunda rahatlamış.

Ben buna benzer bir deneyimi hiç yaşamadım. Sıradan bir ailenin tek çocuğu olarak, diyebilirim ki sevgiyle büyütüldüm. Dolayısıyla, bir çocuğun ailesi tarafından terk edilmesinin hangi ruhsal yaralarla sonuçlandığını idrak edemiyorum. Sadece üstünkörü anlayabilirim, tahmin edebilirim.

Fransız yönetmen François Truffaut, gençken ailesinden ayrı yaşamak zorunda kalması hakkında konuşmuştu. Hayatının geri kalanında bu terk edilmişlik temasının peşine düştü filmlerinde. Birçok insan da böyle kederli deneyimler yaşıyorlar muhtemelen; yazıya dökemiyorlar ama unutamıyorlar da.

Babam Higashiyama Ortaokulundan (bugün liseye denk bir okul) 1936’da mezun olmuş ve on sekiz yaşında Seizan Okulu’na girmiş. Öğrenciler genellikle askerlik görevinden dört yıl muaf tutulurlar ama babam bazı idari işlemleri yapmayı unuttuğu için 1938’de, yirmisindeyken, askere alınmış. Bu idari bir hata ama bir kez başınıza geldi mi öyle özür dileyerek işin içinden çıkamazsınız. Bürokrasi ve askeriye böyledir. Kurallara uyulmalıdır.

Babam, 16. Tümene (Fushimi Tümeni) bağlı olan 20. Piyade Alayındaymış. 16. Tümenin çekirdeğini dört piyade alayı oluşturuyormuş o zamanlar: 9. Piyade Alayı (Kyoto), 20. Piyade Alayı (Fukuchiyama), 33. Piyade Alayı (Tsu City) ve 38. Piyade Alayı (Nara). Babamın Kyoto’da kayıtlı olmasına rağmen neden Kyoto’daki 9. Piyade Alayına değil de çok uzaktaki Fukuchiyama Alayına atandığı belli değil.

En azından uzun süre böyle düşündüm ama babamın geçmişine daha dikkatli baktığımda yanıldığımı anladım. Babam aslında 20. Piyade Alayında değildi; 16. Tümene bağlı başka bir birlik olan 16. İntikal Birliğindeydi. Bu Birlik Fukuchiyama’da değil Kyoto’da, Fukakusa/Fushimi’deydi. O halde neden babamın 20. Piyade Alayında olduğu zannına kapılmıştım? Bu hususa değineceğim.

20. Piyade Alayının, şehir düştükten sonra Nankin’e ilk girenlerden biri olduğu bilinir. Kyoto’dan gelen askeri birliklere genellikle iyi terbiye almış ve nazik kişiler olarak bakılırdı ama bu alayın eylemleri şaşırtıcı biçimde kanlı bir şöhrete sahipti. Uzunca bir süre, babamın Nankin saldırısına katılmış olmasından korktum ve ayrıntıları araştırmakta gönülsüz davrandım. 2008 yılının Ağustos ayında, doksan yaşında öldüğünde ne ben ona bu olayı sormuştum ne de babam bu konuda konuşmuştu.

Babam, 1938’in Ağustos ayında askere alınmıştı. 20. Piyade Alayının Nankin’e yaptığı bednam yürüyüş bir yıl evvel, Aralık 1937’de gerçekleşmişti. Dolayısıyla babam buna katılmış olamazdı, arada neredeyse bir yıl vardı. Bunu öğrendiğimde üstümden büyük bir yük kalkmışçasına rahatladım.

Babam Seizan Okulu’na başladıktan sonra haiku’nun keyfini keşfetmiş ve bir haiku topluluğuna katılmış. Modern bir deyiş kullanacak kadar işin derinine inmişti. Askerdeyken yazdığı ve muhtemelen cepheden okula göndermiş olduğu haikulardan bazıları okulun haiku dergisinde yayımlanmış:

Kuşlar göçüyor
Uçun kuşlar uçun
doğduğum yere

Bir asker ve rahip
ellerime sarılıyor dua ederken
ayışığı altında

Haiku uzmanı değilim, babamın yazdıklarının başarılı olup olmadığını söylemek beni aşar. Bu şiirlerin değeri tekniğinde değil, açık ve dürüst duyguları vurgulamasında.

Kuşku yok ki babam bir rahip olmak için özenle çalışıyordu. Ama basit bir prosedür hatası onu bir asker yapmıştı. Zorlu temel eğitimden geçti, eline bir Type 38 tüfeği verildi, bir kıta nakliye gemisine konuldu ve cephedeki dehşetli çarpışmalara gönderildi. Birliği sürekli hareket halindeydi, Çinli gruplarla ve şiddetli bir direniş gösteren gerillalarla çarpışıyorlardı. Bu, neresinden bakılırsa bakılsın, Kyoto tepelerindeki huzur dolu tapınakta sürdürdüğü yaşamın tam tersiydi. Zihnen ve ruhen büyük bir çalkantıdan geçmiş olmalı. Bütün bunların ortasında haiku yazmak belki de onun tek tesellisiydi. Mektuplarında hiçbir zaman yazamayacağı ya da sansürden geçemeyecek şeyleri haiku formunda yazmıştı; gerçek duygularını dürüstçe açığa vurabiliyordu böylece.

Babamla savaşla ilgili yalnızca bir kez konuştuk; bana birliğinin ele geçirdiği Çinli bir askeri nasıl infaz ettiğini anlattı. Onu anlatmaya iten şey neydi bilmiyorum. O kadar uzun süre önce yaşanmış bir şey ki bu, bağlamından kopuk tek başına bir anı. Ortaokulun ilk senelerindeydim. İnfazın nasıl gerçekleştiğini sakince anlatmıştı. Çinli asker öldürüleceğini bildiği halde direnmemiş, hiçbir korku belirtisi göstermemiş, sadece gözleri kapalı biçimde oturup beklemiş. Boynu vurulmuş. O adamın tavrı örnek alınacak cinstendi, dedi babam. Bu Çinli askere karşı derin saygı duyar gibiydi. Babamın diğer askerler infazı gerçekleştirirken izlemek durumunda mı kaldığını yoksa infazda doğrudan bir rolü mü olduğunu bilmiyorum. Bunu öğrenmenin bir yolu yok artık çünkü bu anım puslu ya da babam belki kasten müphem ifadelerle anlatmıştı olayı. Ama kesin olan bir şey var: bu deneyim, asker olmuş bir rahibin ruhunda uzun süre geçmeyecek bir ıstırap ve yeis hissi bırakmıştı.

O zamanlar, yeni askerlerin esir alınmış Çinli askerleri infaz ederek öldürme pratiği yapmalarına izin vermek pek alışılmadık bir şey değildi. Silahsız mahpusları öldürmek, elbette, uluslararası hukukun ihlaliydi ama o dönemdeki Japonya ordusu bunu verilmiş bir hak olarak görme eğilimindeydi herhalde. Askeri birlikler, mahpuslara bakacak kaynağa sahip değillerdi. Bu infazların çoğu mahpusu ya vurarak ya da süngüleyerek yapılıyordu ama babam, bana anlattığı infazda bir kılıç kullanıldığını söylemişti.

Söylemeye gerek yok, babamın anlatmış olduğu başı kesilerek hunharca öldürülen adam benim genç zihnimin derinlerine kazındı. Başka bir deyişle, babamın taşıdığı bu ağır yük –bugünün terminolojisiyle travma– kısmen, oğluna, yani bana geçmişti. İnsani ilişkiler, tarih böyle ilerler. Bir aktarım eylemi ve ritüeldir. Babam savaş deneyimleriyle ilgili çok az konuştu. Bu infazı hatırlamak ya da hakkında konuşmak istemiyordu muhtemelen. Yine de bu hikayeyi kendi kanından ve canından olan oğluna anlatma ihtiyacı hissetti. Hikaye ikimizde de açık bir yara olarak yaşayacak olmasına rağmen.

20. Piyade Alayı, babamın birliğiyle birlikte, 20 Ağustos 1939’da Japonya’ya döndü. Bir yıllık askerlikten sonra babam Seizan Okulu’ndaki eğitimine devam etti. O zamanlar askere alınmak demek iki yıllık askerlik demekti ama bir nedenle babam yalnızca bir yıl askerlik yapmıştı. Belki de askeriye, babamın öğrenciyken askere alınmış olmasını dikkate almıştır, kim bilir.

Askerlikten sonra babam, haiku yazmaya hevesle devam etti. 1940 Ekim’inde yazılmış olan bu haiku da muhtemelen Hitler Gençliği’nin Japonya’ya yaptığı iyi niyet seyahatinden ilham almış:

Bağrışıp şarkılar söyleyerek
geyiği çağırıyor
Hitler Gençliği

Ben şahsen bu haikuyu çok severim, tarihteki somut bir olayı yumuşak, alışılmadık biçimde yakalar. Uzaklarda, Avrupa’da süren kanlı çatışmalar ile buradaki geyik (muhtemelen Nara’daki meşhur geyik) arasındaki çarpıcı bir tezat var. Japonya’ya yaptıkları kısa ziyaretin tadını çıkaran Hitler Gençliği, sonra Doğu Cephesinin acı soğuklarında yok olmaya gitmiş olabilirler.

Bu şiiri de beni cezbeder:

Issa’nın seneyi devriyesinde
oturuyorum elimde
onun hüzünlü şiirleriyle

Burada tasvir edilen dünya çok dingin ve sakin, yine de kalıcı bir kaos hissi de var.

Babam edebiyatı her zaman sevmiştir; öğretmen olduktan sonra zamanının çoğunu okumakla geçirirdi. Evimiz kitaplarla doluydu. Okuma tutkumun geliştiği ilk gençlik çağlarımda bu durum beni etkilemiş olabilir. Babam Seizan okulundan 1941 yılının Mart ayında onur derecesiyle mezun olmuş ve Kyoto Üniversitesi edebiyat bölümüne girmiş. Rahip olmak için aldığı Budist eğitiminden sonra Kyoto Üniversitesi gibi çok iyi bir okulun giriş sınavlarında başarılı olmak kolay olmamıştır herhalde. Annem her zaman şöyle derdi bana, “Baban çok zeki.” Ne kadar zeki olduğuna dair bir fikrim yok. Dürüst olmak gerekirse, bu beni çok ilgilendiren bir şey değil. Bizim meslekten olan insanlar için zeka, keskin bir sezgiden daha az önemlidir. Babam çok zeki olsun ya da olmasın, okuldaki notları her zaman çok yüksekmiş.

Onunla kıyaslandığımda, benim derslerde hiç gözüm olmamıştır: baştan sona dek notlarım hep sönük olmuştur. İlgisi olan şeyleri şevkle takip eden ama onun dışında hiçbir şeyle uğraşmak istemeyen tiplerdenim ben. Öğrenciyken de böyleydim, hala da böyleyimdir.

Bu durum, beni kendi gençliğiyle kıyaslayan babam açısından hayal kırıklığı oluşturdu. Şöyle düşünmüş olmalı: Bu huzurlu zamanlarda doğdun, istediğin kadar okula gidebilirsin, sana engel olan hiçbir şey yok. Niye daha fazla çaba göstermiyorsun ki? Sanırım kendisinin savaş yüzünden yürüyemediği yolu benim yürümemi istiyordu.

Babamın beklentilerine göre yaşayamazdım. Derslerin çoğunu sıkıcı buluyordum, okuldaki sistem fazlaca tekdüze ve baskılayıcıydı. Bu durum babamı kronik umutsuzluğa, beni de kronik mutsuzluğa (ve belli miktarda bilinçdışı öfkeye) itiyordu. Bir romancı olarak boy göstermeye başladığımda, otuzumda, babam gerçekten memnun oldu ama o zamana kadar ilişkimiz uzak ve soğuk sürmüştü.

Şimdi bile, babamı hayal kırıklığına uğrattığım duygusunu, belki de duygu posasını, taşıyorum. İlk gençliğimde bu durum evde huzursuzluk yaratırdı, bende ise suçluluk daimi bir dip akıntısı olarak varlığını sürdürürdü. Halen okulda bir sınava girdiğim ama tek bir soruya bile cevap veremediğim kabuslar gördüğüm oluyor. Hiçbir şey yapamıyorum ve zaman acımasızca akıyor. Sınavı geçemediğimde bunun acı sonuçları olacağının gayet farkındayım; böyle rüyalar işte. Genellikle soğuk terler dökerek uyanıyorum.

Ama o zamanlar, masama yapışmış şekilde ödevlerimi yapmak ve sınavlardan iyi notlar almak; sevdiğim kitapları okumaktan, sevdiğim müzikleri dinlemekten, spor yapmaktan, domino oynamaktan ya da kızlarla buluşmaktan daha az çekici gelirdi bana.

Yapabileceğimiz tek şey yaşadığımız dönemin havasını solumak, zamanın özel yüklerini sırtımızda taşımak ve bu sınırlar içerisinde yaşayıp gitmek. İşte böyle.

Babam Seizan okulundan 1941 yılının baharında mezun olmuş ve Eylül sonunda bir celp almış. Ekim’in 3’ünde yeniden üniforma içindeymiş, önce 20. Piyade Alayı (Fukuchiyama), sonra da 53. Tümen’e bağlı olan 53. İntikal Birliği.

1940’da, 16. Tümen daimi olarak Mançurya’ya nakledilmiş ve bu arada Kyoto’daki 53. Tümen onun yerini alacakmış. Çok muhtemeldir ki bu ani düzenlemelerden kaynaklanan karışıklıkta babam Fukuchiyama Alayına yerleştirilmiş. (Dediğim gibi, askere ilk alındığında Fukuchiyama Alayında olduğuna dair bir yanlış kanım vardı hep.) 53. Tümen 1944’te Burma’ya gönderildi, Imphal Muharebesinde savaştılar; Aralık’tan Mart 1945’e kadar, İravadi Nehri Muharebesinde İngilizlerce kırıp geçirilmişlerdi.

Fakat beklenmedik şekilde, 30 Kasım 1941’de babam terhis edildi ve sivil hayata dönmesine izin verildi. 30 Kasım, Pearl Harbour Saldırısından sekiz gün öncesi. O saldırıdan sonra olsaydı, babamın gitmesine izin vermezlerdi muhtemelen.

Babamın söylediğine göre hayatını bir subay kurtarmış. Babam o zamanlar er ve kendisini çağıran subay şöyle diyor: “Sen Kyoto Üniversitesinde okuyorsun ve burada asker olmaktansa orada eğitimine devam ederek ülkene daha faydalı olursun.” Bir subayın böyle bir karar vermeye yetkisi var mıydı? Hiçbir fikrim yok. Babam gibi bir beşeri bilimler öğrencisinin üniversiteye geri dönüp haiku yazarak ülkesine hizmet etmiş kabul edilebileceği düşüncesine inanmak zor. Başka etkenler de olmalı. Öyle ya da böyle babam ordudan ayrılıyor ve tekrar özgür bir adam oluyor.

En azından benim çocukken dinlediğim ya da aklımda kalan hikaye buydu. Maalesef, benim hatırladıklarım gerçeklerle uyuşmuyor. Kyoto Üniversitesi kayıtları, babamın edebiyat bölümüne kaydının Ekim 1944’te yapıldığını gösteriyor. Ya benim hafızam bulanık ya da bana bu hikayeyi anlatan anneminki. Şimdi bunları sorabilmenin bir yolu yok artık.

Kayıtlara göre babam Kyoto Üniversitesinin edebiyat bölümüne 1944 yılının Ekim ayında girmiş ve 1947 Eylül’ünde mezun olmuş. Fakat yirmi üç ila yirmi altı yaşlarında, yani ordudan ayrılmasından Kyoto Üniversitesine giren zamana dek geçen üç senede nerede olduğuna ya da neler yaptığına dair hiçbir fikrim yok doğrusu.

Babam askerlikten ayrıldıktan hemen sonra Pasifik’te İkinci Cihan Harbi patladı. Savaş süresince 16. Tümen ve 53. Tümen tamamen yok edilmiş. Eğer babamı bırakmasalardı, eski birliklerinden birisiyle gemiye bindirilecekti, savaş meydanında ölecekti ve elbette ben de dünyaya gelmeyecektim. Talih deyip geçebilirsiniz ama eski yoldaşları hayatlarını kaybederken kendisinin kurtulması babamda büyük bir acı ve keder kaynağıydı. Neden yaşadığı her sabah gözlerini kapatarak içtenlikle sutra okuduğunu artık daha iyi anlıyorum.

12 Haziran 1945’de, Kyoto Üniversitesine girdikten sonra babam üçüncü celbini almış. Bu sefer de Çubu’daki 143. Birliğe atanmış. Birliğin nerede konuşlandırıldığı belirsiz ama Japonya içerisinde kalmışlar. İki ay sonra, 15 Ağustos’ta savaş sona ermiş ve 28 Ekim’de babam tekrar terhis edilerek üniversiteye geri dönmüş. Yirmi yedi yaşında.

1947 Eylül’ünde babam, edebiyat fakültesinden mezun olup diplomasını alması için gereken sınavları verdi ve Kyoto Üniversitesi edebiyat bölümünde yüksek lisans programına başladı. Ben 1949 yılı Ocak ayında doğdum. Babam yaşından dolayı, evli ve çocuklu olmasıyla birlikte, programı bırakmak zorunda kalmış. Geçinmek için Japonca öğretmenliği yapıyordu. Annem ve babamın evlenme hikayelerinin ayrıntılarını bilmiyorum. Farklı yerlerde yaşadıklarından, biri Kyoto’da diğeri Osaka’da, muhtemelen ortak bir tanıdık onları tanıştırmıştır. Annem başka bir adamla, bir müzik öğretmeniyle evlenmek istemiş aslında ama adam savaşta ölmüş. Annemin babasının Osaka’daki dükkanı ABD’nin hava saldırısında yanıp kül olmuş. Şehrin bombalanmasını ve canını kurtarmak için Osaka sokaklarında kaçıştığı günleri hiç unutmuyor. Savaş, annemin hayatını da derinden etkilenmiş.

Şimdi doksan altı yaşında olan annem de Japonca öğretmeniydi. Shoin Kadınlar Okulu’nun edebiyat bölümünden mezun olduktan sonra aynı okulda öğretmen olarak çalışmış ama evlenince işi bırakmış.

Annemin demesine göre babam gençliğinde daha gerginmiş. Savaşa dair tecrübesi henüz çok tazeymiş ve hayatını istediği gibi yaşayamamış olmasından dolayı duyduğu öfke işleri zorlaştırıyormuş. Çok içermiş ve sık olmasa da öğrencilerine vururmuş. Ben büyürken artık önemli ölçüde yumuşamış, olgunlaşmıştı. Depresif ve keyifsiz olduğu zamanlar olurdu yine ve çok içerdi (bu annemin sıklıkla şikayetçi olduğu bir şeydi) ama evimizde herhangi bir tatsızlık yaşandığını hatırlamıyorum.

Tarafsız olarak konuşmak gerekirse babamın mükemmel bir öğretmen olduğunu düşünüyorum. Öldüğünde eski öğrencilerinin çoğunun gelip saygılarını sunmaları beni şaşırtmıştı. Aralarında önemli bir gönül bağı oluştuğunu gördüm. Bir çoğu doktor olmuştu ve babam kanser ve diyabetle mücadele ederken ona çok iyi baktılar.

Annem de kendi alanında sıradışı bir öğretmendi herhalde. Ben doğduktan sonra işi bırakmıştı ama eski öğrencilerinden eve uğrayanlar olurdu. Fakat ben öğretmen olmak için biçilmiş kaftan olduğumu hiç düşünmedim.

Büyüdükçe ve kendi kişiliğim oluştukça babamla aramızdaki uyumsuzluk daha aşikar hale geldi. İkimiz de inatçıydık ve kendi düşüncelerimizi doğrudan ifade edemeyişimiz hususunda, iyisiyle kötüsüyle aynı kumaştandık.

Ben evlendikten ve çalışmaya başladıktan sonra babamla daha da uzaklaştık. Tam zamanlı bir yazar olduğumda ilişkimiz öyle bir çapraşık hal aldı ki sonunda neredeyse tüm iletişimimiz kesildi. Yirmi yılı aşkın bir süre görüşmedik ve yalnızca çok elzem olduğunda konuştuk.

Babam ve ben farklı iki çağda ve farklı çevrelerde dünyaya gelmiştik; düşünme biçimimiz ve dünya görüşlerimiz çok farklıydı. Bazen ilişkimizi canlandırmaya teşebbüs ettiğimde işler düşündüğümün tersine gelişmiştir ama göstermek istediğim çabaya fazlaca odaklanmışımdır.

12murakami-skybox-videoSixteenByNine768-v2
Haruki Murakami

Babam ve ben, ölümünden kısa bir süre önce nihayet yüzyüze konuştuk. Ben neredeyse altmışıma dayanmıştım, babamsa doksanına. Kyoto’da bir hastanedeydi. Diyabeti kötü dutumdaydı ve kanser vücudunu ele geçirmekteydi. O her zaman güçlü taraf olmuştu ama şimdi zayıftı. Onu zor tanıdım. Ve orada, hayatının son günlerinde babam ve ben beceriksiz bir sohbete koyulduk ve bir çeşit uzlaşmaya vardık. Farklılıklarımıza rağmen, bir deri bir kemik kalmış babama bakarken ikimiz arasında bir bağlantı, bir bağ olduğunu hissettim.

Şimdi bile, o yaz günü birlikte bisiklete atlayıp Koroen sahiline gidip bırakmak istediğimiz ve bizi alt eden o tekir kediyle ilgili anımızı tekrar yaşıyor gibiyim. Dalgaların sesini, çamların arasından kopup gelen rüzgarın kokusunu duyumsuyorum. Böyle önemsiz şeylerin birikimidir beni ben yapan.

Çocukluğuma ait ve içinde kedi olan bir anım daha var. Bunu romanlarımdan birinde kullandım ama gerçekten yaşanmış bir şey olarak burada bir kez daha açmak isterim.

Küçük, beyaz bir yavru kedimiz vardı. Onu nasıl sahiplendiğimizi hatırlamıyorum çünkü evimize gelip giden kedilerimiz eksik olmazdı. Ama kedinin tüylerinin ne kadar güzel olduğunu, yavru kedinin ne kadar sevimli olduğunu iyi hatırlıyorum.

Bir akşam verandada otururken bu kedi aniden bahçemizdeki uzun, güzel çam ağacına tırmanıverdi. Bana ne kadar cesur ve çevik olduğunu göstermek, hava atmak ister gibiydi. Hızlıca seğirtip yüksek dalların arasında kaybolmasına inanamamıştım. Bir süre sonra kedi, yardım ister gibi acıklı acıklı miyavlamaya başladı. O kadar yükseğe çıkmakta zorlanmamıştı ama şimdi aşağıya inmekten korkuyordu.

Ağacın altına gidip yukarı baktım ama onu göremedim. Yalnızca cılız feryadını duyabiliyordum. Babama gidip olan biteni anlattım. Kediyi kurtarmak için bir yol bulacağını umuyordum. Fakat yapabileceği hiçbir şey yoktu, o kadar yükseğe çıkabileceğimiz bir merdivenimiz yoktu. Kedi yardım isteyerek miyavlayıp duruyordu hala, güneş batmak üzereydi. Sonunda karanlık, çam ağacını sarıp sarmaladı.

O küçük kediye ne oldu bilmiyorum. Ertesi sabah kalktığımda sesi kesilmişti. Ağacın altında durup kedinin adını ünledim ama cevap yoktu. Yalnızca sessizlik.

Belki de kedi geceleyin aşağı inmeyi başarmış ve başka bir yere gitmişti (ama nereye?). Ya da belki aşağı inmeyi beceremeyip dalların arasında kaldı, yorulup bitkin düşünceye dek bekledi ve öldü. Verandada oturup gözümü ağaca diktim, aklımdan bu senaryolar geçiyordu.

Bu deneyimden bir ders çıkardım: aşağı inmek, tırmanmaktan daha zordur. Buradan bir genellemeye gidersek sonuçların nedenleri etkisiz hale getirdiği söylenebilir. Bazı durumlarda bir kedi ölür, bazen de bir insan.

Her halükarda burada söylemek istediğim bir şey var gerçekten. Tek bir şey, aşikar bir gerçek:

Ben sıradan bir adamın sıradan oğluyum. Bu zaten izahtan vareste, farkındayım. Bu gerçeği keşfetmeye başladığımdan beri babamın hayatındaki ve benim hayatımdaki her şeyin tesadüfi olduğu gün gibi ortaya çıktı. Yaşamlarımız böyle geçer: Hasbelkader gerçekleşen şeyleri tek mümkün gerçek gibi görerek.

Başka bir deyişle, uçsuz bucaksız toprağa düşen yağmur damlalarını düşünün. Her birimiz o sayısız ve isimsiz damlalardan biriyiz. Elbette münferit damlalar ama yerleri doldurabilir. Yine de o tek bir damlanın kendi duyguları, kendi tarihi ve o tarih içinde kendi görevleri var. Bireysel bütünlüğünü kaybetse ve kolektif bir şeyin içinde kaybolsa bile bu böyle. Ya da tam olarak daha büyük, kolektif bir varlığın içinde kaybolduğu için böyle.

Bazen zihnim beni Shukugawa’daki evimizin bahçesindeki o çam ağacına geri götürüyor. Halen dalların arasında duran, bedeni kemik yığınından ibaret kalmış olan o yavru kediye dair düşüncelere. Ölüm hakkında düşünüyorum, toprağa geri inmenin ne kadar zor olduğunu. O kadar aşağıda ki başım dönüyor.

Haruki Murakami

Türkçeleştiren: Ozan Çororo

Kaynak: The New Yorker, 30 Eylül 2019